Bu gün "Anneler Günü."
"Cennetin ayaklarının altına serildiği" insanlar olarak biliriz anneleri.
Her yerde hakkı gasp edilen kadınlara bu ağır görev kutsallık atfedilerek verilmiş ki, kolay pes etmesinler.
Böylece başkasına karşı bencil olabilen kadınlar bile evladının yüzündeki gülüş eksilmesin diye çoğu zaman gönüllü
olarak kendinden vazgeçen insanlar oluyorlar.
Tabi bu durum vicdan sahibi olan anneler için geçerli. Doğurmakla kazanılan bir paye gibi görülse de, aslında kalpte ya var, ya da yok olan bir histir annelik. Bunu evlat edindiği ya da sahip çıktığı her çocuğa, hayvana çeşitli fedakarlıklar yapan kadınlarla, doğurduğu çocuğu satan, sokağa bırakan, eziyet eden annelere bakarak anlayabiliriz aslında.
O yüzden öncelikle doğurmuş, doğurmamış, çocuk büyütmüş ya da büyütmemiş, annelik vasıflarını yüreğinde taşıyan, şefkatin cisimleşmiş hali gibi yeryüzünde oturan her kadının gününü kutluyorum. Annesini kaybeden bir çocuğun anma günü olarak kutlamayı başlattığı bu günde benim aklıma evladını kaybeden anneler ile annesini kaybeden çocuklar daha çok geliyor.
Üniversiteyi bitirdiğimde evlenip hemen annelikle tanışmış biri olarak ömrümün yarısı diyeceğim sürede bu sıfatı taşır haldeyim. Diğer yarısı da zaten bir annenin evladı olarak geçti. Çok şükür hala ikisi de devam ediyor, ve umarım uzun yıllar sağlıkla, kolaylıkla devam eder.
Ama bu güne dair hatıralarım can yakıcı. Mesela ilk anneler günümde bebeğim daha yaşına gelmemişken kötü bir haberle sarsılmıştık. Yine bir 10 Mayıs'tı. Okuldan üst devreden bir arkadaşımız yaşadığı talihsiz bir aşk hikayesini unutmak için yurt dışı görevine gitmiş, orada tanıştığı yabancı uyruklu bir kadınla bir kaç ay içinde evlenmişti. Bu bir kaçış evliliği idi. Önce ailesi karşı çıksa da, sonunda Haziran'da burada da düğün yapması şartıyla kabul etmek zorunda kalmışlardı. Bir evin bir oğlu, annesinin göz bebeği olan arkadaşımızın davetiyeleri dağıtılmış heyecanla yaz beklenirken acı bir telefonla cenazesinin alınması istendi. Ne olduğu bile belli değildi. Bir başka arkadaşımız bizzat gidip en sevdiği dostunun naaşını getirdi. Anneler gününde kendi elleri ile toprağa veren arkadaşımızdan dinlediğimiz törene dair söyleyecek çok bir şey yoktu. Annesinin acılı hali, babasının metaneti, kız kardeşlerinin feryadını ifade edecek kelimeleri bulamadığından evin içinde hıçkırıklar yükselmişti. Psikiyatrik tedavisini aksatan yabancı gelin dehşet verici bir şekilde yeni evlendiği kocasının hayatına son vermişti. Bunca yıl sonra bile güzel gülüşü aklımda olan arkadaşın cenazesi işte oğlumla ilk anneler günümüzü hüzne boğmuştu.
Her ölüm erken ölümdür ama genç ölümleri biraz daha zor oluyor ki, "Allah sıralı ölüm versin" diye dua var. Arkadaşımız 28 yaşında idi. Çok başarılı ve gelecek vaad eden bir akademisyendi. Ömrü vefa etmedi.
Bu gün bana bu acıyı hatırlatan bir başka genç ölüm haberi aldık. Komşumuzun 28 yaşında 2 yıllık evli 3 yıllık doktor kızı vefat etmişti. Sokağa çıkma yasağına rağmen ev doldu boşaldı. Korona günlerinde cenaze işleri, hele ev gibi küçük alanlarda yapılan taziyeler büyük bir risk ama acı da çok büyük... Hem aile hem gelenler risk altında olsa da acının tarifi imkansız olunca herkes vazifesini yapma telaşındaydı. Hem liseye girişte hem üniversite sınavında hem Hacettepe mezuniyetinde ve TUS sınavında derece yapan, üniversite sınavında Türkiye 33.sü olma şerefini ailesine yaşatan, her şeyi ile güzel bir insan olan Tuba, yoğun çalışma temposu içinde kendini unutmuş, daha yeni gelin olmuşken, artan mide ağrısı için endoskopi yaptırdığında dördüncü evre mide kanseri olduğunu öğrenmiş hemen tedaviye başlamıştı. İki yıla yakın bir zamandır kemoterapilerle uğraşan doktor kızımız tedavi arasında TUS' a girip 8. olmuş, cerrahisi olmayan daha kolay bir bölüme geçeyim, tıpçılar yoğun çalışıyor demişti. Mide kanserini yendi ama bir kaç ay sonra diğer organlara sıçradı ve bu gün selası verildi. Bir anneler gününde daha bir evin bir kızının cenazesi vardı.
Kayıplar büyük ve geri döndürülemez olunca insanın acısı da büyük oluyor. Yası uzun sürüyor. İlk etapta anlamıyor belki ama yokluğu her gün daha çok koyuyor sevdiğinin. Onun için yaşarken birbirimizin kıymetini bilmeli, sevdiğimizi söylemekten imtina etmemeliyiz. Anma günü olarak başlayıp tüketim çılgınlığına dönen ve evladını yitirmiş ya da ona hiç kavuşamamış kadınlarla, annesini kaybetmiş bütün çocukları hatırlayarak bu günü sadece kendi içimizde, gürültüsüz kutlamak gerek.
Blogu kurarken "Hayat yazıyor, biz oynuyoruz" demiştim. Hala da öyle düşünüyorum. İsteğimiz dışında geldiğimiz dünyadan yine isteğimiz dışında gideceğiz. Arada yaşadıklarımızın çoğunda seçim şansımız var görülse de aslında sadece direksiyonu kırıyoruz ama yolu değiştiremiyoruz. Yolculuk boyu başımıza gelenler de herkes için başka başka olsa da sıkıntılarla dolu. Allah kaldıramayacağımız yükler vermesin. Her acı, her olay için ilginç deneyimler, ilginç bakış açısı diyerek kimsenin imtihan alanına girmemek lazım diyorlar ya, sanırım haklılar.
Bir de, kesin olan bir şey var ki, kimsenin hayatı kimseden kolay değil. Herkesin acısı başka. Evlat acısı da, en büyüklerinden.
Bu vesile ile bir kaç gün önce twitterda TT olan Ahmet'in annesine de başsağlığı dilemek istiyorum. Öğretmen anne babanın 8 yaşındaki oğulları idi Ahmet. Hastalık süresince insan hakları aktivisti Natali Avazyan ve bir milletvekili dışında sahip çıkanı olmadı. Babası hırsızlık, taciz, gasp, dolandırıcılık, uyuşturucu gibi adi suçlar işlemediği için yeni infaz yasasından yararlandırılmadı. Yurt dışında tedavi şansı pasaport verilmediği için gecikti. Pasaport verilmesi için uğraşan ve en sonunda sosyal medyanın gücü ile gerekli izinleri alıp uçağa bindiren Haluk Levent oldu. Bir hafta sonra artık geç kalındığı tespit edildi, yapacak bir şey kalmamış denerek lösemi hastası çocuk ölümü beklemesi için annesi ile beraber ülkeye geri döndü. Kalan vaktinde sadece "Babamı istiyorum" dedi, zaten hastalık babasının başına gelenlerden sonra ortaya çıkmış, baba diye diye kamuoyunun gözü önünde iki yılda eriyip gitmişti Ahmet. Ama yine sesini TT olmasına rağmen kimse duymadı. Son gecesinde üç kez kalbi durmuş ama bir saatlik uzaktan babası getirilmemişti. Ziyan olanlar listesine o da istatistik olarak girdi, sekiz yıllık kısa yaşamında ardında acılı bir anne, baba ve abla bıraktı. Adına bir vakıf kurulacağını açıklamış Natali Avazyan, ne güzel, belki başka çocuklar için fark eder, bir deniz yıldızı kurtulsa onun için yaşam devam ettiği gibi bir çocuk daha yaşasın ki, anneleri ardından yaşayan ölülere dönüşmesin. Bu tarz çabalarda taşın altına elini koymak lazım ki, insanlık sıfatımızın içi boşalmasın.
İşte böyle bir günde kim bilir kaç anne kaç evlat yalnızlığın yasında, korona ve sokağa çıkma yasağı sebebiyle sevdiğinin mezarına bile gidemiyor. Bizim de elimizden, dilimizden ölenlere rahmet, kalanlara sabır dilemekten başka bir şey gelmiyor. Nedim'e, Tuba'ya, Ahmet'e birer Fatiha yollayarak onlar için çizdiğim yukarıdaki mandalaya siyahla , yas duygusuyla başladığımı ama çiçek açan bir hale döndüğünü belirtmeliyim. Birbirinden günahsız bu insanların kısa ömürlerine bedel ebedi cenneti kazanmış olmalarını dileyerek sizleri de bütün kayıplarımız için Fatiha ya da neye inanıyorsanız o şekilde duaya davet ediyorum.
Anneler günü kutlu olsun. Seven sevdiğine sevdiğini söylesin. Belalar kendine isabet etmeden diğer canlar için de duyarlı olsun ki iyilik kazanabilsin. Yoksa kötülüğün çarkları herkesin üzerinden sırayla geçecek...