Küçük Prensin yazarı Saint-Exupéry'nin "Hiç kimse hem sorumluluk hem umutsuzluk hissine aynı anda kapılamaz" dediğini okuyunca kalbime döndüm ve sordum, hangisini taşıyorsun:
Hayatın anlamını bulmaya gönderildiğin bir alemde bu devasa yükün sorumluluğunu mu, yoksa her şeyi karanlığa mahkum eden umutsuzluğu mu...
Bir süre ses vermedi. Bıraksam ağlayacaktı. Keşke bıraksaydım ve içime dönerek gerçekliğe teslim olsaydım. Ama yapamadım, yine kelimeleri alıp yanıma, oturdum masanın başına.
Oysa, kalbimizdeki yaralar tazeyken, sorumlulukların altında sus pus olmuş içimiz hala kanıyorken çok yol gidemezdik.
Ama cesaret gösterenlerin mutluluğa adım atacağını öğrenmiştik.
Sorumluluk sahibi olmak, kendi acılarına rağmen gereklilikleri yerine getirmekti. Birilerinin derdine derman olmaya çalışırken güzelleşmek, sevgi ile huzura ererken gizli bir elin bizim gözyaşımızı da sildiğini fark etmek demekti sorumluluk.
Niyâzî Mısrî'nin "Ben sanırdım âlem içre bana hiç yâr kalmadı
Ben beni terk eyledim bildim ki ağyâr kalmadı" dediği o yere ulaşmak ancak böyle bir yolda yürümeye cesaret göstermekle başlamıyor muydu!
Tekamül, yani kemale ermek, olgunluk yoluna girmek kişinin herkesle barışık olmasıyla mümkün değil miydi!
Peki insan dünyada bu kadar kötülük varken nasıl dünya ile barışık olabilir. Sürekli kendi ile kavga ederken nasıl başkalarına kalbini açabilir?
Elbette sevginin en saf hali olan şefkatle hayatını dönüştürür. Şefkat, insanı kendinin dışına taşır.
Eğer insan büyük bir şefkatin sonucu değerli bulunup bu dünyaya yollanmışsa içini aydınlatacak, umutsuzluğun karanlığını yırtacak, onu narsist egosundan kurtarıp farkındalık katına yükseltecek duygu da elbette şefkattir. Bunu hissettiği anda sanki elektrik düğmesine basmış gibi içi aydınlanır. O ışık, kendine göstereceği şefkatle başlayıp çevresine de ulaşır.
O yüzden her şey insanda bitiyor, tıpkı insanda başladığı gibi. Nasıl su sıcakken soğuk olamaz, soğukken de sıcak, insan öyle bir varlıktır ki, sevgi ile doluysa nefrete kalbinde yer yoktur. Sevgi hakimse içimize, nefret geride kalır ve sıcak su ile soğuk su karışınca nasıl dengeli bir ısıya ulaşırsa, insan kalbinde de nefret yerine üzülme ve acıma duyguları belirir.
"Kimse kıymet bilmiyor" diye yakınıyorsak bu bizim yeterli olgunluğa gelemediğimizin göstergesidir.
Kıymetini bilen, bilecek olan seni var etmiş, bu dünyaya göndermiş. Gezegenin yüzünü karanlık yapan gece değil ki! Sorumluluklarını yerine getirmeyen bizler dünyayı yaşanmaz bir yere çeviriyoruz.
Kalp yaralarının devası sevgide. Biz ancak merkezine şefkati koyup aydınlattığımız içimizin ışığını etrafa yayabiliriz. Aksi halde, sevgisizlikten acıyan canımızla başkalarını eleştirme yoluna gireriz. Bir başkasını kınarken yaptığımız, kendimizi temize çıkartacak mazeretler bulmak değil midir?
Dikkat edin, neyin mevzusunu yapıyorsak, gündemimiz neyse yaramız oradan kanıyordur.
Kendinden başkasını sevgiye layık görmeyen hasta ruhlar, kalbindeki o tohumu yeşertemediklerinden çölleşen ruhlarında susuzluktan ölmeye mahkumdur. Keşke tek başlarına ölseler ve dünya, tekamülünü tamamlamamakta ısrar eden bir varlıktan temizlense ama sevgisizlik öyle bir cinnet hali ki, beraberindekileri yakıyor, ortaya çıkan gaz herkesi az çok zehirliyor.
Ailelerde şefkati azalmış sevgiler var. Bu durum toplumu da zorluyor. Hepimiz hatalıyız, ama kimse ötekini affetmiyor ve sevgisizlik bir yangın gibi büyüyor. Her gün bir başka eve düşüyor ateş.
Kutsal kitabımızda sevgi iki yerde geçiyormuş. Birinde Gafur birinde Rahim ile anılıyormuş. Bunu öğrenince inanıyorum diyen insanların nasıl da inandıklarından habersiz olduğunu fark ettim. Şefkatli bir sevgi ile affedici bir sevgi...
Ve bizim içi boş egolarımızı besleyen, sadece iki insan arasındaki o tarifsiz heyecana ad yaptığımız sevgi.
O kısa süreli ateşin küllerinden kıvılcım çıkartarak başka sevgilere fırsat bırakmayan, çoktan unuturdum ben seni çoktan, ah bu şarkıların gözü kör olsun dedirten sevgi...
"Aslında ben öyle çok sevilmeye layıktım ama sen beni fark etmedin" diye inleyen nağmelerden başka nedir ki, kalbimizi ele geçiren o şarkılar.
Sevginin en saf hali şefkat, affetmek ile anlam kazanıyorsa, önce kendimizi, sonra üstü tozlanmış ilişkilerde harcadığımız birbirimizi affederek sevmeye başlayalım.
Yoksa, kötülerin ele geçirdiği bu dünyada, masum çocuklara, şiddete maruz kalan kadınlara, belki de güçlü olsunlar diye şefkat gösterilmeden büyütüldüklerinden içlerindeki sevgi ağacı bodur kalmış erkeklere yapılan haksızlıklar karşısındaki sessizliğimiz için hem onlardan hem de Hayatı sunandan hangi yüzle af dileyecek, biz iyi insandık, ama üzerimize bulaşan kirleri engelleyemedik diyeceğiz.
Nefretin dilinin bozuk bir çeşme gibi durmadan üzerimize aktığı günümüzde sevgi ile kalbimizi ve sonra elimizin uzandığı yerdeki kıymetlilerimizin yüreğini onarmalıyız.
Yoksa sevgisizlikten öleceğiz.
NOT: Bu yazıyı 15 Ocak 2018 de yazıp yayınlamışım. Gündemin karmaşasına rağmen olumlu düşünmeye başladığım görülüyor. Başlığı tamamlamak bile içimden gelmedi mesela. Kör olmasın hiçbir şey, hiç kimse. Kimse kimseye ah etmesin. Sanırım içimde mesafe katettim. Olumlu düşünmek çok güzel gelsenize:))
öyle ama, bu güne kadar hep olumsuzdum bir şey kazanmadım ve değişmeye karar verdim hayatım da buna paralel değişecek inşallah:))
YanıtlaSilDönüp dönüp okunası bir yazı olmuş. Çok güzel.
YanıtlaSilGüzel yorum. Dönüp dönüp okuma hissi verebilmişsem ne mutlu teşekkürler
SilOlumlu düşünmek garip bir enerji de veriyor uyandığın her gün daha güzel olacak en azından bunun için cabalayacagim yaşamak daha anlamlı gibi 😊 güzel bir yazı olmuş kaleminize sağlık
YanıtlaSilTeşekkürler asli apırsak da sapırsak da olacak olan oluyorsa niye kasıyoruz :) İyİ diyelim İyİ olsun
Silsevgiii, en güzel ama en çok kötüye kullanılan duygu ya. en çok taklit edilen :) senin bu yazılar sanki gazete makalesi gibii. seeen dolmuşsuun içini döküyon galibaaa şimdilerdeee :)
YanıtlaSilfena doldum taşmadan bir düzenle akmam lazım bir baraj seti koyup biriktirmem lazım belki blog bu işi yapacak
Sil