ULAY ÖLDÜ DİYELER ... MARİNA ABRAMOVİC'E YA DA AŞKA BAŞSAĞLIĞI




Ben dün hastanelerde kendimden geçmiş koştururken duymamışım. Bambaşka bir şey yazmak için bilgisayarı açtığımda fark ettim haberi, Ulay ölmüş dün. 

Ölümlerin gözyaşı olup aktığı bu günlerde acıdan dilsizdi yüreğim. Büyük acılar sessiz yaşanır çünkü. Lakin dışarı çıkınca yeniden fark ettim ki, hayatın bir döngüsü var ve ateşin düşmediği her yere bahar gelmiş. İnsanlar nefes almak için kendini güneşli sokaklara atmış. Koca bir cenaze evi gibi olan memleketimin dağlarına, kırlarına, caddelerine gelen erken baharı kutluyor. 

Hayat hızlı akıyor, yaslar da aşklar da kısa sürüyor artık. Bu benim canımı yakan bir durum olduğundan belki de Ulay'ın ölümü haberi dikkatimi çekti.


Herkesin birini bulup birbirini bulmasının mucize olduğu bu dünyada, hele de şimdilerde pek rastlanmayan bir aşkın uzun yıllar taşıyıcısı olmuş bir adam Ulay. Öyle olunca benim de yanaklarımdan bir kaç damla yaş süzüldü, yitirdiğimiz her şeyle beraber aşk için, geride kalan aşıklar için... Ulay için.  Oysa onu hiç tanımıyorum. Adını da 2010'da Marina'nın performansına aniden çıkıp gelişinin tüm dünyada TT olması ile duydum, herkes gibi. İzlemeyenlere mutlaka tavsiye ederim. 

Ölüm haberini okur okumaz Marina'yı düşündüm hemen. Otuz bir yıl önce ayrıldığı adamın arkasından ne hissetti kim bilir dedim. Bir kaç kelam edip başsağlığı dileyeyim istedim. Bir o eksikti demeyin de kulak verin, videolara göz atın. Aşkın en duru haliyle sığındığı o damlada kalbi terk edişini izleyin. 

Acaba bu ölüm haberi ile, yirmi bir yıl sonra onu gördüğü gün tutamadığı gözyaşları yine istemsiz dökülmüş müdür? Yoksa bile isteye birlikte geçen zamanların anılar gelgitinde hüngür hüngür ağlamış mıdır?, diye düşünmeden edemedim. 

Bunca zaman sonra, artık ölmüş birinin ellerini eskisi gibi sıkıca tutma isteği duymuş mudur?, diye de merak ettim.

Uzun yıllar ayrı hatta birbiri ile davalık olan yetmiş dört yaşındaki eski çiftin 2018 de barıştığı haberleri de çıkmıştı. Bir kitap hazırlayacaklardı ama sonra Marina'nın kitap haberi geldi. Dünyanın en cesur gösterilerini yapmış bir asi, üzerine kurulmuş her baskıya karşı durmuş bir kadın olarak yetmiş yılın muhasebesini yapan Marina, hayatını evrelere ayırıp doğrusu yanlışı, aşkları ve pişmanlıklarını tıpkı performanslarında olduğu gibi tüm çıplaklığı ile yazmış İngilizce yayınlanan kitapta. 

Verdiği röportajda Şöhretin başını döndürüp döndürmediğini soran gazeteciye "25’imde şöhret olsaydım belki durum değişirdi. Aman canım, 50’sinden, 60’ından sonra gelen şanı şöhreti kim ne yapsın… Değişecek halim mi kalmış? 60’sından sonra ünlü olmak angaryadan başka bir şey değil. Woody Allen’ın dediği gibi: “Doğru. Bugün bir yıldızım. Yarınsa koca bir kara delik” diye cevaplayan kadın kendini hiç bir yere ait hissetmediğini de şöyle ifade etmiş: "Amerikan değilim. Sırp değilim. Hollandalı değilim. Ben kimseyim. Göçmenim. Benim memleketim dünya. Ülkelere, bölgeleri ayrılmamış, tek başına kocaman bir memleket olan dünya." 
Bu arada sanatçının büyük annesi de Türk imiş. Kendisi de Yugoslavya'da büyümüş. Hayatı boyunca iki büyük aşkı olmuş. İşte Ulay bunlardan biri. Bilmeyenler için hikayenin kısa bir özetini geçelim, detay isteyenler burayı tıklayabilir.

Bana her şeyi yapabilirsin” adlı birperformans çalışması ile 1974  yılında adını duyuran Marina Abromovic’in 1975’te aşık olduğu adam Ulay. 1976'da ilk eşinden boşanan sanatçı, tam on iki yıl, yani 1988 yılına kadar filmlere konu olacak derinlikte bir aşk yaşadığı Umay ile Çin Seddinde bir performans sergilemek ve orada evlenmek istiyor. Ama çok bilinmeyenli bir denklem olan hayat, performans sanatlarının ustası olan kadına bambaşka bir sürpriz hazırlıyor. Çin Seddi performansı için bir türlü gerekli izinleri alamıyorlar. Bir gün bekledikleri o iznin haberi geliyor ama ikilinin ufak dedikleri bir sorunları var. Ulay, büyük aşkını aldatmış ve beraber olduğu kadın hamile. 

Ulay, insanlık halleri üzerine sanat yapan, insan seven büyük bir sanatçı ve yaratımın mucizesi olan yeni bir insanın dünyaya gelişinde babası ile olması gerektiğine inanıyor. Büyük bir fedakarlık yaparak aşkından vazgeçiyor. 

Ama birbirlerine uzun yıllar tutku ile bağlı bu çift kendilerine yaraşır bir karar alıyor. “Her ayrılık vedayı hak eder” diyerek 6000 kilometre uzunluğundaki Çin Seddinin iki ayrı ucundan birbirlerine doğru yürümeye başlıyorlar ve iki buçuk ay sonra buluştukları noktada vedalaşıp ayrılıyorlar. 

Neye niyet neye kısmet dedikleri bu olsa gerek. Evlenmeyi istedikleri yerde ayrılmak... Ulay o kadınla evleniyor, Marina tek başına performanslarına devam ediyor. Belki de, uzun zaman onda tutuklu kalıyor ama ne de olsa hayat yalnız yürünen bir yol. Kimse kimseye sonuna kadar eşlik edemiyor. Bazen eşlik ettiğini sandıkların da yollarda kalıyor işte.

Şimdi olayın bir başka boyutu üzerine sesli düşünmek istiyorum. (Eşlik etmek isteyenler okumaya devam ederken bir yandan da, linkleri de tıklayıp yeni sekmede açılan şarkıyı dinleyebilir.)  

Bağlı olmak, bağımlı olmak hep tartışılan, bağlılık idealleştirilirken bağımlılık kınan bir olgu. Oysa birçok ilişki pataolji barındırır. Bunu anlamak için Sezen Aksu parçalarını dinlemek kafidir. Aklı başında yaşanacak bir şey değildir aşk. Ya da aşk sandıklarımız hep bir eksiğin yeri dolsun diyedir. Bireyler, anne ve babalarından alamadıkları ya da alırken çeşitli sebeplerle kesilen, yarım kalan, eksikliğini hissettikleri ilgi ve sevginin peşinde bir ömür geçirirler. 

Bu yolda bir çok kalbe girer çıkar, her ne kadar “Uzak benden aşk uzak artık” deseler de kilidine uyacak anahtarı aramaktan vazgeçmezler bir zaman. 

Ama sonra bir gün vazgeçmek zorunda kalır "Mutlu ol sevgilim, ben olmasam da yanında hayat gülsün sana, günahın boynunda ağlayan bir çift göz bıraktın arkanda" derken bile çelişkiye düşer, "Git, git, gitme dur yalan söyledim, daha şimdiden deliler gibi özledim" diyerek oldukları yerde mırıldanırlar acıtan, kanatan şarkıları. "Ah bu şarkıların gözü kör olsun" diye sitem yollarken "Gel gönlümü yerden yere vurma güzel ne olursun" diye de eklerler. Aslında "İyiyim"lerin arkasında nice acılar saklıdır da kimse nasıl olduğunuzu gerçekten sormadığından her şey içte yaşanan bir fırtına olarak kalır. 

Kendinde olmayanı ararken insan, tabi ki travmaları üzerinden hareket eder. Sonuç her aşk patalojiktir. İki kişinin arasında ne yaşandı, ne yaşanamadı kimse bilmez ama biraz tahmin yürütsek de ders çıkarsak kendimize hiç fena olmaz. 

Marina Abramovic baskıların yoğun olduğu bir dönemde çok da sevgi ve ilgi görmeden büyümüş, baskılara karşı duruş olarak sanatı seçmiş özgür ruhlu bir kadın. Sanki bir yanı her şeye karşı durmak istiyor ama bir yandan da kendine işkence yapılmasına müsaade edecek kadar bilinçaltı yaralı. İnsanların kötülüğünü, duyarsızlığını gösterirken kullandığı yöntemler de patalojik ama sanatın olduğu her yerde çılgınlık da bulunduğundan kabul ediyoruz kimsenin cesaret edemeyeceği şeyleri deneyen bu insanı. Bütün gençliği boyunca bedeninden nefret ettiğini söyleyen sanatçı onu çırılçıplak performanslarda sergileyerek başka gözlerden onay aradı ve buldu belki ama bunu ileri yaşlarına kadar kendinde hissedemediğini, ne zaman kendi ile aşk yaşamaya başladı ancak o zaman bedenini de sevdiğini itiraf ediyor. Belki de o da tüm kadınlar gibi tek kalıba sokulmak istendikçe, özünden uzaklaşmasına sebep olan eril düşüncenin iktidarına onların dediklerine karşı gelerek direniyor. Bir yandan da seçtiği performanslarla farkında olmadan kendini eril dilin kendisine layık göreceğini düşündüğü şekillerde cezalandırıyor. 

Her gösterisine "Bu sefer öleceğim" diyerek çıkan kadın, hem bir 
meydan okumanın hem de kendini yok etmenin yollarını aynı yerde arıyor. Kendinden soyundukça karşılaştığı benliği ile var oluşunu kutluyor. Bu esnada hayatına değip geçenler olduğu gibi uzun yıllar eşlik edenler de oluyor. Ulay da onlardan biri, belki en derini. 

Gerçek bir sanatçı olan Marina mazoşist yanı ile bağlı olduğu sanatının yanında Ulay’a da bir bağımlık geliştiriyor.  Önce rakibi iken birlikte bütün olmayı başarıyorlar. Bunda ikisinin de muhteşem insanlar olaması değil etkili olan. Bilakis marazi bir ilişki, biri bağımlılık düzeyi yüksek mazoşist, tutkulu, çılgın bir kadın diğeri de muhtemelen bu denklemin ihtiyacına cevap veren X kişisi. Adının Ulay olması bir denk geliş. Bir bağımlının aynasında kendini gören, bundan doyum sağlayan narsistik, kendine aşık bir adam. Ve ne zaman Marina ya da onun gibi kadınlar asıl aşkı yaşadığı sanata/çocuğa/hayata ve benzeri konulara daha fazla zaman ayırıp, sevgisine alıştığı adamın egosunu beslemeyi bıraktığında, emmeye alışık ilişkinin tarafı yeni arayışlara giriyordur. Tabi burada kadın/erkek taraflar değişebilir, narsist bir kadın bağımlılık geliştiren bir adamla oyuncak gibi oynayabilir. Dışarıdan sağlıksız olduğu apaçık görülen bu ilişkilerde taraflar istediğini aldığı sürece sorun çıkmaz. Ama biri değişirse dengeler alt üst olur.  

Aslında bütün uyumlu ilişkiler böyledir. Marazlı insanların birbirine iyi gelmesine mutlu aşk diyoruz ama aslında mutlu aşk yoktur diyen Aragon da haklıdır. Galiba yer yüzündeki insan sayısınca aşk var. Birliktelikler kadar ilişki çeşidi ve iyileşmeyi beraber seçmeyince ayrılıkla neticelenen sonlar...

Çeşidi, dozu, bağımlılığı, eziyeti, beni yak kendini yak, her şeyi yak diye bağırışları olsa da bu dünyada aşk var. İnanmayan tekrar izlesin, 21 yıl sonra karşılaştıklarında Marina'nın gözlerinden süzülen o dupduru duyguyu, Ulay'ın yüzündeki özrü, kadınını gördüğünde gözlerinde beliren ışıltıyı.

Dininle dinlen, toprağında Ulay... Başın sağolsun aşkın kadını Marina!    

AYNI GÖKYÜZÜ AYNI KEDER... COĞRAFYA KADER




“Kırgınım, saçılmış /


Bir nar gibiyim /


Bütün derinlikler sığ/


Sözcüklerin hepsi iğreti


Değişen bir şey yok hiç /


Ölüm hariç. /


Aynı gökyüzü aynı keder.”
                                                  Behçet  Aysan






BANA SORMA CEM ADRİAN MELEK MOSSO





Bana Sorma
Belki de hiç geçmiyor acı
Alışıyor insan zamanla
Belki de hiç kapanmıyor yara
Görmüyor insan zamanla
Bana sorma nasıl alışır insan
Bana sorma nasıl dayanır buna
Yaşıyor insan
Hep geçiyor hayat, zaman
Bana sorma ben anlatamam
Bana sorma nasıl alışır insan
Bana sorma nasıl dayanır buna
Yaşıyor insan
Hep geçiyor hayat, zaman
Bana sorma ben anlatamam
Bana sorma ben anlatamam
Belki de hiç unutmuyor bir kalp
Saklıyor acıyı karanlıkta
Belki de hiç affetmiyor insan
Ama dost kalıyor hayatla
Nasıl başlar, nasıl biter
Nasıl yanar, nasıl söner
Keskin bi şarkı kalbini
Ortasından nasıl deler
Nasıl unutur insan
Nasıl alışır buna
Bana sorma
Ben anlatamam
Bana sorma nasıl alışır insan

LANETLİ AVLU İVO ANDRİÇ


Bugün 2019 yılında ilk baskısını İletişim Yayınları’ndan yapan Balkan edebiyatının nobel ödüllü yazarı İvo Andriç’in Lanetli Avlu adlı kitabından söz etmek istiyorum. Müge Günay tarafından çevrilen kitaba Barış Özkul önsöz yazmış . Burada anlatıldığı üzere Balkan edebiyatında çığır açan yazar kendi hapsedilme deneyimi ve iradenin sınırları üzerine çarpıcı bir anlatı kaleme almış. 

Arka kapak yazısında kitabın konusundan şöyle bahsedilmiş:

Osmanlı İstanbul’undaki bir hapishanenin lanetli avlusunda toplanan Müslüman, Yahudi, Hristiyan mahkumlar cezaevi avlusunun karamsar atmosferine kişiselle tarihseli birleştiren öyküleriyle direnmektedirler. Mahkumlardan birinin öyküsü Osmanlı Şehzadesi Cem Sultan’ın sürgün ve hapis deneyimine açılırken bir başkasının öyküsü Balkanlar’ın çok uluslu mirasından baki kalmış gerçek yaşam sahneleri sunmaktadır. Lanetli avlu, öykülerine sarılan insanın cezaevinin laneti ile nasıl baş edebildiğini gösteren bir başyapıt

108 Sayfalık, ebat olarak küçük ama anlam derinliği açısından çok katmanlı bu kitaptan paylaşmak istediğim alıntılara geçmeden önce yazarın hayatından da kesitler sunmak istiyorum. Önsözde Barış Özkul’un bahsettiği hususları özetlersek:
"1892 Travnik doğumlu yazar ortaokulu Saraybosna’da bitirip üniversitede felsefe okudu. İlk gençliğinde Viyana, Graz, Zagreb gibi şehirlerde bulundu. 1914’te 22 yaşındayken Habsburg rejimini protesto ettiği için hapse atıldı. Hapiste geçirdiği üç yılda harıl harıl edebiyat ve felsefe okudu: Erken dönem yapıtlarında Kierkegaard'dan etkilenip karamsar bir bakış açısı geliştirdi.

Tito döneminde Yugoslavya’nın Tolstoy’u diye anılan Andrıc için yapıtlarında memleketi Bosna’nın önemli bir yeri vardır. Bosna tarihi üzerinden çeşitliliğe tanıklık etmiştir. 1924-1941 yılları arasında on yedi yıl Boyunca Graz, Budapeşte, Roma, Madrid ve Cenevre’de Yugoslavya elçisi olarak görev yapması sonucunda yazar altı-yedi dil öğrenmiştir. 1941’de Yugoslavlar’la Naziler arasında saldırmazlık paktı imzalandığında Andriç Berlin elçisi olarak Almanya’da bulunmaktadır. Prens Paul Hükümeti’nin devrilmesi ve Belgrad’ın Naziler tarafından işgali ile paktın hükümsüz kalması sonucunda Belgrad’a döner ve kalan dört yılı Belgrad’daki bir apartman dairesinde kitaplarını yazarak geçirir. Bu dört yılda ona Nobel ve Yugoslavya'nın Tolstoy'u lakabını kazandıran Drina Köprüsü'nü, Bosna üçlemesini kalemi alır. 

Tito’nun Yugoslavyası, Sovyetler’den farklı olarak edebiyatçılara göreli bir özerklik tanınmış, "sosyalist gerçekliğin" doğrularını yazma baskısıyla karşılaşmayan Andriç için Drina köprüsü gibi yapıtları Tito tarafından övgü ile karşılanmıştır. 

Lanetli Avlu, Andriç'in hapsedilme deneyimi üzerine yazdığı öykülerin en başarılı olanıdır.

Osmanlı toplumunun farklı yönlerini simgeleyen tipleri, sıkıştırılmış bir zaman ve mekanda buluşturan bu hapishane kroniği aslında büsbütün karamsar sayılmaz. Andriç insanın karamsarlık ve kötülük karşısındaki direncine, çevresindeki olumsuz şartları değiştirme yetisine inanmaktadır. Cezaevindeki zorluklara öykülerle direnen, irade gücüyle sebat eden mahkumlar bir zaman sonra avlunun lanetini dağıtırlar.

Lanetli Avlu iradenin sınırları ile hesaplasan bir zirve anlatısıdır. Andriç'in iradeyi zorlu bir imtihanla sınayan hapishanesi idealist, sapkın, hayalperest, düpedüz yalancı karakterlerle doludur. Mahkumları birbirine bağlayan tutkal suçluluk duygusudur.

Lanetli Avlu, suçluluk duygusunun öykülerin yardımıyla pekala aşılabileceğini, öykülerine sarılan insanın cezaevinin lanetiyle baş edebileceğini gösterir.

Öykü anlatıcısının Müslüman ya da Hristiyan, Boşnak ya da Ermeni, Türk ya da İtalyan olmasının ise önemi yoktur. Bütün büyük edebiyatçılar gibi Andriç de dinsel ve ulusal aidiyetleri eşit mesafededir

Kitap başlangıçları her zaman önemlidir. Daha ilk cümlede nasıl bir anlatımla karşılaşacağımızı anlarız. Bu değerli anlatının da giriş cümleleri şöyle:

“Kış mevsimiydi kar binanın kapısına varıncaya kadar her yeri örtmüş her şeye tek bir renk ve biçim vererek gerçek şeklinden yoksun bırakmıştı”

Biraz da kitabı, alıntılarla daha yakından tanıyalım, emeği geçenlere teşekkürümüzü sunalım ama çok da detaya girmeyelim ki okuma zevkini baltalamayalım. İşte tadımlık satırlar

“Lanetli avlunun konumu bir tuhaftı. Sanki mahkumlara daha fazla işkence olsun diye tasarlanmıştı. Avludan şehrin hiçbir tarafı görünmüyordu, ne tersane ne aşağı kıyıdaki terk edilmiş silah deposu yalnızca engin, amansız bir güzelliğe sahip gökyüzü uzaktan oradan görünmeyen denizin ötesindeki Asya kıyısının küçük bir kısmı ve duvarın ardındaki herhangi bir minarenin ya da devasa bir selvi ağacının ucu görünüyordu. Hepsi belli belirsiz isimsiz ve yabancıydı. Yabancı biri burada kendini sürekli bir tür şeytan adasında, o ana kadar hayat dediği her şeyin dışında gibi hissederdi ve o hayata yakın bir zamanda dönme umudu taşımazdı. İstanbul’dan gelen mahkumlar çektikleri tüm sıkıntıların üstüne bir de şehirlerini görememenin ve onunla ilgili hiçbir şey duymamanın cezasını çekerdi. Şehrin içindeydiler fakat sanki ondan fersah fersah uzaktılar ve bu zahiri mesafe gerçekmiş gibi acı verirdi onlara. Avlu bütün bu sebeplerle insanın iradesini hızla fark ettirmeden kırar, onu yavaş yavaş kendini kaybetsin diye buraya tabii kılardı. Kişi önceden ne yaşadığını unutur ve ne olacağını giderek daha az düşünmeye başlardı. Öyle ki geçmiş ve gelecek tek bir şimdi de, lanetli avlunun tuhaf korkunç yaşamında birleşirdi... Rüzgâr uğuldar ve her yer hastalık yayardı sanki. En itidalli kişiler bile açıklanması güç bir öfke nöbetine kapılır hınçla etrafta dolaşıp bela aramaya başlardı....

Bu toplu öfke nöbetleri geldiğinde delilik bir salgın ya da hızla ilerleyen bir yangın gibi hücreden hücreye insandan insana sıçrar ve insanlardan hayvanlara ve cansız nesnelere geçerdi... Böyle zamanlarda tüm avlu, bir devin elindeki çıngırak gibi inleyip şakırdar, insanlar içinde dans eder itişir, birbirine çarpar ve çıngırağın içindeki tanecikler gibi duvarlara savrulurdu.”

“Biri avlunun eşiğini geçmişse masum olamaz, yanlış bir şey yapmıştır uykusunda bile olsa. Hiçbir şey olmasa annesi onu karnında taşırken şeytani düşüncelere kapılmıştır elbette herkes suçsuz olduğunu söyler fakat bunca yıldır burada olmama rağmen sebepsiz ya da suçsuz yere buraya getirilen insan görmedim. Kim buraya gelmişse suçludur ya da en azından suçlu birine çarpmıştır. Gerek talimat üzerine gerek kendi yetkime dayanarak yeteri kadarını serbest bıraktım evet fakat hepsi de suçluydu, kimse masum değil burada. Fakat henüz burada olmayan ve hiçbir zaman da buraya gelmeyecek binlerce suçlu var çünkü bir şekilde suç işlemiş insanların hepsi buraya gelecek olsa bu avluyu bir okyanustan öbürüne kadar genişletmek zorunda kalırdık. İnsanları tanırım, suçludur hepsi, yalnızca kaderlerinde burada ekmek yemek yok (Cezaevi müdürü Karagöz'ün ifadeleri)

“Aslında asla kimseye inanmıyor gibi bir hali vardı. Yalnızca suçlanan ya da tanıklık edene değil kendine bile. Bu yüzden itirafa, herkesin suçlu olduğu bu dünyada hiç olmazsa bir tür adalet ve düzene benzer bir şey sağlamak için tek ve en azından kısmen sabit bir hareket noktası olarak ihtiyaç duyuyordu. Ve itirafı sanki kendi hayatı için mücadele veriyormuş, ahlaksızlık ve suçla kurnazlık ve kanunsuzlukla ilgili karmaşık hesabını görüyormuş gibi arıyor, yakalıyor, müthiş bir gayret sarf ederek karşısındakinin ağzından alıyordu."

“Her kederli durumda olduğu gibi lanetli avluda da en zor ve en acılı günler ilk günlerdi. Geceler özellikle katlanılmaz oluyordu”

“Yakınlık kurduğumuz kişilerle ilk temasımıza ilişkin ayrıntıları genellikle unuturuz, sanki onları hep tanıyormuş, ezelden beri bizimle birliktelermiş gibi hissederiz aklımızda kalan yalnızca ara sıra anımsadığımız birbiriyle bağlantısız görüntülerdir.”

“Gördüğü ilk şey, küçük, sarı, deri cilti bir kitap oldu. İçini yoğun sıcak bir sevinç duygusu sardı. Bu duvarların çok uzağında kalan, gerçek dünyaya ait kaybolmuş, insani bir şeydi bu, bir düş kadar güzeldi ama pusluydu”

"Sabah saatlerinde bir çok defa karşılaşıp ayrıldılar ve her seferinde birkaç kelimeyle havadan sudan konuştular. Hapishane sohbetleri böyleydi; tereddütle başlardı ve sonra konuşmayı besleyecek yeni bir şey bulunamazsa hemen her iki tarafın da söylediği ya da duyduğu şeyi irdelediği güvensizlik içeren bir sessizlikle sona ererdi.”

“Gökyüzünde oluşan ve o yüksek duvarların arkasındaki selvi ağaçlarının incelmiş uçlarına düşen kızılımsı aydınlık o noktadan görünmeyen şehrin öbür ucunda bir yerlerde güneşin hızla baktığını gösteriyordu bir süre bütün avlu pembe bir parıltıyla doldu fakat hemen sanki kare bir kase kendi yanına devrilmiş gibi boşaldı ve akşamın ilk gölgeleri düşmeye başladı. Gardiyanlar, dağılmış, başına buyruk bir sürü gibi aldığı, avlunun uzak köşelerine kaçan mahkumları içeri sürdü kimse günü terk etmek ya da boğucu hücrelerine dönmek istemiyordu”

“Her zaman çok konuşan kişileri az çok yargılama eğilimi gösteririz. Özellikle de onların üzerinde doğrudan bir etkisi olmayan bir şeyden söz ediyorlarsa hatta bu tip insanları usandırıcı gevezeler diye küçümseriz. Fakat bunu yaparken bu insanın son derece sıradan ve insani sayılabilecek bu hatasının iyi tarafları olduğunu da görmeyiz. Çünkü eğer gördüklerini ve duyduklarını ve bu bağlamda deneyimlediklerini veya düşündüklerini konuşarak ya da yazarak tarif etme ihtiyacı duyan böyle kişiler olmasaydı başkalarının ruhsal durumları ve düşüncelerine, başka insanlara ve sonuç itibari ile kendimize hiç görmediğimiz ya da görme şansımızın olmadığı farklı kentler ve diyarlara ilişkin ne bilebilirdik çok az şey, çok az”

“Ben" tesirli bir kelimedir. Bunu söylediğimiz kişilerin gözündeki konumumuzu kaçınılmaz ve kesin bir biçimde belirler. Bu konu genellikle kendimize ilişkin bilgimizin çok ötesinde ya da gerisinde kalır. İrademizin ötesine geçip gücümüzü aşar. Bu korkunç kelime bir kez söylendiğinde, bizi, kendimizle özdeşleştirmeyi aklımızdan bile geçirmediğimiz fakat aslında içimizde ne zamandır bütünleştiğimiz tüm düşlerimizi de anlatımlarımızla ilişkilendirip özdeşleştirir.

“Avludaki hayatın hiçbir zaman gerçek anlamda değişmediği doğruydu. Fakat takvim değişiyordu ve takvimle birlikte her birimizin önündeki hayat tasviri de değişiyordu. Karanlık daha erken çökmeye başlamıştı. Herkes sonbahar ve kışın kapıda olmasından uzun gecelerden soğuk ve yağmurlu günlerden korkuyordu. Hep aynıydı hayat, dar ve giderek loşlaşan akşam belirgin bir şekilde değişmeyen fakat her geçen gün bir iki parmak daha daraldığını hissettiği bir koridor gibi uzanıyordu önünde.”

“Kendi kendime masum bir insan olarak tutukluluğun çok uzun sürdüğünü düşünüyordum o zavallı Kamil'le vakit geçirirken ve onun için endişelenirken bir şekilde kendimle ilgili şeyler, başıma gelen talihsizlik daha az aklıma geliyordu. Fakat artık bu düşüncelerden sıyrılamıyordum. Kendime sabırlı olmam gerektiğini söylesem de sabrım buna yetmiyordu. Uzun geceler, ondan da uzun gündüzler ve ağır düşünceler en kötüsü de masum olduğumu biliyordum fakat ne sorgulanmıştım ne de dışarıdan biri bana herhangi bir haber getirmişti. Bunu düşündüğümde kan beynime sıçrıyor, gözüm bir şey görmüyor diye avazım çıktığı kadar bağırmak istiyordum fakat bunu bastırıp tek kelime etmezdim. İçten içe kendimi kemirir, başıma daha neler gelecek diye düşünüp dururdum onlarca şey geçerdi aklımdan fakat bir çıkış yolu bulamazdım. Hiç bir yerde konuşacak biri yoktu. O aylaklık da mahvediyordu beni. En kötüsü oydu. Alışkın değildim buna, ne kitap vardı ne bir alet”

“ birbirimizi biraz daha iyi tanımaya başlayınca ona kim olduğumu nereden geldiğimi söylediğimde insanların görmesine müsaade ettiğinden daha zeki ve tehlikeli olduğunu fark ettim. Bir tür siyasetçi havası vardı, latife üstüne latife yaptı sonra yanıma oturdu kahkaha atarak şöyle dedi "Ah iyi adamdır iyi adamdır Karagöz" şaşırdım "iyi derken neyi kast ediyorsun, şeytan alsın öyle iyiliği" "yok yok şu anda doğru yerdeki doğru adam o" diye yanıtladı ardından oldukça farklı bir tonda "Bir devleti ve yönetimi tanımak ve istikbalin ne olduğunu bilmek istersen o ülkede kaç tane namuslu masum insanın hapiste olduğuna ve kaç suçlu ve kötünün serbest dolaştığına bakman yeterli" diye fısıldadı. "En iyi gösterge budur." Sonra ayağa kalktı ve elleri cebinde Karagöz gibi bağırıp yine hepimizi güldürerek uzaklaştı”

Dilinin berraklığı, kaliteli çevirisi ve insan ruhunu okuyan yazar dehasının satır aralarına sızdığı bu kitaptan alıntılar sundum size. 

İyi okumalar !

BİR KADININ GÖZYAŞLARI 2012


SİNEMA GÜNLÜĞÜ 91.FİLM 

-Spoiler içerir -


Çok başarılı bir drama diye bahsedilip Audrey Tautou da görünce filmi izlemeye başladım. Öncesinde de I, Tonya'yı izlemiş, hemen de yazmıştım. Dram seven biri olarak da günde üç tane bile izleyebilir, epey gözyaşı döktükten sonra kendisi de dram olan hayatıma şükür arası vererek devam edebilirim. Buna rağmen bu filmden acayip derecede sıkıldım. Hani hız çağında falanız ya, ona inat çekilmiş, festival filmi tadında (ki festival filmlerini de severim ama bu baydı. Hele de Audrey'in hiç değişmeyen poker surat ifadesi ile fenalıklar gelse de, başladığı işi bitiren biri olarak sonuna kadar geldim. 


Aksiyon, olay takıntısı olanlar, hız isteyenler izlemesin, çekemezler. Kesin bilgi yayalım.

Kısaca özetlemem gerekirse, 1920'ler Fransa'sı, zengin bir toprak sahibinin tek kızı, komşu arazilerin sahibinin kızıyla çocukluktan beri arkadaş. Taşrada çok sıkılıyorlar, boğucu bir tekdüzelik var. Evliliğin iyi geleceğine dair umutlar var içlerinde. O zamanlar daha duygulardan konuşulmuyor. Evlilik de önceden planlanmış. Arkadaşının  ağabeyi ile evleniyor. Gelin görümcesinin bir çocuğa aşık olduğunu, her duyguyu coşku içinde yaşadığını görünce çok rahatsız oluyor. Bunu da yazdığı ve ulaştırmadığı mektupta "Seni severken gördüm ve nefret ettim" diye anlatıyor. Zaten aile de Yahudi'ye kız verilmez diyerek kızı tecrit ediyor. Ama aşık olunan adam Paris görmüş, evlilik niyeti olmayan, azıcık oynaşma şansı verdim ona diyecek türden, o zaman için taşrada ahlaksız sayılan bir adam. Gelin de çok kitap okuyan uyumsuz ama bunu dışa yansıtmayan donuk bir insan. Çocuğunu bile ağladığında kucağına almayan bu ruhsuz kadın kocasını yavaş yavaş zehirliyor. Çünkü evlilik içinde sıkılmış ve aileler siyasetçi olduğundan boşanması mümkün değil. Zehir fark edilince yargılanıyor ve tüm zenginler gibi yargının da elinden kurtulsa da kocası onu taşradaki o boğucu yerde bir çatı odasına kapatıp bir nevi hücre cezası veriyor. Ymeden içmeden kesilen kadın çok zayıflıyor. Aylar sonra kocası bunu görünce onu iyileştirip boşuyor. Paris'te bir dairede yaşamasını sağlıyor. Kadın yüzünde hafif tebessüm kalabalıklara karışmışken film bitiyor. (Ay böyle anlatınca epey olay olmuş gibi göründü gözüme Ama iki saatte olduğundan film bitmek bilmedi, manzaralarsa güzeldi bakın; yeşile de maviye de doyuyorsunuz.) 

Sonuç, erkeklere uyarı, kitap okuyan kadın evliliğe uygun değildir:)) Kadınlara çağrı: Boşanmak mutluluk getirir. Hoş bu eleştirilen mantık ve bakış açıları Fransa' da 1920'lerde varmış. 2020 Türkiye'sinde ise hala geçerli.  Bir yüz yıl daha da böyle gideriz gibi.

   

DİPSİZ GÖL SÖYLEŞİSİ EDEBİYATHABER'DE

Handan Kılıç: “Bir ülkede kadınların kızların, çocukların, hayvanların güvenliği yokken sadece kadınlar değil kimse mutlu olamaz” Eylül 9, 2...