Bugün, birkaç yıldır kendimce haklı gerekçelerle ertelediğim bir arzumu, arkadaşlarımdan üst üste aldığım iyi haberlerin şerefine yerine getirdim.
Yaşadığım şehirde, en büyük şansım olan arkadaşımı da alıp sinemaya gittim. Sabahın ilk seansı olduğundan mı bilinmez salonda sadece ikimiz vardık.
Tabi ki, Nuri Bilge Ceylan’ın Ahlat Ağacı’nı görmek için yola çıkmıştık.
Büyük ustanın her filminin bende yeri ayrıdır. Özellikle “Bir zamanlar Anadolu’da” ve “Kış Uykusu” hayatımın önemli değişim zamanlarına denk gelmiş, o yol ayrımlarında bana iç sesimi dinlemem gerektiğini hatırlatmıştır.
Bu nedenle sinemaya giderken bu yeni filmin de, kördüğüme dönen hayatım için bir çözüm sunacağına dair umut doluydum.
Dram filmlerini de sevdiğimden son sahnesine kadar ilgi ile izledim. Acı acı güldüğüm de oldu, izlediklerimin zihnimde açtığı anı pencerelerinden bakınıp gülümsediğim de. Ama içimin böyle karışık olduğu bir zamanda filmin sonunda umudu diri tutacak bir son olmasa idi kör kuyularda merdivensiz kalabilirdim. Neyse ki, bu filmin sonunda da, içimde bir ışık belirdi.
Ama film boyunca, kahramanların çaresizliğini, çıkmaz sokaklarının karanlığını, hayatın üst başlığının istisnasız herkes için hayal kırıklığı olduğunu iliklerime kadar hissettim.
Hepimiz, tıpkı filmdeki kahramanlar gibi, kendi kuyumuzun karanlığında saklanıyor, etrafı yeşertecek o suyun çıkması için bir zaman çaba sarf ediyor, umutla beklerken sararan otları görünce hayatın elimizden kayıp gittiğini fark ediyoruz. Bu gerçekle yüzleşmeye başladığımızda da, “Her şey için çok geç” cümlesi ömrümüzün yakalarından tutuyor, gözümüzden belli belirsiz akan yaşlarla beraber sarsılıyoruz.
Ben şehirde büyüyen bir çocuk olarak pek de görmediğim Ahlat Ağacını ilk kez Didem Madak’ın Ahlar Ağacı adlı bence benzersiz acılar manzumesinde duymuş, şiire vurulmuştum.
Sık sık mırıldandığım bu mısralar ile filmin bana geçen duygusu paralel olunca bu konu üzerine düşünmeye başladım.
Hani Yusuf Atılgan’ın, “Aylak Adam” adlı eserinde kahramanın dilinden sinemadan çıkan insanı anlattığı satırlar vardır:
“İki saat sonra kalabalığın içinde, sinemadan dar sokağa çıkan sanki başka birisiydi, düşünüyordu;” Çağımızda geçmiş yüzyılların bilmediği kısa ömürlü bir yaratık yaşıyor. Sinemadan çıkmış insan. Gördüğü film ona bir şeyler yapmış. Salt çıkarını düşünen kişi değil. İnsanlarla barışık. Onun büyük işler yapacağı umulur. Ama beş-on dakikada ölüyor. Sokak sinemadan çıkmayanlarla dolu; asık yüzleri, kayıtsızlıkları, sinsi yürüyüşleriyle onu aralarına alıyorlar, eritiyorlar… Eve gidip okusam. Bunları kurtarmanın yolunu biliyorum. Kocaman sinemalar yapmalı. Bir gün dünyada yaşayanların tümünü sokmalı bunlara. İyi bir film görsünler. Sokağa hep birlikte çıksınlar. Kafasından geçenlere güldü…” diye tarif ettiği sinemadan çıkan adamım ölmeden bir şeyler yazmak istedim ve o şiire tutundum:
“Güçlü bir el silkeledi beni sonra
Sanırım Tanrı’nın eliydi.
Sayamadım kaç ah döküldü dallarımdan.
Binlerce yeşil gözü olan bir zeytin ağacı gibi,
Çok şey görmüşüm gibi,
Ve çok şey geçmiş gibi başımdan,
Ah...dedim sonra
Ah!”
Sanırım Tanrı’nın eliydi.
Sayamadım kaç ah döküldü dallarımdan.
Binlerce yeşil gözü olan bir zeytin ağacı gibi,
Çok şey görmüşüm gibi,
Ve çok şey geçmiş gibi başımdan,
Ah...dedim sonra
Ah!”
Derken gözlerimden yaşlar süzüldü, yüzüme yerleşen hüzünlü bir gülümseme ile şiire devam ettim:
“Ve şimdi şöyle dua ediyorum Tanrı’ya:
Olanlar oldu Tanrım
Bütün bu olanların ağırlığından beni kolla!”
Olanlar oldu Tanrım
Bütün bu olanların ağırlığından beni kolla!”
Bu şiiri her okuduğumda derin bir hüzün çöker üzerime. Aynı hüznü film boyunca da, hatta sonrasında uzun saatler boyu da hissettim. Kahramanlar, hayata karşı duruşları, kaçışları tek tek gözümün önünden geçti. Entellektüel birikiminin onu yalnızlaştırdığını düşünen Sinan'ın, kitap basabilmek için sponsor arayışları içimi acıttı. Zamanında kaptığı köşenin, yaptığı ismin ekmeğini yiyen yazarları temsilen filmde yer alan karakterle girdiği diyalog da can yakıcıydı.
DEĞERLENDİRME YAZISI YARIN DEVAM EDECEK...
DEĞERLENDİRME YAZISI YARIN DEVAM EDECEK...