PA NEGRE-2010- (KARA EKMEK)



Merhabalar,

21 gün sonra Sinema Günlüğü serisinin 47. filmi ile yine buradayım. 

Nihayet dokuz hafta süren kursum dün itibariyle bitti ve benim bu hafta için yetiştirmek zorunda olduğum bir ödevim yok. Tabi asıl iş şimdi başlıyor, kursta öğrenilenlerin uygulanması daha disiplinli bir çalışma gerektiriyor ama bu demek değil ki sevdiğim şeyleri yapmayacağım. Öyleyse yeniden çok özlediğim film seyretme işine ve sevgili bloguma dönebilirim. 

Dün gece yorgunluktan kanepe de sızmak üzereyken sinema 1001 adlı kanalda başlayan filme denk gelince izleyeyim dedim. Tamamen rastlantısal olarak karşılaştığım sinema filmi 9 dalda ödül almış. Detaylı bilgi ve yorumlar için ekşi sözlük ve sinemalar'a bakabilirsiniz. Ama spoiler yemeyeyim diyorsanız gözü kapalı seyretmeye başlayabilirsiniz. 

İlla biraz bilgim olsun diyorsanız, kısaca bahsedeyim; İspanya iç savaşından sonra ciddi düzeyde fakirlikle mücadele eden halkın, erkeksiz kalan kadınların, babasız çocukların hayata tutunma mücadelesi. Bir diktatörlüğün insanları yok yere karşı karşıya getirip birbirine kırdırırken kendi varlığının devamını sağladığı bir Akdeniz ülkesi. 

Hapisler, sürgünler, firarlar, ev baskınları, güç sahiplerinin namussuzca isteklerine boyun eğmeyenlerin yaşadıkları bir çocuğun gözünden anlatılmış. Babasının bir kahraman olduğunu düşünen çocuk her zorluğa göğüs gererek neredeyse tek başına ayakta kalmaya çalışıyor. Ama hayat sürprizlerle dolu.

Hiç bir şey göründüğü gibi değil ve kahramanlar ile hainlerin yer değiştirmesi adaletle değil siyasetle devam yargılamalarda tabi ki güce göre belirleniyor. 

Özellikle baba-oğul ilişkisi üzerinden iyi bir anlatım var. Çocuk oyuncu çok başarılı. 

Görsel şölen sunan film, renklerin sahiciliği, çekim açılarının mükemmelliği, başlangıcının çarpıcılığı ile hemen içine alıyor izleyenleri.

Şimdiden iyi seyirler.

ŞAMPİYON/2018 BOLD PİLOT


Merhabalar,

Sinema günlüğü yazılarına 46.film ile devam edelim. Aslında bu aralar çok güzel filmler izledim, yazılar yazdım, sıkı okumalar yaptım, yapıyorum ama bloga girip yazacak vakti bulamıyorum. En azından ileride paylaşmak için notlar alıyorum. Bu benim için teselli kaynağı. Bir ay daha devam edecek bir eğitim sebebiyle buralarda aktif olamayacağımdan sinemada izlediğim vizyon filmlerden birinden kısaca bahsedeyim istedim.

Bu filme kafası bozuk bir arkadaşımın "Canım sıkkın, ağlamak istiyorum, sinemaya gidelim" demesiyle evden çıktığımız bir akşam rastgele girdik. 
Farah Abdullah'ı, Fikret Kuşkan'ı severim, tereddüt etmedim. İyi bir aşk hikayesidir dedik ama o gece bir talihsizlik yaşadık ve bir türlü filmin duygusuna giremedik. 

Salon ortaokul öğrencisi elli civarı erkek çocuğu ile doluydu. Bir futbol takımın alt yapısı, kursiyerlerini getirmişti. Salonda belki on yetişken ya var ya yoktu. Ergen çocukların sürekli konuşan, birbirini dürten, mısır tartışması yapan halleri arasında filme konsantrasyonumuz zor oldu. 

Filme dair detaylı bilgileri buradan bulabilirsiniz. "Şampiyon, efsane yarış atı Bold Pilot sayesinde bir araya gelen Halis Karataş ve Begüm Atman arasındaki büyük aşkın hikayesini konu ediyor. Gerçek bir hikayeden uyarlanan filmde, Türk atçılığının önemli ismi Özdemir Atman’ın sahibi olduğu Bold Pilot, at yarışı ile ilgilenmeyenlerin bile sevgisin kazanan bir attır." diye anlatılmış. Ben bilmiyordum. Sinema filmi olarak çekilen ama gerçek bir aşkı anlatan filmin sonunda belgeselmişcesine gerçek kişilere yer verilmesini doğru bulmadım. Evet güzel bir aşk, vefa, azim öyküsüydü. Oyunculuklar da iyiydi. Atlar şahaneydi. Ama sonundaki kısım ve salondaki sorun nedeniyle gözler yaşarmadı. Neredeyse aynı hizada oturduğumuz hiç bir yetişkinde de gözyaşı yoktu. 

Ama şuanda sadece konuyu bile düşününce gözlerim doluyor. Yıllarca hastalıkla mücadele eden bir kadını olduğu gibi seven, emek veren, hayata tutunduran bir adam başlı başına bir kahramandır. Bu yüzden, sakin bir salonda aşkı, vefayı,azmi, sabrı izleyebilirsiniz derim, mümkünse sürekli kıkırdayıp olur olmaz sahnede yanındaki çocuğu dürten ergenlerden uzakta:)) 

GÖĞE BAKALIM, GÜZEL KALALIM





Günlerdir yorucu olsa da, bana iyi gelen bir koşuşturmanın içindeydim. Öyle ki, bloga bile yeterli vakit ayıramıyorum. Yapılan yorumları bile görmemişim. Blog dostlarım affetsin, şu koşuşturmaca bitince yine buralarda olup gezecek, güzel yazılar okuyacağım. 

Günler sonra evde olmanın keyfini çıkararak bu sabah alarmsız uyandım. Canım neyi hangi zamanda yapmak istiyorsa öyle hareket ediyorum ki bu ne güzel bir özgürlüktür. 

Canım annem, özenerek bir kahvaltı hazırlamış, hazıra kondum. Bir demlik çay içtim, keyiflendim. Muhteşem bir hayatım varmış, her şey çok güzelmiş gibi yaptım, zaten kötü de değil hayatım, biraz ağır aksak gidiyor ama hala ayaktayım. 

Keyifli olmamda gündemle ilgilenmemek kararım da etkili oldu. Bir ara sosyal medyada yine can sıkıcı başlıklar gördüm ama ne yapalım kötülük dünyanın her yerinde her an tekrarlanan bir yaratım, iyilik de, ben iyiyi görme kararı aldım. Ki şahane bir rüya da gördüm, yorumlarına baktım, ferahlık dolu günlerin yakın olduğunu söylüyordu, yeni yıldan umutlandım.

Hemen telefonu elimden bırakıp biraz hareket ettim ki, mutluluk hormonumu salgılattım sevgili beynime. Sütlü kahve yapıp içtim, beraberinde kitap okudum. Cam balkona çıkıp serin havayı iliklerime kadar hissettim. Yine açık, güneşli şahane bir hava var İzmir'de. Ay bu sabah ütü bile yaptım, bu kadar saate ne çok iş sığdırdım, aferin bana dedim, daha da keyiflendim.  

Aile evi başka. İnsanın en çok ait hissettiği yer, toprağı, anıları her şey orada. Evimiz hala aynı yerde. Bu nedenle dışarı baktığım her seferde çocukluğumun arka bahçesinde dolanıyorum. Küçükken Ankara asfaltından geçen araçları, üniversiteden çıkanları, mavi ve kara treni keyifle seyrettiğimiz pencereden şimdi metrodan inenleri izliyorum. 

Tabi artık çok şey değişti. Yeni yollar yapıldı. Hatta yükselen yola paralel evimiz de katını yükseltti. Ama hala karşıda yeşil bir üniversite kampüsü var. Ve sayısı, şeridi artan yollar... Gidenleri, dönemeyenleri, kalanları anımsatarak insanı hayali yolculuklarda gezdiren bu manzarayı da, yıllar sonra dönüp geldiğim evi de, yolculuklara çıkıp bilinmezliğe yürümeyi de seviyorum. 

Ve bu sabah da soruyorum, bu günün bana hediyesi ne? Bolluk, bereket, huzur, ilham hangi şanslarla üzerime akacak, kabuldeyim, güvendeyim. Tüm olumsuz düşünceleri de iptal ediyor, evrenin sonsuz ışığına yolluyorum.     

İşte böyle içimdeki çocukla beraber mesai öncesi hareketliliği de izleyince hayalen bir yolculuğa çıktım. Ve yine kendimi orada, anılarda buldum. Bu balkondan uzakları seyredip bir an önce uzaklara gitmeye özlem duyduğum günlerde. İşte o zamanlarda iyi bir arkadaşım vardı. Enerjimin düştüğü anlarda hemen fark eder, acil yardım çantasından çıkardığı ve dinlemekten hiç sıkılmadığım söylevlerine başlardı. Yine böyle bir gün gözlerimdeki hüzne dayanamayıp demişti ki:

"Çileyi bir kambur gibi sırtında taşımaya başladığın anlarda gözlerini, bilinçsiz bir karınca işçiliği ile hayatlarını ölüme taşıyan bedenlerin üzerindeki mavi gökyüzüne çevir ve o muhteşemliğe gülümse" 

O günden sonra göğe bakmaktan hiç vazgeçmedim. Bu gün de, göğün renk cümbüşünü izlerken bir anda başımı öne eğdim. Metrodan çıkıp aceleyle yürüyen insanları görünce dilime o cümlenin "Bilinçsiz bir karınca işçiliği ile hayatlarını ölüme taşıyan bedenler" kısmı takıldı. 

Koşuşturmalara feda ettiğimiz hayatımız her an bizi ölüme yaklaştırırken biz sadece otomatiğe bağlanmış şekilde gerekliliklere sıkışıp kalıyoruz. 

Karın doyurmak için çalışıp yorgunlukla televizyon karşısında ömür tüketmeyi, şimdilerde ellerimizdeki kelepçenin ekranından başka hayatları izleyip söylenmeyi yaşamak zannediyoruz. 

Ve bir gün neden geldiğimizi bile anlayamadan bu dünyadan çekip gidiyoruz.  

Belki bu ülkede yaşamak başka bir alternatif sunmuyor bize ama dönüp yaşamlarımıza bakmak, "Bana ne" diyerek başkalarının dedikodusundan vazgeçmek, "Sana ne" diyerek hayatımızın direksiyonuna geçmek zorunda değil miyiz?

Sadece ayakta kalmak için koşmayalım...

Yavaşlayalım, duralım, düşünelim: Ölüm var ve hepimiz ona koşuyoruz hatırlayalım. 

Kısacık bir hayat için hem kendimize hem de başkasına haksızlık yapmayalım.  

Adalet, her şeyin yerli yerinde olması diye tanımlanır. Kendimize karşı acıtan bir dürüstlük sergileyelim ve geç olmadan hayatımıza çeki düzen verelim.

Güzel ses, güzel şarkı ama Hep sonradan gelir aklım başıma diye hayıflanmayalım. Çünkü yaşıyoruz, bundan büyük mutluluk yok.

Hatta çile, bir kambur gibi sırtımızda olsa da vakit varken göğe bakalım ve oraya yükselelim. Hayatta dertler, tasalar da misafirdir, onları da uğurlayıp mutluluklara kapı açacağımızı unutmayalım.

Yaşasın hayat, yaşansın huzur!

Kocaman gülümseyin bu gün:) Ben öyle yapıyor ve şimdi yazacağım hikaye için buradan ayrılıyorum:))



MUDBOUND-2017 (SAVAŞTAN SONRA)

Sinema günlüğü serisinin 45. Filmiyle yeniden beraberiz. Bu gece seyrettiğim ve etkisinden kurtulamadığım film 13.film olarak yazdığım Jacket ve  32.film olarak yazdığım Kuru Beyaz Bir Mevsim'i hatırlattı. 

Biri beyaz diğeri siyahi iki askerin savaş sonrası ırkçılığın hüküm sürdüğü ülkelerine dönüp yeniden sıradan hayatlarına alışmaya çalıştıkları filmde dram içinde dram vardı. 

İnsanın içindeki kötünün ortaya çıktığı, iktidarın kötüye kullanıldığı, güçlünün zayıfı ezmekle kalmayıp işkence yapmasının mübah görüldüğü evrensel problemlere değinen filmde her kare adeta bir kart postal gibiydi. 

Filmin künyesine dair detaylı bilgiler her yerde bulunabilir. Bu nedenle ben yüreğime değen kısımlardan kısaca bahsetmek istiyorum. 

"İlk şeyler ve son şeyler yakanıza en çok yapışan şeylerdir" diye başlayan film o tarihten sonra hiç bir şey aynı kalmadı diyor. Hayatın derin kırılma anları vardır... Bir daha o eski hayat mümkün değildir. Bu nokta önemli, her zaman gündemimizde olmalı. 

Diğer konuya gelirsek;
Ötekileştirilerek zulüm görmeleri reva kabul edilen her türlü grup, ırk, mezhep mensubuna bu gün hala dünyanın bir çok yerinde eziyet ediliyor. Hep iyilikten, güzellikten bahseden insanlar da bunlara dur diyecek o refleksi göstermiyor. Hatta sessiz kalarak zulmün genişlemesine katkıda bulunuyor. 

Ama ırkçılığın merkezi diyebileceğimiz, tarihinde keskin zulümlere sahne olmuş bir ülke olan Amerika bu sorunu neredeyse kökten çözmüş durumda. Doksan yıl önceki noktanın tam zıddı olarak özgürlükler ülkesi diye anılıyor. 

İnsan hakları mevzuu kanunlarla güvence altına alınabilir, mevzuat rehberlik yapabilir mi ama uygulamada işlerlik kazanması o toplumu meydana getiren bireylerin gelişmesi ve ötekinin hakkına da kendi hakkıymış gibi sahip çıkması ile mümkündür. O zaman insanca yaşanacak bir toplum inşa edilir. Filmi izlerken bırakın ötekileştirilerek damgalanan insanları, kuşa, köpeğe, kadına
çocuğa eziyetin, şiddetin normalleştiği günler yaşanırken acaba biz ne zaman muassır medeniyetler seviyesine çıkacağız, diye düşündüm. Ama cevap olacak bir umut belirmedi içimde.    

Tekrar filme dönersek hikaye, görüntü, akış başarılı. Bir çok ödüle aday gösterilmiş. Süre açısından uzun, ilk başlarda tempo düşük ama o kasveti vermek için bu gerekli. Uyarlama olması da senaryoyu güçlendiriyor. Müzikleri de oldukça başarılı olan filmin bitiş müziğini buradan dinleyebilirsiniz. Dram tarzında film sevenler ve insanın insana sadece varlığı sebebiyle saygı ve sevgi duymadığında nasıl kötüleşebileceğini görmek isteyenler için kesinlikle tavsiye ediyorum. İyi seyirler.  

GİZLİ YÜZ- BİR ÖMER KAVUR FİLMİ


44.film yazısı ile beraberiz. Havalar kasvetli olunca iyi gider diyerek psikolojik bir film izlemeye niyetlendim. Çayı demleyip bardağımı doldurduğumda karşıma Gizli Yüz çıktı. Orhan Pamuk'un Kara Kitap adlı eserinden yola çıkarak senaryosunu da kendisinin yazdığı film tam da benim sevdiğim türdendi. 

Kahramanının kendisini "Bir zamanlar herkesin unuttuğu bir ülkede küçük bir kız ile babası yapayalnız yaşarlarmış. Babası kızını öyle çok severmiş ki, bambaşka bir hayatı olsun istermiş. Büyüyüp kocaman bir kadın olduğunda kızı Kaf Dağı'nın arkasındaki kuşu bulacak, bütün talihsizlerin yüzünü birbirine benzeten tılsımı çözecekmiş." diye anlattığı filmin derinliği bir blog yazısının sınırlarını aşar. Ama filme dikkat çekip izlemeyenler için de çok fazla ipucu vermeden bir şeyler karalamak da filme vefa borcudur diyerek bir kaç noktayı vurgulayacağım.

Bir yerlere yetişme telaşıyla yaşadığımız şu günlerde filmin temposu özellikle genç seyirciye ağır gelebilir ama popüler kültürden yakasını azıcık kurtararak bireyselleşme yoluna girmiş her kişiye hitap edecektir diye düşünüyorum. Çünkü hayat, ancak yavaşlayarak farkına varılacak tatları taliplerine sunar. 

İstanbul'un binaya boğulmadığı, sokaklarından hallaçların, oduncuların, eskicilerin geçtiği zamanlarda, 1991 yılında çekilen film çok daha öncelere aitmiş gibi duruyor. Oysa sadece 27 yıl geçmiş. Ve biz artık bu filmdeki her şeyden öyle uzağız ki, kaybettiğimiz her ayrıntı bizden çok şeyler götürmüş. 

Nerede o eski günler nostaljicilerinden değilim. Her günün her gelişmenin artısı ve eksisiyle hayatımıza kaçınılmaz yönler verdiğini düşünürüm. 

Zaman değişir, ihtiyaçlar başkalaşır, akışın önünde durulamaz. Ama kabul edelim ki, insanın yer yüzüne çıktığı günden beri değişmeden süregelen anlam arayışı bu diyarı terk edene kadar devam edecektir.  
Bu nedenle değişen şartlara uyum sağlarken ruhları oyalayacak değil doyuracak yollar bulmak zorundayız. Bunun en kestirme yolu dışımızdaki kargaşaya rağmen içimizde basit sakin bir dünya kurmakta. Bu yol ise kestirme olduğu kadar zorlu. 

Yaşamak için çok çalışmak zorundaysanız ya da küçük çocuklarınız varsa günün sonunda yorulup yatağa düşmeniz büyük olasılık. Uyandığınızda aynı tempo ve çarkları arasında ezildiğiniz hayatın boğuculuğu karşısında içinizde yol almak epey zahmetlidir. Ama bu yolculuğa çıkmazsanız zamanla hayat anlamsızlaşır ve devam edecek gücünüz kalmaz. Bu nedenle bizim elimizden tutup böylesi yolculuklara çıkaracak sanat eserlerinden faydalanmalıyız. Kitaplardan destek almalı, filmleri giriş kapısı yapıp iç yolculuğumuza bir an önce çıkmalı ya da yarım kalan yola devam etmeliyiz.  

Filme geri dönecek olursak, kahramanlar, bir saatçi, onun fotoğraflarını çeken bir genç ve o gencin aşık olduğu gizemli bir kadın. Masal tadında film insanı saatler eşliğinde bir düşünce yolculuğuna çıkarıyor. 

Saatler dikkatimi hep çekmiştir ama yıllar içinde nedendir bilinmez, tik taklarından rahatsız olmaya başladım. Hele ki bazı duvar saatlerinin zamanın akışını her an başıma bir çekiç indirircesine hatırlattığı saatlerden hiç haz etmiyorum. Yattığım odada, gecenin karanlığında böyle bir eziyete katlanamam ve saatin sesini keserim. Bunun sebebini epey düşündüm. Yarı ölüm denen uykuya dalarken azalan zamanımın hatırlatılmasını istemiyor olabileceğime kanaat getirdim.   

Böyleyken bir saatçinin baş rolde yer aldığı, saatin imge olduğu, gerçek öykülerle başlayıp insanı bir hayalin içinde bırakan kurgudan etkilendim.

Sağlam metinler, kaliteli diyaloglar, imgesel bir anlatımla Gizli yüz gizem dolu bir sinema filmi imiş.

Orhan Pamuk'u okurken zevk almak için aşılması gereken bir eşik vardır. Okumaya gönül vermiş her edebiyat aşığı biraz zaman ve emek harcadıktan sonra onun zengin dünyasına girer ve tutkunu olur. 

Marketlerde satılan kitaplardan oluşan kütüphanelerle süslenmiş evlerde kalplere konuk olmaz. O her yazdığı ile Nobel'i hak ettiğini ispatlar. Kurgusu ve anlatım becerisi ile romancılar arasında üst bir dile sahip olduğunu hatırlatır. Senaryosunu kendi kitabından bir uyarlama ile yazarın kaleme aldığı filmi izlerken, bu düşüncelerim daha da güçlendi.

Gizemli kahramanına "Bir yüzü diğerinden ayıran nedir? Bir hikaye! Anlamlı bir yüzün hep hikaye anlattığını söylerdi babam." dedirten yazar bir başka kahramana da, "Bir yüze bakarsın, hayale kapılırsın. Ama göz açıp kapayıncaya kadar hayal kaybolur. Hayal artık aklında ama doğru mu? Her zaman yanında olmalı, aklında değil... Yoksa yanarsın" diye söyletiyor.  

Bu film yarım asır önce çekilmiş. Yani henüz cep telefonlarının esiri olmadığımız günlerde. Şimdiyse saatler digital. Her şey gibi insanlar da sayılardan ibaret. Kelimelerini kaybetmiş. Saatlerin göremediğimiz o gizli çarkları arasına sıkışmış. Hayallerini aramaktan vazgeçmiş. 

Oysa herkesin takılı kaldığı bir "an"ı, anı vardır. Ruhunun gizli çarklarında ezildiği, bozulduğu, hayatın durduğu, bir zaman sonra yeniden çalışmaya başladığı onu ölümüne taşıyan bir saati elbette vardır. Sesi kesilmiş de olsa, rakamlara hapsetse de bize gerçekleri de hayali de hala saatler hatırlatır.

Film "Bir zamanlar bir ülkede bir hırsız yaşarmış, hayal hırsızı. Rüyalara girer, beğendiklerini çalarmış. İnsanlar uyanır ama artık anılarını hatırlatacak nesneler çalındığından rüyalarını bir türlü hatırlamazmış." derken bizi de bir hayal aleminin kapısının önünde bırakıyor ve bundan sonrasını yalnız yürüyeceksin diye salık veriyor. 

Siz siz olun, hayallerinizi çaldırmayın. Anlardan ibaret hayatınızı zayi etmeyin. Saatinizin tik takları ne söylüyor eğilip kendinize kulak verin.  

Filmin Künyesi

Gizli Yüz, senaryosunu Orhan Pamuk'un yazdığı, yönetmenliğini Ömer Kavur'un yaptığı 1991 yapımı Türk filmidir. Pamuk senaryoyu Kara Kitap'taki "Karlı Gecenin Aşk Hikâyeleri" adlı bölümde bahsi geçen bir hikâyeden yola çıkarak yazmış ve 1992 senesinde kitap haline getirmiştir.

Başrolleri Zuhal OlcayFikret KuşkanSevda FerdağSavaş Yurttaş ve Rutkay Aziz paylaşmıştır. Film 1991 yılında Antalya Film Festivali'nde en iyi film ve en iyi senaryo ödüllerini, yine aynı yıl Montreal Yeni Sinema Festivali'nde en iyi film ödülünü almıştır.

MODİGLİANİ-2004

Sinema Günlüğü yazılarına 43. film ile beraberiz. Bu sefer çok detaylı bir yazı yazmayacağım. Ressam olan ve daha 35 yaşında iken ölen bir adamın biyografisinden uyarlanmış. Ressam Picasso ile aynı dönemde Paris'te yaşayan bu adam genç bir ressam olan kadınla evleniyor. Onu modeli yapıyor. Önceleri nü resimler yaparken karısından sonra portreler yapıyor ancak gözlerinin içini çizmiyor. Daha fazla spoiler vermeyeyim ama detaylarla ilgilenenler için bir adres bırakayım buraya.  

Benim film boyunca gözlemlediğim, şimdilerde pek de rastlamadığımız romantik tutumla, 19 yaşındaki genç kadının tüm engellere rağmen aşkının peşinden gitmesi idi. Sevdiği adamın da bunda katkısı büyük tabi. Tutkusu, vazgeçmeyişi ile aşkın her hal ve şartta büyülü bir şey olduğunu gösterdi. 

Jack London'ın Martin Eden adlı romanını çok severim. Tıpkı oradaki kahramanın bahtsızlığı ressamı burada buldu. Bohem bir tarzı yoksul haliyle yaşayan bu iki kahraman hızlı yaşa genç öl kaidesine yenildiler. Bu bağlamda ikisi için de üzüldüm. Belki de hepimiz içindir üzüntüm. Bir laf vardı hani. Bir tahta kaşığın üzerinde görmüştüm ilk defa. 

"Tandır kıvama geldi hamur tükendi, işler kıvama geldi ömür tükendi" 

Durum budur !Romantik bir drama isteyenlere tavsiye ederim. 

TÜRK KAHVESİ ya da "Sevdikçe sevesin gelir"



Bugün #DünyaTürkKahvesiGünü imiş. 

Kahvenin, çayın aşkla ilişkisi olmalı. İçtikçe içesiniz geliyor ya hani, sevdikçe sevesiniz geldiği gibi...
  
Ben tam bir çaykolikim ama her gün kahve de içerim. Farklı tatları da dener ama yine hep ilk sevdiğim kahveyi, çayı isterim. 

Her gün bir fincana hayır diyemeyen biri olarak şekeri bırakmaya çalıştığım bu günlerde karışım kahvelerden birine denk geldim ve içinde salep dahil bir çok hafifletici doğal katkı sayesinde acı kahve içmekten kurtuldum diyerek sevinmiştim ki bir de baktım Türk kahvesi günüymüş:)) 

Bir yandan buna gülerken bir yandan da mırıldanıyorum: Hep bir zamanlama hatası ile geçip giden ömrüm için artık olumsuz düşünceyi şekerle beraber hayatımdan çıkarıyorum. Şimdiye kadarki yargılarımı, yanlış düşüncelerimi, beni ben olmaktan alıkoyan her şeyi iptal ediyorum ve kendimi akışa bırakıyorum. 

Bu vesileyle acı kahve sevmeyenler için destek hattı kuruyor, karışımlı kahveler de Türk kahvesinden sayılsın kampanyası başlatıyorum.

Hikayesi anlatılır hani bir #acıkahve ni içmeye geleceğim demek görüşmemiz kısa olacak, bir uğrayıp geçeceğim demekmiş. Çünkü kahve ne kadar uzun sürede pişerse tanelerin içindeki lezzet o derece fazla ortaya çıkarmış. 

Hızlı piştiğinde ise olgunlaşmamış insan gibi damakta acı bir tat bırakırmış kahve tanecikleri. O lezzet bombacıkları pat pat patlamadan kahve kıvamını bulamazmış.  

Şimdi elektrikli cezvelerde görünürde bol köpüklü Türk kahveleri dakika bitmeden pişiyor, süslenmeyi abartıp sokağa fırlamış bir ergen gibi fincanlara doluyor. Bir çırpıda önümüze geliyor, tüketilip geçiliyor. Olmadan, olduramadan içilen kahveler gibi yaşanmadan geçip gidiyor ömürler... 

Hız çağındayız diyorlar. Tüm lezzetler, hatta tadını çıkara çıkara yaşamak hakkı elimizden böyle alınıyor işte. 

Oysa özellikle sosyal medyada görüntüler, akışlar, sözler çok güzel. Ama hep bir şeyler eksik, kaçırdığımız bir öz, bir tat var, bir sevda, bir ömür, bir özlem, gerçek bir tutku...

 İnstagram daki kadar güzel olsaydı herşey, insanlar bu kadar iyi, bu kadar sevgi dolu, bu kadar güzel olsaydı bu çirkin dünyada yaşar mıydık? 

Ya da ne bileyim, Twiteer daki kadar "Duyar kas"ılsaydı, bu kadar çekilmez olur muydu acılar? 

Yaşam sevinciniz niye bu kadar çok diye büyükleri ile dalga geçen ergenler, sokakları, cafeleri doldurmazdı. Bir idealleri olsa, sahte şişirme formüllerle binlerce takipçiye eriştikten sonra sevgisizlikten, amaçsızlıktan öldüklerini gösteren sorular sorarak yani kendi deyimleri ile "boş yaparak" geçirmezlerdi zamanlarını.   

Hasılı kelam, köpüklü kahvelere, çok takipçili sahte gülüşlere, öldüm bittim aşktan diyen üç günlük heveslere kapılmamalı, kalpten gelmeyen canım cicimlere aldanmamalı ki ağzımızda acı bir tat kalmasın. 

İnsan da, kahve de, aşk da ağır ağır pişince güzelleşiyor. 

Aşkınız daim, hayatınız onunla kaim, kahveniz lezzetli, takipçiniz gerçek ve yürekli olsun... 

#DünyaTürkKahvesiGünü nüz mübarek olsun :)) 


Çam Ağacının Gölgesinde Ekşi Sözlükte

Ekşi Sözlük sürpriziyle karşılaştım bugün.  Oradan verilen linkteki yazı aşağıdadır:  Medium sitesinde yayınlanmıştır.  Teşekkürler Handan K...