Öykü küçürek, ölüm gerçek

 


Ah be dünlük!


2 Aralık 2020 akşamı da, her Çarşamba olduğu gibi küçürek bir öykü yazmak için zoom da bir araya gelmiştik. Hocamız, kendinizi aktarda satılan ama rafta kalmış bir baharat türevi gibi düşünerek kişileştirme sanatıyla bir öykü yazın demişti. Ben de kaptırmış kendimi sahlep yerine koyup Aktar Efendiye basiretsizliği yüzünden söyleniyordum ki, önüme bir mesaj düştü: 




“Halam ölmüş” Kardeşimin gönderdiği bu mesajla, yazdığım kelimenin ortasında kaldım. Bu ani haber karşısında önce başım döndü, ekrandaki sesler karıştı, resimler silikleşti, gözlerim doldu ve son günler hızla zihnimden aktı. Geçen hafta beraber kaldığı arkadaşı ile birlikte pek de adeti olmayan bir menü yedikten sonra kendini kötü hissedip kalp ilaçlarının dozunu karıştırınca rahatsızlanmıştı. Bir gün önce de, "Ben öleceğim galiba, hiç tadım yok bu günlerde" demişmiş yengeme. Bunu şimdi öğrendik tabi. İki oğlu da uzakta olunca yeğeni acile götürmüştü. Yaşı itibariyle yoğun bakıma alıp bir kaç gün toplansın diye hastanede tutuyorlarmış ki, orada covid bulaşmış, birkaç gün daha yoğun bakımda kalmasını uygun görmüşlerdi. Doktor olan oğlu da süreci sıkı takip ettiğinden içimiz rahatlamıştı. İki gün önce servise çıkardılar. Bu gün de hastaneden taburcu edeceklerdi. Telefonla (Konuşacak hali olmadığı için) bir türlü konuşamadık ama sürekli durumunu sorduğumda iyi diyorlardı, sevinmiştik. Dün normal yemeğini yemiş, çocukları ile konuşmuş, iyi olduğunu görüp refakatçisi ile bırakarak eve gitmişler ki, kötü haber gelmiş. 


Kovit ilaçları için, damar yapısını bozarak pıhtı atmasını sebep oluyor diyorlar. Bu sebeple iyileşti denip hastaneden eve gönderildikten sonra bile ani ölümlere rastlanıyormuş. Hasılı kelam doktorların neden ve nasıl olduğunu anlayamadığı şekilde dün gece halam öldü. Ölüm raporuna “Doğal ölüm” yazılmış. Tabi bulaşıcı hastalık ifadesi de geçmiş ki, covit protokolüne göre yıkansın. Cenazeyi alan evlatları sırayı göreceksiniz, her yer koronalı cenaze diyorlar. Bu hastalıktan ölenleri ayrı gömdükleri mezarlıklar dolduğundan artık cenaze sahiplerine veriyor, diledikleri yere gömebileceklerini söylüyorlarmış.  


Halam, sülalede tanıdığım en neşeli, en hayat dolu insandı. Ah be biricik halam, çocukluğum, gençliğim onunla aynı sokakta, aynı bahçede geçti. Artık her ölenle yiten sadece sevdiklerimiz değil, bizim de hayatımızdan bir parça gidiyor toprağın altına. Yaşamımızın şahitleri azalıyor. Yaşlılara yakıştırılan o ölümlerin yeni adayları önü boşalanlar olurken arkadan gelenler sen kendini genç hissetsen, sağlıklı olsan da, yetişkinler arasında kendine yer açmak için seni oraya doğru ittiriyor. Oysa biliriz ki, ölüm hak ama her ölüm erken ölümdür. 


İnsan hayat yolunda nice çilelerden geçer. Halam da daha bebekken babasız kaldığı, babaannesinin oğlumun acısını tazeler diyerek görmeyi reddettiği, annesi, ananesi, teyzesinin ailesi ile anne karnında yetim kalan amcamla başladığı dünya yolculuğunu seksen yaşını göremeden bitirdi. İkiz gibi yakın büyüdüğü amcamın küçük bir çocuk gibi hıçkırıkları akşamdan beri kulaklarımda.


"Anasız çocuğun babası olmaz" derler, anne çocukların başında olduğu sürece aileyi beraber tutar demektir bu. Babaannem de mecburen güçlü olmayı öğrenmiş, yirmi dört yaşında dul kalmış bir kadın olarak dedemle ikinci evliliğini yaparken yetim çocukları amcam ve halamı kırmızı çizgisi olarak belirtmiş. Dedem de, genç yaşına rağmen onları öz baba gibi koruyup kollamış. Biz hiç üveylik bilmeden büyüdük. Bu yüzden biz halamı, o da bizi çok severdi. 


Bugünlerde sıkça tekrarlanan ve dünyadaki sorunların merkezi gibi yüklenilen annelerle ilgili bir söz var; "Annenin doyuramadığını kimse doyuramaz." Ah o anneleri kim doyuracak hiç düşünzler, destek olmazlar da ahkam keserler sürekli ama sözde haklılık payı mevcut. Hatta bu söze "Babanın doyuramadığını da kimsenin doyuramayacağı" eklenmeli ve hayatında bu büyük boşluklar olan insanların yaralarını bir ömür taşıdıkları, kendilerini iyileştiremediklerinden bir türlü istedikleri gibi anne-baba olamadıklarını hatırlamalı. 


Halam da hayata bir sıfır yenik başlamış bu mahzun hali ile, küçükken bir defasında, teyzesinin kızının "Baba" diye seslenmesine özenerek eniştesine baba demiş. Amcam o an öfkeyle dönüp bir yaş büyük ablasına tokat atmış, "Bizim babamız yok, bir daha kimseye baba demeyeceksin" diye uyarmış. Bu yüzden dedeme de “Abi” derlerdi. Dedem, babaannemin aşkıyla pervane yaşadığından, onun evlatlarını pozitif ayrımcılıkla kendi evladından daha çok sevdi, torunlarını hiç ayırmadan büyüttü, beraber elli yıl geçirdiği karısının ayrılığına dayanamayarak ondan sekiz yaş genç olmasına rağmen yirmi sekiz gün sonra  yanı başındaki mezarda yerini aldı. Halam, amcam ve kuzenlerim için bir şanstı ama kimse kimsenin yerini dolduramaz bu hayatta. Dedem de hep bir ağabey olarak, halamla amcam ise kendi kalplerindeki boşlukla yetim kaldı.    


Halam, nice zor günler yaşasa da, her insan gibi güzel zamanlar da geçirdi elbet. Pandemiye kadar eve girdiğini görmek zordu. Geçen yıl haftada altı gün "Gün"ü vardı. Evde daralırdı. Yakın oturunca da bize, amcama sık sık uğrardı. Geldiğini zilin çalışından anlardık, elini kaldırmazdı, aceleciydi. 


Güler, güldürür, “Ay kızzz” diye kahkahayı basardı. Babaannem de, öyleydi. Çekinmeden ağız dolusu sahici gülen insanların çok acılardan geçtiğini artık anladım. İnsan bir noktaya geliyor aman o da mı dert deyip her şeye duyarsızlaşıyor hayatta. Halam da, gülüp geçmeyi öğrenene kadar epey bir zamanı kederde, hüzünde geçirmiş, çilenin alfabesinde sonlara geldiğinde umursamaz, çocuk gibi saf, samimi bir gülüşe geçmiş, her insanı batıran hırslardan arınmıştı. Ben kendimi bildim bileli kahkaha atmayı seven, altın  günlerinin neşeli müdavimi,  turların gedikli turisti, düğünlerin hemen sahneye koşup oynayan nazsız kadını olarak gördüm onu. Benim gibi, kız çocuğuna hasret olduğundan mıdır bilinmez, iki oğlan kardeşinin ismini söylerken bile “Ay kız Hüseyin...” diye başlayan, televizyonda sevdiği bir müzik çalsa kalkıp oynayan hayat dolu, gezmeyi seven bu insanı evde durmak, Kovit yasakları bunaltmıştı ama pandemiyi yendi derken gitti işte. 


Bir de şansına, neredeyse tüm yaz ve sonbaharı oğlunun yazlığında geçirmiş eve yeni döndüğü hafta yüz yıldır görülmemiş şiddetteki depremi de yaşamıştı. Son zamanlarında uzun uzun oturamadık. Çok sevdiğimiz “Çulama”sını son bir kez yiyemedik. Gurbetten geldik mi yapar getirirdi hemen. Bize örgüler örer, en sevdiği alışveriş olan züccaciyelik ürünler alır, hediye ederdi. Yeğenlerinin çocuklarını da torunlarından ayırmazdı. 


Onu en son İzmir depremi olduğu gün gördüm. Telaş içinde depremden sonra tekrar binaya girdiğimde, kendi evinde korkunca amcamların kata inmişler, beraber olunca da neşesi yerine gelmiş olmalı ki, yengem, ben, komşular telaş içinde evlerden çıkmak isterken o “Gel kız, kahve içelim” diye ısrarla içeri çağırmıştı. "Sokaktayım kaç saattir, siz risk grubusunuz, giremem hem ne kahvesi, depremin artçıları gelir, çıkın dışarı hala ya!" diyerek asansöre binmiştim. Söz dinlemeyeceklerini bildiğimden hemen da kuzenimi arayarak "Bahçeye falan götürün, bak evde kalmasınlar, binada sırf onlar var" diye ısrar etmiştim. Şimdi içimi kemiren “Keşke girip son bir kahve içse miydim? “ sorusu canımı yaksa da, hasbelkader deprem kargaşasında kalabalıklardan sıyrılmışken virüsün taşıyıcısı olsam daha çok üzülürdüm diyorum kendime. 


Neredeyse yıl olacak, korona hayatımızın parçası oldu ama hala olması gereken bilinç seviyesi yakalanamadı. Yaz boyunca herkes gevşedi, rakamlar düşük olunca kimse önemsemedi.  Zaten bu gün bu kadar çok can kaybı olmasının sebebi virüsün ne kadar ciddi olduğunun, maskenin çok önem arz ettiğinin, ev oturmalarının felaketi büyüttüğünün halka bir türlü gerekli ciddiyette anlatılmaması değil mi? İzmir’de, hem de genelde eğitimli kesimden oluşan çevrelerde bile ailesinden biri ölmeden kimse durumun ciddiyetini anlamıyor. 


Halam da “Aman kız, ne koronası bulaşacak aynı apartmanda, evdeyiz işte” dediğinde “Bak ev içinde beraber otururken bile maske takmamız lazım, bu asansöre kardeşime iniyorum diye maskesiz binme, dar alan, virüs uzun saatler havada asılı kalıyor” dediğimde "Boş ver, evham yapmayın bu kadar" deyip içeri gitmişti. 


O hastanedeyken evdeki arkadaşı ile konuştuğumda, "Beni dinlemiyor. Artık avuç dolusu hap içmek istemiyormuş." diye aktarmıştı sözlerini. İnsan ölümü seçermiş derler. Ne kadar doğru bilmiyorum ama belki hayattan  yorgunlukla mücadeleyi bırakmaktır kastedilen.


Yirmi sekiz yıl önce bu gün vefat eden dedem de, bu tarz bir söyleme girmiş, hastalığı yokken ani bir trafik kazasında vefat etmişti. Ölümün soğuk yüzüyle karşılaştığım o ilk kayıp küçücük zihnimde bile bayramların tadının gitmesine sebep olmuştu. Ama artık ne bayramların ne de hayatın akıcı, tatminkar, yarından umut veren tadı var. 


Geçen hafta depreme dair yazıp “İyi misiniz?” diye sormuştum. Okuyanların çok etkilendiği, beni gördüklerinde yazıyı hatırlayarak sarsıldıklarını söyleyip nasıl olduğumu merak etmeleri üzerine bu gün bu yazıyla iyi olmama hakkımı kullanıyorum. 


Ve aklıma Ahmet Altan’ın çok sevdiğim kitabı “Karanlıkta Sabah Kuşları” içinden bir bölüm geliyor:

 

“Hayatta en büyük gerçekler sıradan cümlelerle açıklanır. Hayat o cümlelerin içinde saklıdır acılar aşklar özlemler yalnızlıklar kıskançlıklar hep o sıradan cümlelerin etekleri altındadır.” Der. 


“Bir de büyük cümleler vardır, kılıç kılıca değer gibi şakırdayan, meşaleler gibi parıldayıp alevler gibi yakan büyük cümleler, o cümleler de bize yalanları söyler” diye ekler.


"İyi misiniz?" sıradan bir soru. Birinin nasıl olduğunu merak etmek, tam da saf sevginin, samimiyetin hale yansıyışı. 


“Halam öldü.” ise öğeleriyle tam da basit cümleye örnek. Ama bu iki kelimeyi okuduğumdan beri göğsüme oturan öküze, gözümden akan yaşa bakılırsa hiç de basit değil. Usta tespit etmiş işte, hayat sıradan cümlelerin içinden akıp geçiyor. 


Ama işte bu sıradan sorulara, acı veren durum bildirimlerine, cevabın basit olmadığı günlerden geçiyoruz. Hatta bir türlü geçemiyoruz.  Kısılıp kaldığımız yer dar. Adeta bir çarkın içinde koşup duran fare kadar çaresiziz. Her gün bir başka haberle, yola saçılan taşlarla yaralanış, takılıp yere kapaklanış, tası tarağı toplayamama çaresizliği, kelimelerin sükutu sarıyor bizi. Sonrası hüzün, gözyaşı,  İstiklal Marşı, kapanış:) 


İstiklal marşı deyince yüzümde gülümseme belirdi. Son olarak halama dair bir anımı paylaşıp rahmet dilekleri ile son vereyim satırlarıma:


En küçük kız kardeşimin doğumu için annem, hastaneye gidince dokuz yaşındaki ben, sekiz yaşındaki kuzenim, altı yaşındaki kız kardeşimin başında halam ve ananem kalmıştı. Benim İstiklal Marşı ezberleme ödevim vardı. Sesli olarak kardeşimin doğum haberinin geldiği gece üçe kadar defalarca okumuştum. Kardeşim ve kuzenim de benim dediklerimi tekrar ederek koltuktan koltuğa atlamışlardı. Ananem ise kızı ve torununun bir avazda kurtulması için pencere kenarında dualar okurken bizimle uğraşmak halama kalmıştı. Halam da “Ay kız, yeter artık, başım şişti, bir susun, bir oturun, devirmeyin şu yastıkları” diyerek peşimizde koşmaktan helak olmuştu.


Hayat böyle işte, ağlarken güldüğümüz, düşünce kalktığımız, sevince cümle derdi sallamadığımız bir hengame. Ve hepimiz elbet şairin nerede saat kaçta, tabutumun tahtası bilmem hangi ağaçta dediği gibi yeryüzünde müddetimiz bitene kadar dolaşacak sonra tek gerçek ölümle karşılaşacağız. O vakte kadar kıymetlilerimize onları sevdiğimizi söylemeli, tüm zorluğuna rağmen iyilikle yad edileceğimiz bir hayat yaşamaya gayret etmeliyiz. 


Zor zamanlarda da, hayatın elbet bir gün biteceğini anımsayarak gülümsemeyi denemeli, rahmetli halam gibi zorlukların içinden kahkaha ile çıkmayı denemeliyiz. 


Basit cümlelerle temiz kalmayı seçerek, bizi böyle kabul edenlerle yol arkadaşlığına devam etmeli, bitişe yürürken etrafın güzelliğinin de farkında olmalıyız. 


Fark etmek nasiptir, farkındalığı hayata geçirmek seçim. Tercih ise son nefese kadar irademizin eseridir. 


Yorucu yolculukta durup dinlenecek gönüller bulmak dileğiyle... Tüm göçmüşlerimize dua ve rahmetle...


Handan Kılıç     


4 Aralık 2020

04:00

Ankara



6 yorum:

  1. Rahmetli Halanı çok sevdim yazdıklarından sanki senin değil benim ailemin bir parçası gibi hissettim. Ne güzel bir roman kahramanı, Evet her ölüm erkendir, ona da zamansız gelmiş, nur içinde yatsın... sevenlerine sabırlar dilerim.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Gerçekten acayip verimli bir roman karakteri kendisi ... Allah rahmet eylesin. Hissettirebilmek ne güzel 🙏 yorum ve dilekler için teşekkürler

      Sil
  2. çok etkilendim okurken, anlatımınız da çok güzel, adeta gözümde canlandı tüm sahne, halanıza Allah rahmet eylesin. ra

    YanıtlaSil
  3. Bir insanın ölümü bütün insanlığın ölümü gibidir,demiş efendimiz.Mekanı cennet olsun.Allah tüm yakınlarına sabırlar versin.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Teşekkür ederim Türker Bey dostlar sağolsun 🙏

      Sil

Bırak Dağınık Kalsın sitesinde Çam Ağacının Gölgesinde vardı

  *Çam Ağanının Gölgesinde, Handan Kılıç’ın 2022 yılında çıkan romanı. Yazarın bu ilk roman fakat daha önce yayınlamış öyküleri var. Bir ilk...