ÇİÇERO- 2019 FİLMİ



SİNEMA GÜNLÜĞÜ 76. FİLM

Çiçero, yönetmenliğini Serdar Akar'ın gerçekleştirdiği 2019 çıkışlı biyografik drama filmidir. 

2. Dünya Savaşı öncesinde Nazi Almanyası adına casusluk yapan ve "Çiçero" lakabıyla tanınan Elyesa Bazna isimli Türk asıllı Arnavut casusun hayatını anlatan filmin başrolünde Erdal Beşikçioğlu ve Burcu Biricik yer almaktadır.

Müslüm'ün yapımcısından diyerek afişe edilen dönem filmi Türk ortak yapımlardan biri. Başarılı olduğunu düşündüğüm filmde yine başrolde bir aşk var. Çaresizlik, cesaret, esaret, intikam, basiret gibi bir çok konuya temas eden film sinema seyircisinden yorumlarla tam not almış. 

Müslüm kadar olmasa da Türk filmi sevenler için tavsiye edilir.

MÜSLÜM - BİR EFSANENİN FİLMİ


SİNEMA GÜNLÜĞÜ 75. FİLM

Hayatta hiç bir şey için ön yargılı olmamak gerek. İşte bir önceki yazımda "Türk filmleri ile vakit kaybetmemek lazım" şeklinde ifadesini bulan ön yargımı yıkan bir filmle hem de çok kısa sürede karşılaştım: Müslüm

Hani "Anlatsam roman olur" repliği vardır ya, işte tam bu deyimin içini dolduran kişi Müslüm Baba imiş. Biyografisine uygun çekilen, hayat arkadaşı Muhterem Nur'un danışmanlık yaptığı film gerçekten zorlu bir hayat yaşamış sanatçının efsane oluşunun hikayesi.

Müslüm Gürses ismini bu ülkede yaşayıp duymamak mümkün değil ama açık konuşmak gerekirse arabesk müzik dinleyicisi olmadığımdan Neredesin Firuze'den önce hakkında hiç bir fikrim yoktu. Kendine jilet atanları, alnına müslüm yazan bandanaları takanları elbette televizyonlarda görüyordum ama dinlemiş değildim. Akabinde Teoman'la yaptığı düetlerden sonra bu toprakların yetiştirdiği büyük bir değer olduğunu fark edebildim. Müslüm Baba'ya geç kalmış biri olarak filminden epey etkilendiğimi söylemek isterim.

Travmatik bir yaşamı olan sanatçı için bu toprakların yetiştirdiği ifadesini özellikle kullandım. Acı ile, kanla, gözyaşı ile yoğrulmuş bu coğrafyada çekmediği acı, görmediği dert kalmayan bir insanın sadece içini dinleyerek yürüdüğü bir yol... Coğrafyanın acısını büyütmek dışında fonksiyonu olmamış bir garip çocuğun babasından gördüğü zulüm yüzünden en doğal hakkından babalıktan vazgeçip kaderin cilvesi ile kitlelerin babası olması yolculuğu...

İyi bir saz ustasına rastlama şansı da olmasa bütün bütün eziyetle geçen ömründe "Geri kalan her şeye sağır kesilip sadece içini dinleyeceksin, türküyü öyle söyleyeceksin. Sen susarsan susar her şey" diyen ustasına kulak vermiş bir adam Müslüm Baba. 

Hem maddi hem manevi olarak ölüp ölüp dirilen, hayatını idame ettirmek ve bunu sevdiği işi yaparak, türkü söyleyerek sağlamak dışında başka bir şey talep etmediği için, kitlelerin samimiyetine inandığı, kendini arzulardan, hırslardan soymuş, şöhretin zirvesinde, çevresi genç kadınlarla dolu iken kendinden yirmi bir yaş büyük bir kadınla evlenecek kadar derviş hırkası giymiş bir adam.

Bu seçimin arkasında belki daha on beşli yaşlardan beri takip ettiği güzel bir kadına hayranlığı, genç yaşta kaybettiği annesine olan özlemi, babası gibi bir ebeveyn olmaktan korkarak çocuk sahibi olmak istemeyişi yatıyor olabilir ama hassas sanatçı yüreğini de pas geçmemek gerek. Ölene kadar el ele göz göze gördüğümüz bu çiftin aşklarının efsane olduğu da tartışmasız bir gerçek. Yaşadığı travmalar sonucu dengesizliklerinde içinden çıkan başka birinin varlığına rağmen onu terk etmeyen Muhterem Nur'un aşkı da takdire şayan. Yani tam da aşk bu, her şeye rağmen illa da sen diyen bir kadın... Ondan başkasına dönüp bakmamış şöhretli, paralı bir adam... İkisi de önünde saygı ile eğilip alkışlanacak, şimdilerde tarihe karışmış  hasletler.

Oyunculukların başarılı olduğu filmde, şarkılar da Müslüm'ün sesinden verilse idi mükemmel olacaktı. Yine de çok başarılı bir yapım olduğunu düşünüyor, başta yapımcı Mustafa Uslu olmak üzere emeği geçenleri tebrik ediyorum.

Mutlaka izleyin ve insanın hayattan, isteklerden soyunmasının nasıl bir şey olduğunu, aşkın güzelliğini ve bu yaşanan sancılı ve kısa ömürde ardından sayısız eserler bırakılabileceğini görün...

Müslüm'ü Dinlemek için tıklayınız. 

 "Eğer seni kırdıysam
Darıl bana Ama bir gün beni ararsan Bak ruhuna Birden gecem tutarsa Güneşi çevir bana Sevgilim bağışla Biraz zor olsa da Affet beni akşamüstü Gölgem uzarken Öğleden sonra affet Ne zaman istersen Affet beni gece vakti Ay doğmuş süzülürken Sabaha kalmadan affet Tam ayrılık derken Çünkü sen çölüme yağmur oldun Sen geceme gündüz oldun Sen canıma yoldaş oldun 
Sen kışıma yorgan oldun      

 Zamanın eli değdi bize
Çoktan değişti her şey
Aynı değiliz ikimiz de
Zaaflarına bir gece
Hatalarına bir nilüfer
Sevgisizliğine bir kalp verdim
Artık geri ver
Geri veremezsin aldıklarını
Artık geri ver
Geri verilmez hiçbir yanılgı
Yokluğuma emanet et
Sende benden kalanları
Herşeyi al, bana beni geri ver
Bir şansım olsun
Başka yer, başka zaman
Sensiz ömrüm olsun
Herşeyi al
Bir şansım olsun
Başka yer, başka zaman
Sensiz ömrüm olsun
Zamanın eli değdi bize
Çoktan değişti her şey
Aynı değiliz ikimiz de
Zaaflarına bir gece
Hatalarına bir nilüfer
Sevgisizliğine bir kalp verdim
Artık geri ver
Geri veremezsin       

KELEBEKLER- TOLGA KARAÇELİK



SİNEMA GÜNLÜĞÜ 74. FİLM


Bir önceki yazıda bahsettiğim konu ile irtibatlı olarak aklıma gelen bir filmi bu yaz izlemiştim. Kısaca ifade etmek gerekirse zaman kaybından başka şey değildi. "Bir daha bu kadar vaktimi bir Türk sinemasına verecek değilim" diye söylenerek izlediğimi belirtmek isterim. Kötü filme denk gelmek çok rastlanan bir şey, hele de yerli yapım izliyorsanız ama bu kötüden öte tam bir anlamsızlık, kafa karışıklığı, hatta tür bunalımı olan bir yapım. Tarif edecek kelime bulamayıp yapım dedim, şimdi emek vermiş yapmışlar ama olmamış. 

Spoiler uyarısı

Annesi intihar eden üç kardeş yaşadıkları köyden bir şekilde kurtulup İstanbul'da hayata tutunmuşlar hatta en büyükleri Almanya'ya gidip astronot olmuş. Babaları ile 20 yıldır görüşmüyorlar. Ancak adam içine doğmuşcasına hepsini birden köye çağırıyor. Onlar yolda iken de ölüyor. Ne neden çağırdı belli, ne de yüzleşme gerçekleşiyor. Bu üç kardeş de rutinde birbirleri ile görüşmüyor. Babalarının ölüsü başında rakı sofrası kurup şarkı söyleyip alem yapıyorlar. Defin işlemleri sırasında imam acaba ahiret var mı falan diye sorgulamalar yapıp defni bitirmeden gidiyor. Köylülerin hepsi ayrı alem. Komedi desen değil, dram desen değil.

Filmin ana ekseni yukarıda linkini verdiğim önceki KIŞ IŞIĞI yazısındaki gibi inanç-inançsızlık ama o filmdeki sağlam senaryo olmadığı için birbirinden kopuk sahnelerle ne demek istediği belli olmuyor.

Türkiye'de dininin gereklerini yerine getirsin ya da getirmesin herkes inandığı dinin ritüellerine göre cenaze töreni yapılsın ister. Ve sanırım hiç bir evlat babasının ölüsü başında, sırtımdaki dağ dediği adamı kaybettiği gece, ona ne kadar kızsa da rakı alemi yapıp şarkılarla coşmaz. Bu ölüye de acıya da saygısızlıktır. Filmi yapanlar nerede yaşıyor, nasıl bir kafa yapısına sahip, bu tarzla ne söylemek istiyor anlamış değilim. Türkiye'de öyle bir köy olacağını, şarkıların geldiği ölü evinin kapısına kimsenin gelmeyeceğini düşünemiyorum. Hiç bir inancı, saygısı olmasa da mahalle baskısından kimse bunları yapamaz. 

İmamın inançla ilgili sıkıntıları olabilir. İnsanlar işlerini yapıyor ama sevmiyor olabilir. Tabi ki, bu imamlık gibi devlet memuriyeti dışında yeterlilik şartları olan bir meslekte kabul edilebilir bir durum değildir. Önceki filmde kilisedeki rahip inançlı ama imansız bu işi yapmaya çalışırken kendine de rehber olması gereken insanlara da faydası dokunmuyordu. Hatta intiharın eşiğindeki adamın bu sürecini hızlandırıyordu. 

Bizde bir atasözü vardır hani: "Yarım doktor candan, yarım imam dinden eder" diye. Doğru. Bazı mesleklerde hata toleransı azdır. İnsana dokunan, kalbine temas eden işler böyledir. Gençken iyi bir öğretmene rastlamak nasıl mucizevi bir güzellik ise okumayan doğu toplumlarında imam da köyün ileri gelenlerindendir. Hoş hukuken ülkemizde köy kalmadı, hepsi bir kanunla mahalle adını aldı ama en büyük şehirlerin merkezi bile hala köy zihniyetinden çıkabilmiş değil. Bir de hızla değişen demografik yapımız işin içine girince bireyden ziyade lider merkezli yapılanmalar güçleniyor. Bir nevi küçük birimlerde dirliği sağlayan kontrol mekanizması olan muhtar, öğretmen, imam, komutan da önemini koruyor. Hal böyleyken herkesin beraber kafayı sıyırması kolay olmuyor. Film hayali bir yerde çekilmiş, absürt statüsünde sayılacak bir yapım olduğundan vakit kaybetmeyin derim. 

Neyse ki, imamın söylediğini yap, yaptığını yapma diyen basiretli atasözlerimiz de var. 

Birey olalım, ne dediği belirsiz insanların söylediklerindense kafamıza takılan konuları araştıralım. Bu insanın sanatçı, yönetmen, yazar, imam, öğretmen olması arasında da fark yok. Kendinden kendini doğurmak ne uzun bir süreç...         
         

KIŞ IŞIĞI-NATTVARDSGÄSTERNA- WINTER LIGHT - Ingmar Bergman



SİNEMA GÜNLÜĞÜ- 73.Film

-Spoiler uyarısı-

TRT2' de İngmar Bergman filmleri kuşağı Pazartesi geceleri devam ediyor. İnanç-inançsızlık üzerine üçlemesinin ikincisi Kış Işığı dün gece yayınlandı. İkinci kez izledim. 

Önceki filmlere şuradan ulaşabilirsiniz:

https://hayatyaziyor.blogspot.com/2019/10/ingmarbergman-filmleri.html

https://hayatyaziyor.blogspot.com/2019/10/yaban-cilekleri-ingmar-bergman.html  

Bu filmde ise:

Son derece soğuk bir ülkenin, İsveç'in taşrasında kalbi daha soğuk bir hal almış rahibin baş rolde olduğu filmde rahibe aşık olunca hayatının neşesini yitiren, adeta onun kapısından ayrılmadan bir gün sunacağını düşündüğü aşk için bekleyen, inançsız bir ailede yetişmiş olsa da sürekli ayine giden bir taşra öğretmenin hikayesi vardı. Aşık olduğu karısının ölümü üzerine yalnız kalan ve bir türlü bu kaybı anlamlandıramayan Rahip kendisine aşık öğretmenle iki yıl beraber yaşıyor ama içinde, kalbinde boşalan o yer hiç bir şekilde dolmuyor. Kendini her manada onda erittiği, tamamen bendesi olduğu adama aşkının ışığını, sıcaklığını bir türlü hissettiremeyen kadın o ateşte kül olurken adamın umurunda olmuyor. Çünkü kalpte sevginin ana kaynağı ile irtibatı kopmuş. Bunu çok net bir şekilde gördüğümüz filmde ister istemez sorgulamaların içine düşüyorsunuz ve sizi oradan kurtaracak tek bir ip olduğuna yeniden inanıyorsunuz. 

İman denen o ip, inanmayanlar için bir esaretmiş gibi algılansa, geniş kitlelere o şekilde lanse edilse de aslında bize dünyadaki her şeyle anlamlı bir bağ kurma şansı veren hayat ipidir. Dünyadan kopup gitmemizi engeller. Sahipliklerimizi tekrar tekrar gözden geçirip yokluklarına üzülmememiz gerekenleri, bize dünyanın geçiciliği üzerinden hatırlatan da, bu gün elinde olanların asıl sahibinin sen olmadığını, zenginliğin, güzelliğin, yeteneklerin, başarıların bile emanet şanslar olduğunu, her an kaybedebileceğini gösteren de o bağdır. Yokluğuna yerineceğin, varlığına sevineceğin her şeyle ilişkini eşitleyen bu ip insanı dengede tutar. 

Filmde, sevdiği kadınla evli, ekonomik durumu iyi, karısı yeni çocuklarına hamile iken, hayatında hiçbir görünür sorun olmamasına rağmen "Neden yaşamak zorundayım?" diye kendine soran, intihar etme fikrini eşiyle paylaşan, bunun üzerine karısının hayata, yaşamaya ikna etmesi için kiliseye getirdiği bir çift de var. Tabi onları orada bekleyen kötü sürpriz, inancını yitirmiş bir rahib,n görev yapması. Sonuçta rahibin, kendini öldürmeyi planlayan adamdan daha fazla olan kafa karışıklığı danışanın intihar sürecini hızlandırmaktan başka işe yaramıyor ve kadın çocukları ile tek başına kalıyor. 

İntihar konusunda her ne kadar Kuzey Avrupa ülkelerinin sürekli kış ışığı modunda karanlık, soğuk bir havasının olması gösterilse de asıl önemli nokta yaşamın bir hediye olarak verildiğinin unutulması. Sorunları sistem tarafından çözülmüş, maddi olanakları, yaşam standartları yükseltilmiş insanlar, onlara bir sınavdan geçtiklerini hatırlatacak olaylarla karşılaşmıyor, adeta onları diri tutacak bu olumsuzluklardan uzak, rutine alışarak yaşıyorlar. Sonrasında her hangi bir şey ters gittiğinde hem olay hem de yalnızlıklarıyla baş etmeleri zorlaşıyor. Yitip gidenlerin hiçliğe savruldukları düşüncesi, mukadder olan ölümden kaçışın olmayışı, yaşanan zorlukların başka bir alemde kolaylık ve güzellik olarak yeniden vücuda geleceğine olan inancın yokluğu da hayatla olan bağın pamuk ipliğine bağlı olmasına sebep oluyor. Sonuçta kabul etmek gerekir ki, insanın hayatı o ışıkla aydınlanmayınca kışın soğuğuna, karanlığın yutan enerjisine teslim olmaması için bir sebep yoktur.    

Filmdeki mektup sahnesi de en etkileyici bölümlerden biri. Aşağıda da paylaştığım videodan mutlaka izlenmeli. Aşkın da hayatı aydınlatmak, kalbi ısıtmak için yeterli olmadığını fark etmeli. Kalbin anahtarı inançtır ve ona dokunduğunda kalple beraber bütün dünya aydınlanır. Yoksa bu dünyada kimsenin bizim sesimizi duymadığını düşünmek, ölümden sonrasında yok olacağı düşüncesi hayatı katlanılmaz bir zindan yapar. Sonu da malum... 

Seçme şansı bize verilmiş, neyi ne kadar seçiyoruz, sonuçları ile seçimlerimiz uyuşuyor mu konusunu tartmak, düşünmek ise herkesin kendisi yapması gereken bir muhasebe... Sırf bu soruları sordurması ve kendimizi yoklama imkanı vermesi, filmin kahramanı gibi sıkıntılar içinde bir kalbimiz var ise de ölmeden önce çaresine bakmak  açısından izlenmesi gereken bir film serisi.

İyi seyirler... 

 

Filme dair iyi bir eleştiri yazısı için tıklayınız.

Filmin Künyesi

Yönetmen: Ingmar Bergman

İSVEÇ / 1963 / DCP / Siyah-Beyaz / 81´ / İsveççe; Türkçe, İngilizce altyazılı 
Senarist: Ingmar Bergman 
Görüntü Yönetmeni: Sven Nykvist 
Kurgucu: Ulla Ryghe 
Oyuncular: Ingrid Thulin, Gunnar Björnstrand, Max von Sydow, Gunnel Lindblom, Allan Edwall, Kolbjörn Knudsen 
Yapımcı: Allan Ekelund 
Yapım Şirketi: Svensk Filmindustri 
Dünya Hakları: Swedish Film Institute 
Bergman’ın Tanrının Sessizliği üçlemesinin ikinci filmi olan Kış Işığı, üçlemenin diğer filmleri gibi, insanın Tanrı ve dinle ilişkisine yoğunlaşıyor ; Bergman’ın sözleriyle “nüfuz etmiş ”ten söz ediyor. Varoluşunu sorgulayan, inancını yitirmiş bir rahibin, ondan yardım isteyenler ve ona yardım etmek isteyenlerle olan ilişkilerini konu alan film , İsveç taşrasının karlı ve soğuk günlerini dingin ve şairane bir sinematografi eşliğinde sunuyor. 1960 ’ların nükleer savaş tehdidinin her anına sızdığı Kış Işığı Bergman’ın kendi yaşamından da izler taşıyor. 

YABAN ÇİLEKLERİ- İNGMAR BERGMAN - Smultronstallet


SİNEMA GÜNLÜĞÜ 72.Film



Önceki gece TRT2'de müthiş bir İngmar Bergman filmi daha yayınlandı. "Yaşlanmak bir dağa tırmanmaya benzer. Çıktıkça yorgunluğunuz artar nefesiniz daralır ama görüş açınız genişler" sözünü motto yapan film son derece samimi duygularla çekilmiş yönetmenin de hayatından kesitler taşıyan böylelikle hayalden çok gerçeğe dayanan mesele ettiği konularda söyleyecekleri olan kaliteli bir yapım. Bu nedenle mutlaka tavsiye ediyorum. Sanırım benim yönetmenim Bergman:) Bu paylaşım da bloga yazdığım üçüncü film oldu. Önceki iki film yazısına buraya tıklayarak ulaşabilirsiniz. 

-Spoiler Uyarısı-

Biraz konudan bahsedecek olursak; çevresinde kötü bir insan olarak tanınmak en büyük kabuslarından olan bir doktorun, mesleğinin 50. yılında üstün başarı ödülü almak için ödülün verildiği bölgeye yaptığı yolculuk esnasında yaşadığı farkındalıklar anlatılmış.
Arabaya aldığı üç otostopçu genç ve gelini olan kadınla beraber giderken kaza yapmaları üzerine çarptıkları araçtaki huzursuz karı kocanın da eklendiği yolculuk farklı sıkıntıları olan yedi insanın kesişme kümesi oluyor. Her ne kadar başka sıkıntıların taşıyıcısı olsalar da hepsinin hikayesinin birbirinin üzerinde etkisi var. 

Zaten hayat da böyle değil midir, sürekli yollarımız birileriyle kesişir ve aynı olaylar herkesin üzerinde farklı şiddette sarsılmalara sebep olur. Bunda elbette çocukluk denen zihnin arka bahçesine ekilmiş tohumların etkisi vardır. Filmin kahramanı doktor da yolculuk boyunca hem yolcuların konuşmaları hem fiziki olarak daha önce yaşadığı yerlerden geçmeleri ile kah rüyada kah hayalen hatıralarında gezinmeye başlıyor. 
  
Herkesin sevdiği, saydığı bir adam olarak ödül alacağı bir günde bütün hayatını yeniden gözden geçiriyor. İşte o zaman fark ediyor ki, içinde başarısızlıklar, mutsuzluklar, vazgeçilişlerle yaralanmış, kendini hiç de iyi hissetmeyen, herkesin sonu olan ölümden de korkan bir adam var. 

Senaryo, insanın kara kutusu olan çocukluk ve ilk gençliğe dair anılarda dolaştırılınca biz de kahramanın bugün yaşadıklarını ve hissettiklerini daha kolay çözümlüyoruz. Detaylarda, insanın hayatındaki doğru bağlanma modelinin belirleyicisi, o esnada doksan altı yaşındaki annesi ile olan resmi ilişkinin kendisi gibi doktor olan oğlu ile de aynı olduğunu görüyoruz. Bu diyaloğun şahidi olan gelini de babaannesini tanıyınca kocasını ve kayın pederini daha iyi anlıyor. Adeta o da kendi iç yolculuğunda bir aydınlanma yaşıyor.  

Ayrıca kahramanımız, hiç unutamadığı gençlik aşkının onu değil de ağabeyini tercih edip evlenmesi ve beş yeğeninin annesi olmasının travması ile de hayalen yüzleşiyor: Sevdiği kız ona "Sen çok iyisin düşünceli, kariyerlisin ağabeyin kibirli, çapkın kaba ve bu özellikleri ile bakıldığında sana kıyasla kötü ama biz onunla başkayız, birbirimizi tamamlıyoruz bambaşka bir sevgi yaşıyoruz, kalbinin kırıldığını biliyorum seni incitmek istemiyorum ama önümde uzun bir hayat var" diyerek gidiyor ve sevgiyi değil aşkı seçiyor. 

Yıllar geçip bir başkası ile evlense de, bu incinmişliğin, bırakılmışlığın travması ile baş edemeyen ama çevresinde biraz da insanlara yardım etme, şifa dağıtma vesilesi olan doktorluk mesleği sayesinde sevilen, işinde başarıyı önceleyen fedakar hekim evde güzel eşini görmezden gelip hayatını kabusa çeviriyor. Bir zaman sonra bu baskılara dayanamayıp onu aldattığını öğrendiğinde bile tepkisiz kalması kadını daha da yaralıyor. Bu şekilde yıllarca yaşadıkları sıkıntılar kahramanın gözünün önünden tek tek geçiyor. Yönetmenin film senaryosunu yaş aldığı yıllarda, bir hastane odasında yatarken yazdığı notunu da düşelim ki, bu durumun filmin bütününe duygu olarak sızdığı aşikar.














Bu mutsuz evliliğin tek meyvesi olan oğulları başarılı bir doktor oluyor ancak aşık olduğu kadınla evlenmiş olmasına rağmen kesinlikle çocuk sahibi olmak istemiyor. Babası da on kardeş olmasına rağmen ikinci bir çocuk sahibi olmamıştı. Belki de hayatının en büyük kazığını ağabeyinden yemiş olmasının acısını unutamamış olması buna sebepti bilinmez ama dünyaya başkaca bir çocuk getirmeme fikri babası gibi oğlunda da baskın bir düşünce olarak gözleniyor. 

Kazara hamile kalan ve bu çocuğu doğurmak isteyen gelini, kendisi ya da bebeği seçmesi konusunda eşinden baskı görünce kayınpederinin evine sığınıyor. Bu süreçte onu izliyor. Ödül törenine giderken de kendisine yoldaş oluyor. Eşinin soğukluğundaki şifreyi böylece çözüyor. "Aynı oğlunuz gibisiniz" derken eşinin babaannesiyle tanışınca taşlar tam manasıyla yerine oturuyor. Yaşlı kadının çocuklarına karşı son derece soğuk, sevgisiz, mesafeli bir insan olduğunu fark edince nesilden nesile aktarılan bu sevgisizliğin kendi çocuğuna da geçeceği korkusunu taşıyor. Bir yandan da eşini daha iyi anlayıp çocuk istememe konusundaki ısrarını ilk kez anlamlandırabiliyor. 
Film, kahramanın gördüğü bir rüya ile başlıyor ve hayal, rüya, geçmiş hesaplaşmaları ile bu yaşında fark ettiği gerçeklerle devam ediyor. 

Vikipedi "Yaban Çilekleri, İsveçli yönetmen Ingmar Bergman'ın 1957 yılında çektiği film. Yaşlı bir profesörün ölümle ve kendisiyle olan hesaplaşmasını rüyalar üzerinden anlatır. Kafkavari rüya sahneleri ile dolu film, yüzyılın belki de en etkileyici yapıtları arasında yer alıyor." diye tanıtıyor. 

Hayata dair önemli konuların ele alındığı filmi seyrettiğinizde siz de kendi yaşamınızdan kesitlerle yeni farkındalıklar yaşayacaksınız. Bu nedenle filmi ısrarla tavsiye ediyorum. Her ne kadar spoiler kabul edilebilecek bilgiler vermiş olsam da bu bir sonuç değil süreç filmi olduğundan herkes kendi çıkarımlarını ancak seyrettiğinde yapabilir. Bu nedenle konuyu bilseniz de izlemek sizi zenginleştirir. 

İyi seyirler...






















"CANIM BEN'İM"



Kaybolmuştum 
Bilmediğim bir ormanda 
Karanlık ve yağmurluydu ortalık 

Korkmuştum 
Yalnızdım 
Bir ses, bir nefes aradım 
Onunla bir çıkış yolu bulacaktım
Ayağım kayınca can havliyle bir sarmaşığa uzandım
Elimde kalacağını bilmeyecek kadar yabancıydım ormana

Dal zannedip tutunduklarımın boynuma dolanacak, 
Beni nefessiz bırakacak yılanlar olduğunu sonradan anlayacaktım



Dedim ya, 
Kaybolmuştum ve beni bu karanlık ormandan çıkaracak bir kahramandı aradığım
Ona rastlamak için uzun yollar kat ettim, 
Bir zaman sonra selam verip yanına yaklaştığım herkesin 
En az benim kadar kaybolmuş olduğunu fark edince 
Panikledim. 
Elimi yüzümü yıkamak için ırmağa doğru yürüdüm 
Suya eğildiğimde aradım o kahramanla gözgöze geldim, 
Gülümsedim
Hayır, hayır kurbağa değildi beklediğim
"Merhaba canım ben'im" dedim 
"Seni bulmak için dere tepe düz gittim,
Yağmur ormanlarından geçtim 
Yanlış patikalara saptım
Kurtları, sırtlanları, aslanları alt ettim 
Bu nedenle geciktim 
Ama işte geldim; "Bir daha seni hiç bırakmayacağım" dedim 
Sarıldık
Sanki yüzyıllardır ayrıydık 
Biz kavuşunca orman aydınlandı
Yeşil, sarı, kızıl yapraklarla donandı
Renkler rüzgarla dalgalandı
Baktık, ağladık 
Çocuklar gibi umutlandık 






VELAYET-ÖDÜLLÜ BİR FRANSIZ FİLMİ











SİNEMA GÜNLÜĞÜ 71.Film
-SPOİLER UYARISI-

Bu gece yine TRT2'de 2017 yapımı güzel bir film vardı; adı velayet bir Fransız filmi Aslında konu bize uzak değil bu yıl özellikle medyaya taşınması sebebiyle görünür hale gelen kadına şiddet işlenmiş.

Yaşadığı kabustan kurtulabilmek için boşanma yolunu seçen bir kadının yaşadıkları anlatılıyor. Saplantılı koca çocukların velayet hakkını kullanarak hem kadının hem çocukların hayatına çörekleniyor. Can güvenliği sıkıntısı yaşayan kadının yaşadığı evi sık sık basıyor. Son gelişinde kabul edilmemesinin öfkesi ile tüfekle geliyor. O esnâda karşı komşunun gürültü üzerine polisi araması sayesinde ölümden kurtulan anne ve çocuğun yaşadıkları dehşet gözler önüne serilmiş. Düşünün, 12 yaşında bir oğlan çocuğu hafta sonları yapılan velayet anlaşması gereği babası ile görüşmesi gerekirken bunu istemiyorsa ciddi bir sorun var demektir. Buna rağmen öfke kontrolü sıkıntısı olan baba zorla çocuğu alıyor ve sürekli bir şekilde hırpalıyor. Çocuk kendinden geçmiş, ne olur annemi dövme diyerek babasının isteklerini kabul etse de içinde büyüyen nefret, öfke ileride onun hayatını etkileyecek, belki de hiç istemese de onu da babasına döndürecek  bir travmaya sebep oluyor. Ve bu şiddet kısır döngüsü kırılamadan devam edip duruyor.  
 
Hakim, anne ve babanın avukatlarına dinleyerek çocukların hakkını gözeterek babaya da görüş hakkı veriyor ama bu karar neredeyse anne ile oğlunun canına mal olacak bir sonuca kapı aralıyor. 

Dünyanın en zor kurumlarından birinin evlilik olduğunu hepimiz biliyoruz. Kavun değil ki koklayarak alasın denecek bireylerle başlayan bu kurumun dağıtılması süreci de son derece sancılı oluyor. Mesleğim gereği bir çok farklı olayla karşılaştım. Sosyal ilişkilerinde beyefendi/hanımefendi olan, eğitimli insanların bir canavara dönüştüğünü de gördüm. Vazgeçilmiş bir erkek çoğu zaman bunu kaldıramıyor ama tıpkı burada ki gibi öfke kontrolü sorunu yaşayan insanlar hayatı hem kendilerine hem de çevresindekileri zehir ediyorlar. Varlığı zarar verdiğinde yokluğunun zorluğu göze alınarak bir yola geliyor ama hani iki ucu boklu değnek dedikleri bir durumla karşı karşıya kalıyor herkes. Yoksunluk ayrı bir travmayken varlığında da şiddete maruz kalmak çocuklarda başka yaralar açıyor.

"Ben değiştim" diyerek zorla eve gelip aynı şekilde ailesine şiddet uygulayan adam en son polis zoruyla tutuklanarak cezaevine gönderiliyor. Bizim ülkemizde ise ancak sosyal medyada gündem olabilir ise bu tarz şiddet uygulayan erkekler tutuklanıyor ama onlar da kısa bir süre sonra tekrar salınıyor. Böylece yarım kalan işi tamamlıyor. Cinnet hali bir kere ruhu ele geçirdi mi insanı bir vahşiye çeviriyor. Allah böyle insanlara denk getirmesin. 

Filmde net olarak gördüğümüz şey şiddetin kadın ve çocuklar üzerindeki travmatik boyutu, içlerine yerleşen korku ve huzursuzluğun en önemli ihtiyaç olan güvenliğin yitirilmesi ile yaşamın çekilmez hale getirdiği idi. Hele de bu şiddetin koruma kolama görevi olan, insanın sırtını dayayacağı dağ olması gereken babadan gelmesi travmanın boyutunu arttırıyordu. 

Budan çıkarılacak ders bence: Komşu kadının dikkati ile hayatta kalan kadın ve çocuk bize çevremize göz kulak olursak yaşam hakkını korumada insanlığa katkımız olabileceğini hatırlatıyor. 

Şiddetten uzak sevgiyi hayat rotası belirlemiş insanlarla yollarımızın kesişmesi umuduyla...

Bu arada velayet çekişmesinin anlatıldığı Gülen Karaman tarafından çok güzel seslendirilmiş ve tabi ki etkileyici bir dille İnci Aral'ca yazılmış öykü videosunun linkini de buraya bırakıyorum. 

Film dram dalında ödüller almış olsa da bizim ülke için sıradan sayılacak bir konu ve izlerken gerdiğine göre iddiasında başarılı, dilerseniz izleyin. Ama bu öyküyü mutlaka dinleyin... Bu kadar ağır bir konu nasıl bu kadar naif anlatılmış hissedin. 


Çam Ağacının Gölgesinde Ekşi Sözlükte

Ekşi Sözlük sürpriziyle karşılaştım bugün.  Oradan verilen linkteki yazı aşağıdadır:  Medium sitesinde yayınlanmıştır.  Teşekkürler Handan K...