Marriage Story 2019 Scarlett Johansson Adam Driver

             ======BLOGDA 100.YAZI=======

SİNEMA GÜNLÜĞÜ 85. FİLM 


-Spoiler içerir -


Tıpkı Irıshman gibi digital medya platformu için çekilen yeni bir filmi daha dünyaya ile beraber izledik. 

İlk  bakışta İngmar Bergman filmlerinden "Bir evlilikten manzaralar" ı hatırlatan yapımın bir sahnesinde o filmin afişini görüyor, yönetmenin oraya da atıf yaptığını anlıyoruz. (Adı geçen film için yukarıdaki linki tıklayabilirsiniz. )

Başrollerini neredeyse her filmde oynayan iki popüler sanatçı, Scarlett Johansson ve Adam Driver paylaşıyor. 

"Onu gördükten iki saniye sonra aşık olmuştum" diyen oyuncu bir kadın, bir tiyatro yazarı ve yönetmeni olan adamla evliliğine "zamanın eli değince" onu bitirme kararı alıyor. 

Bu düşüncede olmayan, karısını ve çocuğunu seven, ailesine düşkün koca hemen pes etmiyor. Aslında kocasını seven ama susmuş ve gitmek üzere olan kadın da her şeye rağmen çabalıyor. Beraber evlilik terapistine gidiyorlar.  Orada verilen bir ödevde çiftin birbiri hakkında sevdikleri şeyleri anlattıkları mektupların okunmasıyla başlayan film aynı mektuplarla bitiyor.

Yazdıklarından, amiyane tabirle birbirlerinin ciğerini bildikleri ve o halleri ile karşısındakini kabul edip sevdiklerini anlıyoruz. Ama işte bir şeyler yitirilmiş, ilk zamanlardaki o aşk ateşi yanmıyor. İki taraf da sanatçı olup aşktan beslenince sevgileri diri olsa da özellikle kadının, aşkın külleri üzerinde dolaşmak istemediğini düşünüyoruz. 

"Gördüğünden geri kalmak" zordur çünkü. Aşkı hiç bilmeyen iki insan daha istikrarlı bir birliktelik inşa edebilir. Çocuklar oldukça ortak bağlar güçlenir, beraberlikleri perçinlenir ama evliliğe aşkın yüksek enerjisi ile başlayanlar kısa sürede rutine dönüşen evlilik kurumu içinde sıkışır kalır. Aşk hem soluk aldırır, zor zamanlarda tutunacak daldır ama varlığını bilenlerce yokluğu hava gibi anında hissedilir. Nefessiz kalan çift alışkanlıklara yenilip heyecanı kaybedince yaşamın getirdiği sorunlarla daha zor baş eder. 

Bu filmde de çift en sonunda anlaşarak boşanmaya karar veriyor. Kadın aldığı iş teklifi nedeniyle ailesinin yaşadığı şehre gidip çocuğunu da orada okula veriyor. Ancak orada iş arkadaşlarının ısrarı ile avukat tutunca boşanma süreci çirkinleşmeye başlıyor. Avukatların savaşa çevirdiği bu zorlu dönem birbirlerine olan kırgınlıklarını derinleştirecek şekilde sırların açık edilip tarafların mahkemede bel altından vurulması ile devam ediyor. 

Bu sahneleri izlerken hala gerildiğimi görünce acı acı gülüyorum. Boşanmış bir çok kadının bu filmi travmalarından kaynaklı acılarını boşaltmak, ağlamak amacıyla seyrettiğini biliyorum ama benim gerginliğim ondan değil. Yıllarca avukatlık yapmış bir insan olarak ağır cezada işlenen suçlardan fazla gerildiğim dosyaların boşanma davaları olduğunu hatırlıyorum. Zaten filmde de, "Ceza avukatları kötü insanların iyi yönlerini, boşanma avukatları ise iyi insanların kötü yönlerini bulmaya çalışır" diyordu. Bu yüzden Aile Mahkemeleri'ni sevmiyorum, aynı yatağı, hayatı, çocukları paylaşan insanların nasıl canavara dönüştüğünü çok iyi biliyorum. 

Boşanmak da evlenmek kadar doğal bir olay olsa da birinde törenler, kutlamalar yapılıyor birinde dost kalalım kararındaki çiftler bile üzgün bir dönem geçiriyor. Şimdilerde haberlere konu olan tek tük boşanma kutlaması yapanlar, gökyüzüne balonlar bırakıp erik dalı oynayanlar da var ama özellikle kadınlar ülkemizde yaşamlarını kaybediyor. Bu süreçler lafın gelişi değil gerçekten kanlı bir hal alır oldu. Bu durum korkutucu. İşte bu filmde taraflar istemeseler de bu kötü süreci daha fazla çirkinleşmeden bitirmeyi biliyor. 

Aile kavramının önemine vurgu yapmak, dağılan yuvalara"Devam etmeyi deneyin, bir kez daha iyi yönlerinizi hatırlayın" demek amacı taşıyor mu film bilmiyorum ama alt metinde buna da işaret ediliyor sanki.         

Ayrıca Amerikan Hukuk sisteminin yüksek fiyatlarla katkı sağladığı da malum olunca burada birikimlerini bir inat uğruna tüketen çiftin hali de bir uyarı. 

Yönetmenin anne babasının bu filmdeki gibi boşandığını öğrenince ne kadar yumuşak olsa da bu sürecin çocuklarda kalıcı travma etkisi yaptığını hatırlıyoruz. Ki, diğer filmlerinde de boşanma konusunu işleyen yönetmen için ayrılık "Mesele" olarak varlığını sürdürüyor, sanatına yön veriyor. Hem de çiftin çocuklarını öncelemeleri, onun velayeti için çaba göstermeleri bu esnada da birbirlerinin hayatında eskisi gibi var olmalarına, savaşmayı bırakmalarına rağmen. 

Sonuçta kadın, erkek ve çocuk için boşanmanın sessiz bir kabullenişi de var ama. Çocuk, ebeveyni ile ayrı evlerde buluşmaya alışıyor. Belki de gerekçelerini bu günkü aklıyla mantığa bürüyen yönetmen boşanmanın sebebi gibi duran annesine hak veriyor.

Kadını en başından beri yüzü gülmeyen, çabalamayan biri olarak görüyoruz. Evlilikle beraber şehir değiştiren kadın kariyerinin yarım kaldığı hissine kapılıyor. Yönetmen olan kocasının oyunlarında önceleri yıldızken sonra tiyatro ekibi içinde eşitlendiğini düşünüyor. Yaptığı bu fedakarlıklar onu yoruyor. Tabi bu sorgulama durup dururken başlamıyor. Tiyatro ekibinden biri ile kocasının ilişkisi olduğundan şüpheleniyor. 

Kocası ile beraberken kendiliğini yitirdiğine inanmaya başlayan kadın, evlilik için vazgeçtiği kariyerini düşünüp karşılığında aldatıldığını öğrenince çabalamayı bırakıyor. Avukatın verdiği akılla kocasının iletilerini okuyan kadın aldaltıldığından emin oluyor. İş mahkemeye yansıdıktan sonra eşiyle tartışırken "Neden?" diye bağırdığı bir sahne var, "Neden beni seviyorken onunla yattın?" diye sorunca adam "Bu sadece bir kere oldu. Ama sen neden onunla yattığıma değil, onunla güldüğüme üzül" diyor. Kendisinin de evliliği için bir çok şeyden vazgeçtiğini,  misal çok genç yaştan beri oyuncular tarafından çevrelenmesine, popüler bir yönetmen olmasına rağmen karısına sadık kaldığını anlatıyor. 

Burada işte en önemli noktaya geliyoruz: İletişim. Onun koptuğu bir yer var. Oradan sonra evlilikler yokuş aşağı yuvarlanıyor. "Onunla gülmek" çok değerli bir iletişim. İnsan acıya daha duyarlı bir varlık. Kötü durumlarda yardımcı olmak insanın erdemlerinden olduğu kadar acımasından da kaynaklanır. Ama gülmek, güzel haberleri, sevinci paylaşmak ancak gerçekten sevince mümkündür. Sizi önemseyen, dinleyen, kelimeler olmadan ruhunuzu okuyan insanla paylaşırsınız sevinçlerinizi. Yoksa susarsınız. Acınız görünür olur da destek bulur bazen ama sevincinizi de susunca biter gider ilişki. O nedenle gülmek önemli. 

Beraber gülmeyi önemsemeli, istemeli...


ELLY HAKKINDA ASGAR FERHADİ Darbareye Elly (2009)



SİNEMA GÜNLÜĞÜ 84. FİLM 


-Spoiler içerir -


Daha önce Geçmiş adlı filmini blogda yazdığım, Satıcı ile Bir Ayrılık adlı filmlerini izlediğim Asgar Ferhadi, 2012 yılında Time dergisi tarafından dünyadaki en etkili 100 isim arasında gösterilmiş. Oscar ve Altın Küre'yi kazanan İranlı senarist ve yönetmen Ferhadi, Bir Ayrılık ve Satıcı filmleriyle 84. Akademi Ödülleri ile 89. Akademi Ödülleri'nde Yabancı Dilde En İyi Film ödüllerinin de sahibi olmuş.


Elly hakkında filmi de 2009 Berlin Film Festivali en iyi yönetmen gümüş ayı ödülü ve Tribeca Film Festivali en iyi uzun metraj anlatı ödülü gibi başarılara sahip.
TRT2 filmleri arasında izlediğim Elly Hakkında son derece ilginç, hareketli, vermek istediği duyguyu izleyiciye hissettiren güzel bir yapım.


Bazı yorumcular "Delinin biri kuyuya taş atmış, kırk akıllı çıkaramamış filmi" demişler ama işler o kadar basit değil. Oyunculuklar çok başarılı, görsellik çok ustaca. Senaryo sağlam. Dram kategorisinde yer alsa da gerilim filmi olduğunu söylemek mümkün. 

Başta son derece neşeli başlıyor film. İranlı orta sınıf üç aile ve onların Alman eşinden yeni boşanan üniversite arkadaşları hep beraber Hazar Denizi kenarına kısa bir tatil için gidiyorlar. Çiftlerden birindeki kadın aktif bir karakter. Tatili ayarlayan, evi bulan, boşanmış arkadaşları ile tanışması için çocuğunun öğretmenini kendileriyle tatile gelmeye ikna eden, grupta sevilen bir insan. Evi tutarken ve bunca işi organize ederken bazen şaka yollu bazen ortamı idare etmek için beyaz yalanlara da başvuruyor ve film boyunca korkunç bir gerçekle bölünen tatilden ona bu yalanlarının bedeli olarak hayat boyu travma olacak bir ağırlık kalıyor. Her şey yolunda giderken onun yanında görünen, yaptığı organizasyonların keyfini çıkaran başta kocası olmak üzere tüm arkadaşları işlerin karıştığı an hep beraber kadını suçluyorlar. Bu çok acıtıcı. Yaşananlar zaten ona beyaz yalanların bedelini fazlasıyla ödetmişken kocasının şiddete başvurması, diğerlerinin de onu karşılarına almaları tam da ortadoğunun insana değer vermeyen tavrının yansıması. Ona sadece Almanya'dan gelen arkadaşlarının iyi davranması gözden kaçmayacak bir ayrıntı. 

Film boyunca dalga sesleri zaten gergin olan ortamda unutulmaz bir fon müziği oluyor. Kuma saplanan araç da metafor olarak filmin özeti gibi adeta. 

Hakkında hiç bir şey bilmediğimiz Elly'nin uçurtma uçurduğu sahnede içinden çıkan çocuğun gülümsemesi yerleşiyor yüzümüze bir an ama sonra ne oldu ne bitti bilmiyoruz. Yorumun seyirciye bırakıldığı, son sahneye kadar merak unsurunun diri tutulduğu filmi daha fazla anlatıp büyüsünü bozmak istemiyorum, gönül rahatlığı ile tavsiye ediyorum.

Bu arada her filminde erkek kadın ilişkisini irdeleyen yönetmenin bu filmde boşanan erkeğe, Elly'nin nedenini sordurduğu sahne filmin mottosu olabilir:

Bir sabah uyandığında karısının kendisine, "Kötü bir son, sonsuz mutsuzluktan iyidir" diyerek gittiğini anlatan adamın sözleri Elly’inin içinden çıkamadığı durumuna ışık oluyor. Ama hayat tercihlerden ibaret değil. Gitmeyi istemek ile tercihin kaderinde yazılmış olması farklı şeyler. "Ah Elly'" demek sonunda izleyiciye düşüyor. 

Sonsuz mutsuzluğun esiri olmadığımız hayatlar sürmek temennisiyle. 

YAPRAK DÖKER BİR YANIMIZ BİR YANIMIZ BAHAR BAHÇE



Balkona çıktım "Hava mis bugün" diye mırıldandım. Çevre okullarda teneffüse çıkmış çocukların kimi zaman rahatsızlık veren sesleri bile güzel geldi. Adeta güneşe teşekkür edercesine neşeli bir koşuşturma içinde nefesleniyorlardı. 
İnsan böyle zamanlarda evde durmak 
istemez ya, ben de içimden gelen sese kulak verip dışarıya atayım kendimi dedim. Nereye gitsem diye düşünürken kafamı sağa çevirdim, "Şu yokuşun ardında canım arkadaşımın evi var, ona gideyim bugün, hem çocuğun okuluna da yakın ders çıkışına kadar oturur sonra onu da alır eve gelirim" dedim. "Hatta evi bana yakın olan diğer arkadaşımı da geçerken alır öyle giderim. Kısır yaparız, kekim var, börek de sararız, çayı da demledik mi masa başında sohbet, muhabbet bu günü daha da güzelleştiririz" diye düşünüp heyecanlandım. Üzerimi değiştireyim diyerek içeriye yönelmişken gözüm otoparka ilişti. Boş olduğunu görünce kendime geldim. Arabam yoktu, aylar önce park halindeyken gelip biri çarpmış, pert etmişti. Hiç bir suçu günahı olmayan yoldaşım, her zaman durduğu yerde dururken ne yaptığını bilmezin biri onu yok etmiş, yerine yenisini koymak da mümkün olmamıştı. 

Ama hava o kadar güzel, hayat o kadar hızlı ve değişkendi ki, epey zamandır tuttuğum yası sildi, "İnsanlar ölüp gidiyor, araba gitmiş bir şey mi, neyse ki içinde değildim, hem kızlara başka yoldan da giderim, otobüs var, dolmuş var" dedim. "Yeter ki gönüller bir olsun" diye mırıldanırken elim telefona gitti. O an artık onların da burada olmadığını hatırladım. İşte o dakika da gökyüzümü gri bulutlar kapladı. Hüzünle uzaklara baktım. 

Son yıllarda her birine özlem büyüttüğüm nice arkadaşımı uğurlamış, gitmek mi zor kalmak mı diye düşünürken kendi sularımda dibi boylamıştım. Çünkü insan için otuz yaşından önce kurulan dostlukların anlamı büyüktü. Sen daha senken yoldaşın olan yaşam boyu yeni rollerle eklenenlerden kıymetli idi. Mesleğin, evliliğin, iş yerinin, çocukların okullarının hayatımıza kattığı da nice güzel insan olurdu ama hiç biri seni daha çocuk sayılacak yaştan beri tanıyan, seven dostların yerini alamazdı. Onlar hayatından eksildiğinde çevren yeni insanlarla dolsa da kalpteki yerleri boş kalırdı.  

Ama işte hayat böyleydi; bir bilinmezlikler yumağı. Ucundan çektikçe her birimizin başına neler öreceği belli olmayan yaşam ipi ile bazen uzaklara savrulurduk. Gün gelir en yakınlarımız yedi kat el olurdu da, gecemizi gündüzümüze çeviren bir yabancı, yoldaşımız. Unutulmaz dostluklar kurardık yabancılarla, kavramlar değişir el, evin olurdu, ev bildiklerin uzağın. Böyle böyle gurbet birikirdi içinde insanın.

Dünya zaten gurbet diyarıdır derler ama buna göçler eklenince, insanın kalbi de oradan oraya sürüklenir. Ama durmak kirlenmektir, akmak, hayata karışmak, günün getirdiğine uyum sağlamak gereklidir. Yine de, eskiye özlem, kalbi olan herkesin uğrak yeridir. 

İnsan her ne kadar yeni tercihler yapıp bu doğrultuda hayatına yeni insanlar katsa da, eski dostların özlemini silemiyor gönlünden. İşte o zaman gurbet derinleşiyor. Gariplik içinde gariplik oluyor. Ara sıra yükselen o hasret dalgası, altında bırakıyor kalpleri. O vakit gidemediğiniz evlere, sarılamadığınız dostlara, veda etmeyeceğim dediğiniz uzaklara kucak dolusu muhabbet balonlarını uçuruyorsunuz, sahiplerine ulaşacağını umarak... 

Elbette artık zaman değişti, görüntülü arama icat edildi de gurbet silindi diyecekler vardır. Ama aynı sofrada oturup dertleşmenin, beraber gülüp ağlamanın yerini tutar mı bir ekranın arkasında pozlanmış vaziyette durmak! Hele de karşısındakiler üzülmesin diye iyiymiş gibi yaparken, bir çok gerçek, kötü haberler, hastalar uzaktakilerden saklanırken...
   
Ama yine de dostluk, gönülde gönül bırakmaktır. Sarılamadan kucaklaşmaktır... Şimdi uzaklarda olsa da gönüllerin bir gün yeniden bir araya geleceğine inanarak güzel günleri anmaktır... Bu hem gurbeti derinleştirir hem de kolaylaştırır. Beş duyudan ibaret olmayan varlıkları, görünmez iplerle bağlayan sevgi, gurbete de tek merhemdir. Sevilip özlendiğini bilenler ayrılığa daha kolay dayanır. Dönüp geldiğinde konaklayacağı gönüller olanlar aidiyetlerini yitirmeden yerleşirler oldukları yere. 

Bu konu derin... Ayrılığın, gurbetin çeken sayısı kadar tarifi vardır mutlaka ama ben en kısası ile sesleneceğim: Adaşım, candaşım, bilenim, güldürenim, diyar diyar gezenim bilin ki hepinizi çok özledim...

Buralar bildiğiniz gibi, detayları ile gündemler yorucu; sokaklar ise sarı, kırmızı, kahverengi... 

Bu günlerde renkleriyle gönüllerimizi sarmalayan sonbahar da bırakıp gidiyor bizi. Kapıda kış var, beyazlığıyla bütün kötülükleri örten kar bakalım gönüllerimize nasıl bir dinginlik verecek? Uyku nasıl vücuda yenilenme şansı veriyor, kış da baharın renklerini saklıyor olmalı beyazında. 

Her mevsim başka renge bürünen dünya. Ömrümüz oldukça seninleyiz ama bel bağlamıyoruz artık bahara, yaza, insana, toprağa... Yaşıyoruz işte, uzakta, yakında, özlemle dolu, kimi zaman yapayalnız kimi zaman kalabalıkta ama hala ayakta... 

Dostlara en içten selamla...


Söz: Hasan Hüseyin Korkmazgil 
Müzik: Ahmet Kaya


"Öyle bir yerdeyim ki
Ne karanfil ne kurbağa
Öyle bir yerdeyim ki
Öyle bir yerdeyim ki
Bir yanim mavi yosun,
Dalgalanır sularda
Bir yanim mavi yosun,
Dalgalanır sularda

Dostum dostum güzel dostum
Bu ne beter çizgidir bu
Bu ne çıldırtan denge
Yaprak döker bir yanımız
Bir yanımız bahar bahçe
Öyle bir yerdeyim ki
Bir yanım çığlık çığlığa
Öyle bir yerdeyim ki
Öyle bir yerdeyim ki
Anam gider Allah Allah
Kızım düşmüş sokağa
Anam gider Allah Allah
Dölüm düşmüş sokağa

Dostum dostum güzel dostum
Bu ne beter çizgidir bu
Bu ne çıldırtan denge
Yaprak döker bir yanımız
Bir yanımız bahar bahçe."

SARI SONBAHAR











Onlar Yanlış Biliyor
Candan Erçetin
Puslu soğuk hava
Dökülen yapraklar
En sevdiğim mevsimdi
Sarı sonbahar, artık değil
Kalbimde hüzün
Aynada üzgün yüzüm
Beni tanıyanlar
Buna birisi sebep diyor
Susuyorum
Yaptığım bir çok şeyin
Hiç bir amacı yok
Fotoğraflar çekmecede
Anılarım direniyor
Arkadaşlar nefretle
Buna o sebep diyor
Bir ben gerçeği biliyorum
Ve gizlice ağlıyorum
Onlar yanlış biliyor
Kimsenin suçu değil bu
Onun suçu değil bu
Kader oyunu değil bu
Bu benim suçum
Onlar yanlış biliyor
Kimsenin suçu değil bu
Onun suçu değil bu
Kader oyunu değil bu
Bu benim suçum
Puslu soğuk hava
Dökülen yapraklar
En sevdiğim mevsimdi
Sarı sonbahar, artık değil
Kalbimde hüzün
Aynada üzgün yüzüm
Beni tanıyanlar
Buna birisi sebep diyor
Gülüyorum
Yaptığım bir çok şeyin
Hiç bir amacı yok
Fotoğraflar çekmecede
Anılarım direniyor


NOT: Fotoğraflar bu gün "Sarı" başlığında toplandı. Hepsini ben çektim, arşivde kalmasın istedim. Sarı sonbahar deyince çok sevdiğim bu şarkı, kar soğuğunda gündüz 1.5 dereceyi gören Ankara'dan, şimdiden çok özlenen tatlı sert serinliğe, sonbahara ithaf olunur. Üşüdükçe bakıp ısınmak, özledikçe şarkıya tutunmak için bu postu bırakıyorum buraya  































THE IRISHMAN 2019 BİR NETFLİX FİLMİ

SİNEMA GÜNLÜĞÜ 83. FİLM 


-Spoiler içerir -


Dünya hızla değişiyor artık film sektörü bile dijital platforma kaydı. Böylece dünyanın en ünlü oyuncularının buluştuğu #theırıshman adlı yapım dört gün önce bütün dünya ile aynı anda ülkemizde de izlenebildi. 

Hollywood’a uğramadan #netflix için çekilen filmin ünlü yönetmeni #martinscorsese idi. #charlesbrandt tarafından kaleme alınan  #ıheardyoupainthouses (boyacılık yaptığını duydum) adlı çok satan kitaptan uyarlanan film tam bir şampiyonlar buluşmasıydı. Zira: #robertdeniro #alpacino #joepesci beraberdi. 


Film, üç buçuk saatlik süresi ve ardından yarım saat oyuncularıyla yapılan söyleşiyle birlikte en az dört saatinizi ayırmanız gereken nitelikli bir yapım. Arada molalar vermeniz de gerekeceğinden izlemek en az beş altı saatinizi alıyor. Tabi film seyretmekle de iş bitmiyor. Her kaliteli yapımdan sonra insan filmin etkisi altında düşüncelere dalıyor.

Filmi izlediğinizi varsayarak bu yazıyı yazdığımı belirtmeliyim, yani çok olmasa da Spoiler içerir☺️

Gerçek bir hikayenin roman olmuş halinden senaryolaştırılan film başta oyunculuk kalitesi, yönetmenin tartışmasız ustalığı ile beraber akıcılığı ile de izlemeye değer bir yapım. Şayet izler, ardından hissettiklerinizi de bu yazının altında yorum olarak eklerseniz beraber zenginleşiriz. Film izlemenin ötesine geçer film okuması yapmış oluruz. 

Benim düşüncelerime gelince:

Film boyunca "Su testisi su yolunda kırılır" adlı atasözümüzü sıkça tekrar ettim. Her ne kadar tamamen usulsüz, kanunsuz bir dünyadan bahsetse de kendi kuralları olan ve hatanın bedelini canları ile ödedikleri ortada. 

Yer altı dünyasında kardeşlik, ihanet ve güç üçgeninde sıkışmış insanların hayatlarından kesitler, geride kalan tek şahidin gözünden anlatılmış. Bu kişi aynı zamanda iyi bir ikinci adam, ara bulucu, soğukkanlı, efendisine sadık. Bu nedenle arkadaş olduğu, sevdiği insanları bile gözünü kırpmadan öldürebilecek biri. 

Filmin sonunda bende kalan ağır his ise, hayatın öyle de böyle de geçtiği... İnsan, işinde çok başarılı olsa da oraya varana kadar yaptığı onca kötülük nedeniyle geriye ancak pişmanlık kalması. Ayrıca bu sonucu elde ederken kaybettiği vicdanı yüzünden sevdiklerinden uzağa düşmesi. Onları korumak için başkalarına zarar verdiğinde olan biteni kimse bilmese, sistem onu yakalayamasa da, evlatlarının, babalarının kötü bir şeyler yaptığını seziyor ve kabullenemiyor oluşu. 

Yıllar sonra yalnız başına yaşadığı huzur evinde hala sırlarını korusa da daha önce hiç uğramadığı kiliseye ilgi duyuyor kahramanımız. Huzur evinin papazını sık sık yanına çağırarak hayatının son günlerinde manevi yönden kendine dayanak noktası arıyor. Ama günah çıkarırken bile yaptıklarından dolayı pişmanlık hissetmediğini ifade ediyor ki püf noktası burası. Pişman olması gerektiğini bildiği bir konuda hiç bir pişmanlık hissedememek... Giderek kalbin katılaşması, ruhun kararması, vicdanın ölmesi dedikleri hal bu olsa gerek.

"Bir kereden bir şey olmaz" derler biz de, oysa her şey bir kereden olur. Bir insan değerlerini, prensiplerini bir kere yıkarsa onun gerisi gelir. Kötü alışkanlıklarda da böyledir. Elbette girdiği yoldan dönenler pişmanlık gösterenler olur ama bağımlılıklar bile bir kere den bir şey olduğunu bize gösterir. 

İnsan, "Asla" dediği, eleştirdiği bir çok şeyi bir de bakar ki yapar olmuş. Masumiyet dediğimiz o perde bir kere yırtılınca artık her şey değişir. Hırsızlığa, dedikoduya, adam öldürmeye, haksızlık yapmaya, adaletsiz davranmaya bir kere başladı mı insan gerisi çorap söküğü gibi gelir. Önceleri aynı fiilleri işlemeye devam etse de duraksadığı, "Ne yapıyorum?" diye kendini sorguladığı, yer yer pişmanlık duyduğu olur ama aldığı keyifler, kazandığı paralar, o seçimlerin sonucunda sağladığı hayat standartları insanı esir alınca vicdanını susturacak gerekçeler bulması da kolaylaşır. Bir zaman sonra da vicdanın o rahatsız eden sesi hiç duyulmaz olur. 

Vicdan ki, insanın içindeki en önemli oto kontrol mekanizmasıdır. İyi ve doğru olarak tanımlanan, kanunlarla sınırları çizilen bir çok eylemin hayat rutini olmasını, karakterimiz kadar vicdanımız da belirler. Toplumlar kurallarla ayakta kalır. Bu kuralları ihlal edenler kendisini emniyet güçlerinin önünde bulur. Belki de, her insanın başına bir polis dikilemeyeceği için bireylere kendi otokontrol mekanizması olan vicdan verilmiştir. Ancak onu temiz tutarsak, sesini kısmadan kulak verirsek, haz ertelemeyi kendimize öğretebilirsek temiz toplum hayaline yaklaşabiliriz.

İşte bu filmde kendi katı kuralları olan bir mafya dünyasına konuk oluyoruz. Kadınların ve çocukların figüran olduğu bu sahte cennette erkekler canları karşılığında yüksek kazançlar sağlıyorlar. Çoğu bu dünyaya erken veda ediyor, burada geçirdikleri zamanda da hırs ettikleri paranın peşinde her yolu mübah görüp çok canlar yakıyor. Resmiyette başka işler yapsalar da yükselmenin yolunun mafya liderlerinden geçtiğini bilen her meslekten insan karanlık bu dünyaya bedel ödeyerek ilerliyor. 

Ama işte sonunda ölüm var ve insan ne kadar iyi şartlarda yaşarsa yaşasın bir gün bu gerçekle yüzleşecek. Sezen Aksu’nun "Masum değiliz hiçbirimiz" dediği çağ yangının içinden geçerken hepimiz az çok dünyanın kirine pasına bulaşıyoruz. 

"Bütün zarların hileli" olduğu bu kirli dünyada kendini masum görenlerimiz bile, sonuçları tahmin ettiklerinden daha ağır suçlar işliyor. Kimi zaman haksızlıklar karşısında susarak, ötekine yapılanı görmezden geliyoruz. Yanı başımızda, apartmanımızda, oturduğumuz kafede işlenen cinayetleri duymazdan gelerek suça ortak oluyoruz. Sosyal medyada bir paylaşım yaparak vicdanımızı rahatlatmaya çalışıyoruz ama bunun yeterli olmadığının farkına ancak zamanında sustuğumuz haksızlıklar başımıza geldiğinde varıyoruz. 

Belki bu filmdeki mafya babaları gibi sürekli kan akıtıp birilerini öldürmüyoruz ama ya üç maymunu oynadığımız her yerde vicdanımızla hareket etsek o kötülüklerin işlenmesine engel olacak güce sahipsek? İşte duruma buradan bakarsak biz de masum değiliz demektir.

Bu film vesilesiyle vicdanımızı karşımıza alıp kıstığımız sesini dinleyelim. Ölümün olduğunu ve bu dünyadan beraberimizde götürebileceğimiz tek şeyin iyilik ve kötülük olduğunu hatırlayalım. Henüz vakit varken hatalarımızdan dönelim. Elimizin eriştiği, gönlümüzün ulaştığı her yere umut olarak iyiliği seçelim.

İyilik kolay değildir. Herkesin dilindedir, herkes ondan yanadır ama bunca kötülük de herkesçe işlenmektedir. Bir söz var, "Kimse karşında değil, herkes kendinden yana" diye. Menfaatin kesiştiği her yerde en iyi denen dostlukların bile bitmesi bu yüzden. 

İçimizde bizi iyilik ve kötülüğe davet eden sesler var, kötülüğün yolu dikensiz, kolay yürünür, yüksüzdür. Kısa vadede kazancı var gibi görünür ama kalpte vicdanda yaptığı ağırlık boynuna bağlanmış bir taş gibidir. Yıllar geçtikçe dibe çeker insanı. En sonunda da kendi suyunda boğar. 

İyilik patikasında ise insan düşe kalka yürür. Leonard Cohen'in şarkısını mırıldanır:

"Herkes biliyor, zarların hileli olduğunu
herkes parmaklarını çapraz yapar yuvarlarken
herkes biliyor, savaşın bittiğini
herkes biliyor, iyi adamların kaybettiğini" der kanayan dizlerine kendisi pansuman yapar. Gözlerindeki yaşı elleri ile siler, kendi kolları sarar kendini. Kimi zaman o patikadan yürüyen hiç kimse göremez. Herkes kötülüğün otobanında keyifle ilerlemektedir ama bilir ki iyiliğin yolcusu, onlar o hızda giderken manzaradan habersizdir. Kendisinin attığı her adım ise önce vicdanında sonra geçtiği yerlerdeki kırık kalplerde çiçeklerin açmasına sebep olmuştur. Düştüğü yerlerde doğrulup dinlenirken manzaranın keyfine varmıştır. Her şeyden önemlisi vicdanı rahat, kalbi pamuklar kadar pak yolu tamamlamıştır. Belki her yeri yara bere içinde kalmıştır ama boynunda onu kendi suyunda boğacak o taşın ağırlığını taşımamıştır.     

Daha yaşanır bir dünya için yolumuza çıkan çeldiricilere rağmen taşın altına elimizi koyalım; birey olarak iyiliği güzelliği seçip insana, doğaya, hayvanlara saygılı ve özenli davranalım. 

"Sıfır atık, sıfır zarar"ı yaşam mottomuz yapalım. Vicdanla beraber kalbimizi de aktive ederek günümüzde geçer akçe olmasa da iyiliğe yakın olalım. Çünkü her dakika sona yaklaşıyoruz. Doğduğumuz andan beri ölümümüze koşuyoruz. Ve biliyoruz ki, mezara  kıymet verdiğimiz eşyalarımızla girsek bile onlar burada kalıyor. Yüzyıllar sonra kemiklerimizle beraber değerli sayıp uğruna bütün prensiplerimizi verdiğimiz o eşyalar arkeologlarca bulunup ait olduğu yere, dünyaya iade ediliyor.

Sürekli yeni bir sayfanın açılıp kapandığı dünya defterinde kirlenmeden kalan dolu bir sayfa olabilmek temennisiyle.   

Çam Ağacının Gölgesinde Ekşi Sözlükte

Ekşi Sözlük sürpriziyle karşılaştım bugün.  Oradan verilen linkteki yazı aşağıdadır:  Medium sitesinde yayınlanmıştır.  Teşekkürler Handan K...