KAZIM FİLMİ – YÖNETMEN: DİLEK KAYA


SİNEMA GÜNLÜĞÜ 77. FİLM

Dünyaya geldiğimizde bizi bekleyen hazır hikayelerin içine doğuyor, ailemizde gördüğümüzü, yaşadığımızı normal kabul edip benimsiyoruz. Ama sonra, insanın ikinci doğuşu dedikleri kendinden kendini doğurmak olarak da adlandırılan bir yolculuğa çıkmamız gerekiyor. Bu yolda, ailenin, çevrenin yüklediği öğretilerden sıyrılarak hakikat denen o özü bulmak hedefleniyor. Bunun için herkes başka bir araç kullanıyor. Dünyayı görmek, okumak, yazmak, müziğin büyülü sesine kendini bırakmak, dağlara tırmanmak, denizlere dalmak, sevip yücelttiği ünlü düşünürlerin ayak izlerini takip etmek, insan denen meçhulün peşine düşmek, sıradan hayatların içindeki sıra dışılığı fark etmek gibi bir çok yöntemi bazen tek bazen beraber deneyimlemek gerekiyor. Her yeri dolaşıp, çok insanla oyalandıktan sonra eğer hala arama isteği diri ise insana bir kapı daha açılıyor. Oradan da geçince dünyada var olan her şeyin kendimizde de olduğunun keşfi heyecan uyandırıp bu uzun yolculuğa devam etme motivasyonu sağlıyor.

Tabi kendi içinde derinleşmek o kadar kolay değil. İnsanın kendini pür-i pak görürken, çevresinde, ailesinde kızdığı, sevmediği bir çok özelliğin kendinde de olduğunu, meleklerden saf ve temiz olma potansiyeli ile bir anda katil, cani olabilme, akıl sahibi olmayan diğer varlıkların çok altına inebilme özelliklerini beraber barındırdığını hissetmesi sarsıcı bir farkındalık. İşte insanın karanlık ve aydınlık yönlerini fark edip kendini yeniden insan olarak dünyaya getirmesi diye nitelendirilen bu süreci az çok herkes yaşıyor. Farklı noktalara yoğunlaşıp yolda kalanlar da olduğundan tamamlanması zorlu bu yolculuk hayatın ta kendisi oluyor.

Bu gelişim dönemi araştırmayı teşvik eden, çocukları kendi haline bırakan, illaki bir kalıpta olması gerektiğini düşünmeyen toplumlarda daha erken yaşlarda gerçekleşirken bizimki gibi en ileri görüşlüsünün bile bağnazlıkla kendi düşünce elbisesini giydirerek çocuklarını tek tipleştirdiği toplumlarda otuzlu yaşların ortalarına kadar uzuyor.

Meşhur bir söylem vardır. İnsanın tüm dünyayı değiştireceğine inandığı için ailesinden bağımsızlaştığı, büyüklerini başarısız gördüğü, benim bambaşka bir hayatım olacak dediği ilk gençlik zamanlarındaki uçarılıklar, fakültenin bitip çalışma hayatının içine girildiğinde kaybolur. Oyunu kuralına göre oynamak denen yola girilince de, o düzenin çarkı haline gelen insan bir de aile kurup çoluk çocuğa karışınca değiştirebileceği tek şeyin kendisi olduğunu anlar. İlerleyen yıllarda hayatın onu ne kadar değiştirdiğini fark edince ise kendine acır hale gelir. İş, eş, çocuklar, toplum kuralları derken her gün prangaları artan insan dünyayı değiştirmek istediği günlerden çok uzaklaştığı, "Memleket mi, yıldızlar mı, gençliğim mi daha uzak" diye mırıldandığı yıllarda, hiçbir şeyi değiştiremeyeceğini anlamanın umutsuzluğuna düşer. Sonra da kendini arama sürecinde yeni bir aşamaya geçilir; bu noktada en çok benzediği insanları merak eder. Geriye dönüp aile büyüklerinin hikayelerine bakmaya, sıkıştıkları yerlerden nasıl çıktıklarını araştırmaya başlar. Ama çoğu zaman merak ettiği hikayelerin sahipleri hayatını kaybettiğinden kulaktan dolma bilgilerle idare etmek zorunda kalır.

Ancak ailede genç ölümler, dermansız hastalıklar, mecburi göçler, bitmek bilmeyen sürgünler gibi travmatik hikayeler varsa geride kalan bireylerin “Hayat devam ediyor” gerçeğine daha rahat tutunması için bu konuların üstü örtülür. Acıların kabuk bağlaması istenir. Evladını kaybetmiş bir anne varsa yanında konuşulanlara dikkat edilir. Böyle bir olay yaşanmamış gibi davranılarak onun da normal hayata dönmesine destek olunur. Kalbi nice gizli arzu ve anılarla dolu, yaşadıklarını ayrıntıları ile hatırlayan kadın hafızası canından can olan evladını elbette unutmaz ama sağlıklı bir süreç geçirirse, bir zaman sonra o da acısını içine gömmeye çalışır. Aksi halde elinde kalan sevdiklerini de üzecektir. İşte böyle böyle geçmişe perde çekilir. Eskiyi hatırlatan eşyalar elden çıkarılır. Yavaş yavaş yeni ve gündelik olanlar hayatları işgal eder. O zaman da aileye sonradan katılan bireyler geçmişten habersiz büyür. 

Sonra bir değirmen olan dünya önce o genç bireyleri her şeyi değiştirebileceklerine inandırır ama ardından hayalleri ile beraber gece ve gündüz taşının arasında öğütür. Un ufak halde yaş alan birey “Böyle gelmiş böyle gider bu düzen” diyecek kıvama gelince onu kendi haline bırakır. Bu kadar çeldirici arasından sıyrılıp sancılı süreçlerden sonra kendi olmayı başarabilen, içindeki insanla yüzleşebilen, korkmadan geçmişi ile bağ kurup geleceğe yürüyecek kararlılığı kendinde bulan insan sayısı oldukça azdır. Bu nedenle topluma ve onun en küçük yapı taşı dediğimiz aileye baktığımızda yetmiş yaşına gelmiş ama beş yaş alınganlığında dedeler, hiç sevgi görmedim deyip olur olmaz akımlara kapılarak yaşının olgunluğundan çok uzakta ananeler, bir türlü “Olamamış” babaanneler görürüz. İyi evlat olayım derken kendi ailesini koruyamamış, böylelikle hayatta olsa da oğlu/kızı ile irtibatı kopmuş babalar, aşırı korumacılığı ile evladını boğan, ona seçim hakkı vermeyen, her fırsatta emzirdiği sütü öne sürüp burnundan getiren, zamanla telefonlarına bile dönülmediğinden herkese ilenen, yalnız anneler de çoktur. Aslında olan her zaman evlatlara oluyor ama işte herkes birinin evladı, diğerinin ebeveyni olduğu için bu kırılmaz zincir ile sarmal daha da güçleniyor.

Dolayısıyla kişiler kimi zaman öyle bunalıyor ki biran önce kendini bağlayan her şeyden kurtulmak istiyor. İnsanın, kendi duygu ve düşünceleri olduğunun kabulü ile saygı görmediği, yani fertlerinin birey olmasına izin verilmeyen toplumlarda ya sürekli dikte edilmesinden ya da hiç anlatılmamasından dolayı aile büyükleri ile anlamlı bağlar kurulamadığından onlardan günümüze ulaşan miraslara sahip çıkılamıyor.

İşte yakın zamanda bir festival filmi olarak hazırlanmış sadeliği ve gerçekliği ile çok etkileyici bir belgesel izledim. Böylesi emek verilmiş, peşine düşülmüş bir hikayeyi de burada yazmalıyım dedim. Tıpkı “Beni anlat” dercesine tesadüflerle önüne çıkan izleri takip ederek Kazım’ın hikayesine hayat veren akademisyen yönetmen gibi.

Yaşar Üniversitesi’nde Sinema bölümünde işin teorisi üzerine yoğunlaşmış Dr. Dilek Kaya’nın ilk filmi olan Kazım, kendisinin ifadesiyle ya tamamen tesadüfen ya da hiçbir şeyin tesadüf olmadığı bir dünyada kaderin bir cilvesi olarak karşısına çıkıyor. Filmin başlama noktası hayli ilginç. Zaten hikayeler, olmadık zamanda beklenmedik şekilde karşımıza çıkar ve kendini yazdırır ya, böylesi bir akışa teslim olduğunuzda kurgudan daha başarılı öyküler ortaya çıkar. İşte Kazım da böyle rastlantılar sonucu doğmuş bir proje olarak yönetmenin kalbine değiyor, onun dilinden samimiyetle dökülüp kimseyi ajite etmeden izleyicinin gönlüne akıyor. Sonuçta her insanın hayatı biriciktir ve anlatılmayı hak eder. İşte Kazım adlı başarılı yapım her işte akışa teslim olmanın önemini bir kez daha hatırlatıyor.

Biraz filmin konusundan bahsetmek gerekirse, Dilek Kaya Hoca rastgele dolaştığı İzmir’in Halkapınar semtinde kurulan bit pazarında tezgahın birinden satın aldığı mektuplar ve günlüklerden hareketle bir öykünün içine düşüyor. Daha önce de böyle materyaller satın aldığı, eski fotoğraflardan koleksiyonlar yaptığı, sık sık bit pazarlarında dolaştığı halde merakını bu kadar celbeden biri olmuyor. Yaşamının izlerini sürünce detaylarını öğrendiği bu kısacık hayatı unutulmaz kılmaya karar vererek çıktığı yolculuğu bize de izlettirdiği, bizim de içimize yeni patikalar döşediği bu filmi yapıyor.

Bu arada şunu da belirtmek isterim. Bit pazarları bana hep hüzünlü gelmiştir. Çocukken babam Pazar günleri hep gider dolaşırdı. Orada ne aradığını hala bilmiyorum ama kafa dağıttığı yerlerden biriydi bit pazarı. Şimdi düşününce, babam da, hayatta vazgeçilmez dediğimiz bir çok eşyanın, kıymetli hazineler gibi koruduğumuz kişisel tarihimizin belgelerinin belki bir, belki iki nesil sonra yokluğa mahkum edilişini görerek, dünyaya çok bağlanmamak, dertlerin, karşısında susup kaldığı tek gerçeğimiz olan ölümü hatırlamak, her şeyin zıddıyla var olduğu bu dünyada yaşadığı güne şükrederek umudu diri tutmak istiyordu. Onca eskiliğin içinden tazelenerek eve döndüğünü düşünürsek bu açıklama bana gayet mantıklı geliyor. Birkaç kez beni de götürmüştü. Ancak ben sahaftan alınan kitapların sayfaları arasında dolaşırken bile hüzünlenen yapım gereği her şeyine hayran olduğum babamın bu zevkinin ortağı ve yaşatanı olamadım. Emekli olunca o da gitmeyi bıraktı zaten. Gençlikte birilerinden kalan eşyalar arasında dolaşmak ile yaş ilerleyince onca hatıranın yok olduğu yerleri adımlamak aynı duyguyu vermiyor olmalı. 

Yönetmen de, sık sık dolaştığı bu yerlerde ne aradığını anlatırken, geçmişin, şu andan daha çok ilgisini çekmesine, belki de yaşayamadıklarına duyduğu özleme getirmiş konuyu. Bence de, yaşam yolculuğumuzda başka hayatların şahidi olmak, ruhumuzu ait hissettiğimiz zamanlarda dolaşmak ama bunu objektif kriterlerle, doğru vasıtalarla yapmak önemlidir. Çünkü herkesin başka bir zorluğun taşıyıcısı olduğunu görmek gündelik sorunlarla mücadelemizi kolaylaştırır. Şimdilerde sosyal medyada sürekli olarak her yönüyle hayatlarının iyi olduğunu pozlayan insanlar kendilerini bu yalana inandırarak tatmin etmek peşinde iken hayatın düz bir çizgi şeklinde gitmeyeceğini bilmeyen gençleri, bunu unutan yetişkinleri sabote ederek intihara kadar sürükleyen depresyonlara sokuyorlar ki, geldiğimiz nokta son derece acıdır. Oysa başka hayatlara yapılan yolculuklar, bir kitabın sayfaları arasında ya da bir filmin kareleri olarak düşünce önümüze, kendi hayatımızı daha kolay anlamlandırma şansı tanır. Görselliğin en önemli yönlendirici olduğu günümüzde sinema bu vasfı ile çok önemli bir sanattır.

Bu parantezden sonra tekrar konuya dönecek olursak; şu acı durumu da işaret etmek istiyorum: Ben bit pazarı ya da sahaf gibi yerlerde dolaşırken, sevdiği kitaplarda, kendini bulduğu yerlerin altını çizen insanların, en değerli varlıklarını kimselere emanet edemezken mahremlerini ortaya dökecek evlatlar, torunlar yetiştirdiklerini bilseler kahrolacaklarını düşünerek ürperirim hep. Aile büyüklerini kaybeden nice insanın, kendine antika eşyalarla dolu bir ev, albümler, mektuplar kaldığında onlardan bir çırpıda vazgeçmelerini algılayamam. Ama biliyorum ki, insanın bir şeye sahip çıkması için anlam yüklemesi gerekir. Anlamak için dinlemek, öğrenmek, bilmek belki de en önemlisi yüreğe temas edecek bir bağ kurmak şarttır. Zamanında kurulmamış bu irtibat birinin kalbi kadar değerli bulduğu şeyleri ötekinin sokağa saçmasına sebep olur. 

Belki de hayatın gerçeği budur: Gidenler ve gelenlerle sürekli değişen sahnenin dekorları da değişmelidir. Ama biz olaya iyi yönden bakalım: Burada da muhtemelen adını taşıdığı ama hikayesini hiç merak etmediği amcasının mektuplarını, hatıratlarını bit pazarına gönderen yeğen, farkında olmadan böyle bir filmin çekilmesine sebep oldu. Demek ki kötü dediğimiz olaylardan bile iyi neticeler çıkabilir.

Spoiler içerir.

İşte bu belgeselde hayatı anlatılan genç Kazım, memleketim olan Bornova’nın en iyi okullarından Anadolu Lisesi’ni bitirdikten sonra Ankara Fen Lisesi’ni kazanıyor. Dört yıl burada yatılı okuyor. Ardından Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesine başlıyor. Daha on dokuz yaşında iken, 1974 yılında, Kıbrıs Barış Harekatının olduğu günlerde, ODTÜ’lü arkadaşlarının mensup olduğu Dağcılık Kulübü ile birlikte tehlikeli bir tırmanışa katılıyor. Engin müzik bilgisi, hareketli, hayat dolu ruhu, iri vücut yapısı ile aslında uygun olmadığı bir sporun peşinden giderken aradığı neydi, kendini bulma yolculuğunun henüz başında iken kim bilir ne hayallerle tırmandı o kayalıklara hiçbir zaman bilemeyeceğiz ama Kazım’ın yerinde durmayı değil yolda olmayı tercih ettiğinin şahidi oluyoruz izlediklerimizle. 

Nice insanın hayallerinin yanından bile geçemeden toprak olduğu bu dünyada Kazım, zirveye yakın bir noktada emniyetli kısma ulaştıktan sonra, her nasıl olduğu çözülemeyen bir şekilde kayalıklardan düşerek ölüyor. Türkiye’de tırmanış esnasında ölen üçüncü kişi olarak acılar tarihine yazılıyor. O dağ köyünde hala hatırlanıyor bu acı olay. Annesinin, babasının, ağabeyinin yaşamı bir daha hiçbir zaman eskisi gibi olmuyor. Aile bireylerinin bu travmanın gölgesinde geçen hayatları belki de tek varis yeğenini, adını taşıdığını bilse de amcasının hikayesini merak eden biri yapmıyor. Belki de bunun sebebi takıntılı ve kaygılı bir babaannenin herkesin hayatına fazlaca müdahale eden tavrıydı. Aşırı uyaran geldiğinde de insan kendini kapatır ya, belki de yeğen, bir gölge gibi babaannesinin ruhunda yaşayan amcasının hayaletinden kurtulmak, anne ve babasını ayıran bu babaanneden uzaklaşmak için köklerinden kopup başka bir şehirde yeni bir hayat kuruyor.

Kazım, çok sevilen bir insan ama yatılı okul yakınlığı ile birbirine bağlı lise arkadaşları da, tırmanıştaki dağcılar da, annesi hariç ailenin kalan bireyleri de bu elim olayı unutmayı seçiyor. Yönetmen eline geçen mektuplardan yola çıkıp bir yap-bozun dağılmış parçalarını toplayarak bu kısa hayatı, ailesinin, evinin çevresindeki insanların, lise arkadaşlarının, öldüğü bölgenin köylülerinin dilinden yeniden anlatıyor.

Eskiler böyle durumlarda ölümüne gitti derler. Herkesin bir alın yazısı var ve o sayılı soluktan ne  bir nefes eksik ne de fazla yaşar insan diye eklerler. İşte bu iyi yetişmiş, yaşasa belki çok parlak bir kariyeri olacak genç de kendi üniversitesi bünyesinde olmayan bir kulübün etkinliğine, botunu, montunu, sırt çantasını, ipini farklı farklı insanlardan alarak heyecanla gidiyor. Adeta ölümüne koşuyor. Ama geride büyük bir acı bıraksa da kısa yaşamında geçtiği yerlerde hayatlara dokunmayı başarıyor. Öyle ki, tırmanışa başladıkları köyde karşılarına çıkan çocuğa verdiği krakerin anısı, şimdilerde yaşlanmış bir kadın olsa da o vakit küçük bir kız olan köylünün ışıldayan mavi gözlerinde hala yaşıyor.   

İrademiz dışı geldiğimiz bu hayattan yine bilmediğimiz bir zamanda isteğimiz dışında gidiyoruz. Yani bu dünyadan geçiyoruz. Kiminin bu geçişi uzun sürüyor ama ardında iz bırakmadan giderken bazısı faydalı eserler, kazanılmış gönüller bırakıyor kısa zamanda. O nedenle kimsenin kaderine karışmak, adil değil demek haddimize değil. Hatta kendi hayatımızı bile nedenlerle yargılamak ve ruhumuzu dar boğaza sokmak yerine olana razı olduğumuzda yaşadığımız ilginç deneyimler bizi bir üst versiyonumuza taşıyor. Ama bunun için sakin kalmayı başarmak, zamanında kendinden kendini doğurarak gerçek manada birey olmak gerekiyor. İşte o zaman her acı, her musibet bize tekamül etme imkanı sunuyor. Ama nedenlerle boğuşmak, hak etmedim ben bunu diye çırpınmak kafamızı taştan taşa vurmaktan farksız. Sonu da herkes için kötü bir çıkmaz…

İşte bu belgesel film beni bunca düşüncenin içine bıraktı. Epey gözyaşı döktürdü. Çekildiği zamanın anlayışına, toplumsal normlara, insanın acımasızlığına, hayatın canlılığına, o günlerde eğitimin kalitesine, ama zihniyet olarak böyle gelmiş böyle giden bir ülkeye dair çok şey anlattı. Bu yüzden filmi izlemenizi şiddetle tavsiye ediyorum. Yönetmenin emeğine sağlık. Nice başarılı çalışmalarda yine gönüllere temas etmesini diliyorum.

Uçan Süpürge Derneği’nin Mülkiyeliler Birliği’nde gerçekleştirdiği film gösteriminin ardından yönetmen ile söyleşi de yapıldı. Sık sık alkışlarla sözü kesilen yönetmen ilk işinde son derece başarılı idi. İzleyicilerden biri söz alıp tüm salonu etkileyen bir cümle kurdu. Onu da buraya not etmek istiyorum: Kızında bir yara izi olduğunu ve bunun üzerine dövme yaptırmak istediğini söyleyen kadın, yönetmene, siz de sevdiklerinin üzerini örtmeye çalıştığı bu yaranın üzerine bu filmle bir dövme yapmışsınız, dedi. Bunları söylerken sesi çatallaştı ve gözyaşlarına boğuldu. Doğruydu, geçici ve kısa bir hayat, meraklısı için bir çok ülkede festivallerde gösterilecek ve yüreklerde kalıcı iz bırakacak şekilde resmedilmişti. 

Yönetmen de, belli ki, bit pazarında başlayan ve kayalıklara tırmanması ile süren bu yolculuktan sonra evine döndüğünde artık aynı kişi değildi. Yaşamadığı zamanlardan, hiç tanımadığı bir arkadaş edinmişti. Kazım ise, sıkıştığı el yazısı mektuplardan çıkıp izleyicisinin de yönetmeninin de hayatına sade ama etkileyici bir dövme gibi girmişti…

Handan Kılıç                 

Filmin fragmanı için tıklayınız.


ÇİÇERO- 2019 FİLMİ



SİNEMA GÜNLÜĞÜ 76. FİLM

Çiçero, yönetmenliğini Serdar Akar'ın gerçekleştirdiği 2019 çıkışlı biyografik drama filmidir. 

2. Dünya Savaşı öncesinde Nazi Almanyası adına casusluk yapan ve "Çiçero" lakabıyla tanınan Elyesa Bazna isimli Türk asıllı Arnavut casusun hayatını anlatan filmin başrolünde Erdal Beşikçioğlu ve Burcu Biricik yer almaktadır.

Müslüm'ün yapımcısından diyerek afişe edilen dönem filmi Türk ortak yapımlardan biri. Başarılı olduğunu düşündüğüm filmde yine başrolde bir aşk var. Çaresizlik, cesaret, esaret, intikam, basiret gibi bir çok konuya temas eden film sinema seyircisinden yorumlarla tam not almış. 

Müslüm kadar olmasa da Türk filmi sevenler için tavsiye edilir.

MÜSLÜM - BİR EFSANENİN FİLMİ


SİNEMA GÜNLÜĞÜ 75. FİLM

Hayatta hiç bir şey için ön yargılı olmamak gerek. İşte bir önceki yazımda "Türk filmleri ile vakit kaybetmemek lazım" şeklinde ifadesini bulan ön yargımı yıkan bir filmle hem de çok kısa sürede karşılaştım: Müslüm

Hani "Anlatsam roman olur" repliği vardır ya, işte tam bu deyimin içini dolduran kişi Müslüm Baba imiş. Biyografisine uygun çekilen, hayat arkadaşı Muhterem Nur'un danışmanlık yaptığı film gerçekten zorlu bir hayat yaşamış sanatçının efsane oluşunun hikayesi.

Müslüm Gürses ismini bu ülkede yaşayıp duymamak mümkün değil ama açık konuşmak gerekirse arabesk müzik dinleyicisi olmadığımdan Neredesin Firuze'den önce hakkında hiç bir fikrim yoktu. Kendine jilet atanları, alnına müslüm yazan bandanaları takanları elbette televizyonlarda görüyordum ama dinlemiş değildim. Akabinde Teoman'la yaptığı düetlerden sonra bu toprakların yetiştirdiği büyük bir değer olduğunu fark edebildim. Müslüm Baba'ya geç kalmış biri olarak filminden epey etkilendiğimi söylemek isterim.

Travmatik bir yaşamı olan sanatçı için bu toprakların yetiştirdiği ifadesini özellikle kullandım. Acı ile, kanla, gözyaşı ile yoğrulmuş bu coğrafyada çekmediği acı, görmediği dert kalmayan bir insanın sadece içini dinleyerek yürüdüğü bir yol... Coğrafyanın acısını büyütmek dışında fonksiyonu olmamış bir garip çocuğun babasından gördüğü zulüm yüzünden en doğal hakkından babalıktan vazgeçip kaderin cilvesi ile kitlelerin babası olması yolculuğu...

İyi bir saz ustasına rastlama şansı da olmasa bütün bütün eziyetle geçen ömründe "Geri kalan her şeye sağır kesilip sadece içini dinleyeceksin, türküyü öyle söyleyeceksin. Sen susarsan susar her şey" diyen ustasına kulak vermiş bir adam Müslüm Baba. 

Hem maddi hem manevi olarak ölüp ölüp dirilen, hayatını idame ettirmek ve bunu sevdiği işi yaparak, türkü söyleyerek sağlamak dışında başka bir şey talep etmediği için, kitlelerin samimiyetine inandığı, kendini arzulardan, hırslardan soymuş, şöhretin zirvesinde, çevresi genç kadınlarla dolu iken kendinden yirmi bir yaş büyük bir kadınla evlenecek kadar derviş hırkası giymiş bir adam.

Bu seçimin arkasında belki daha on beşli yaşlardan beri takip ettiği güzel bir kadına hayranlığı, genç yaşta kaybettiği annesine olan özlemi, babası gibi bir ebeveyn olmaktan korkarak çocuk sahibi olmak istemeyişi yatıyor olabilir ama hassas sanatçı yüreğini de pas geçmemek gerek. Ölene kadar el ele göz göze gördüğümüz bu çiftin aşklarının efsane olduğu da tartışmasız bir gerçek. Yaşadığı travmalar sonucu dengesizliklerinde içinden çıkan başka birinin varlığına rağmen onu terk etmeyen Muhterem Nur'un aşkı da takdire şayan. Yani tam da aşk bu, her şeye rağmen illa da sen diyen bir kadın... Ondan başkasına dönüp bakmamış şöhretli, paralı bir adam... İkisi de önünde saygı ile eğilip alkışlanacak, şimdilerde tarihe karışmış  hasletler.

Oyunculukların başarılı olduğu filmde, şarkılar da Müslüm'ün sesinden verilse idi mükemmel olacaktı. Yine de çok başarılı bir yapım olduğunu düşünüyor, başta yapımcı Mustafa Uslu olmak üzere emeği geçenleri tebrik ediyorum.

Mutlaka izleyin ve insanın hayattan, isteklerden soyunmasının nasıl bir şey olduğunu, aşkın güzelliğini ve bu yaşanan sancılı ve kısa ömürde ardından sayısız eserler bırakılabileceğini görün...

Müslüm'ü Dinlemek için tıklayınız. 

 "Eğer seni kırdıysam
Darıl bana Ama bir gün beni ararsan Bak ruhuna Birden gecem tutarsa Güneşi çevir bana Sevgilim bağışla Biraz zor olsa da Affet beni akşamüstü Gölgem uzarken Öğleden sonra affet Ne zaman istersen Affet beni gece vakti Ay doğmuş süzülürken Sabaha kalmadan affet Tam ayrılık derken Çünkü sen çölüme yağmur oldun Sen geceme gündüz oldun Sen canıma yoldaş oldun 
Sen kışıma yorgan oldun      

 Zamanın eli değdi bize
Çoktan değişti her şey
Aynı değiliz ikimiz de
Zaaflarına bir gece
Hatalarına bir nilüfer
Sevgisizliğine bir kalp verdim
Artık geri ver
Geri veremezsin aldıklarını
Artık geri ver
Geri verilmez hiçbir yanılgı
Yokluğuma emanet et
Sende benden kalanları
Herşeyi al, bana beni geri ver
Bir şansım olsun
Başka yer, başka zaman
Sensiz ömrüm olsun
Herşeyi al
Bir şansım olsun
Başka yer, başka zaman
Sensiz ömrüm olsun
Zamanın eli değdi bize
Çoktan değişti her şey
Aynı değiliz ikimiz de
Zaaflarına bir gece
Hatalarına bir nilüfer
Sevgisizliğine bir kalp verdim
Artık geri ver
Geri veremezsin       

KELEBEKLER- TOLGA KARAÇELİK



SİNEMA GÜNLÜĞÜ 74. FİLM


Bir önceki yazıda bahsettiğim konu ile irtibatlı olarak aklıma gelen bir filmi bu yaz izlemiştim. Kısaca ifade etmek gerekirse zaman kaybından başka şey değildi. "Bir daha bu kadar vaktimi bir Türk sinemasına verecek değilim" diye söylenerek izlediğimi belirtmek isterim. Kötü filme denk gelmek çok rastlanan bir şey, hele de yerli yapım izliyorsanız ama bu kötüden öte tam bir anlamsızlık, kafa karışıklığı, hatta tür bunalımı olan bir yapım. Tarif edecek kelime bulamayıp yapım dedim, şimdi emek vermiş yapmışlar ama olmamış. 

Spoiler uyarısı

Annesi intihar eden üç kardeş yaşadıkları köyden bir şekilde kurtulup İstanbul'da hayata tutunmuşlar hatta en büyükleri Almanya'ya gidip astronot olmuş. Babaları ile 20 yıldır görüşmüyorlar. Ancak adam içine doğmuşcasına hepsini birden köye çağırıyor. Onlar yolda iken de ölüyor. Ne neden çağırdı belli, ne de yüzleşme gerçekleşiyor. Bu üç kardeş de rutinde birbirleri ile görüşmüyor. Babalarının ölüsü başında rakı sofrası kurup şarkı söyleyip alem yapıyorlar. Defin işlemleri sırasında imam acaba ahiret var mı falan diye sorgulamalar yapıp defni bitirmeden gidiyor. Köylülerin hepsi ayrı alem. Komedi desen değil, dram desen değil.

Filmin ana ekseni yukarıda linkini verdiğim önceki KIŞ IŞIĞI yazısındaki gibi inanç-inançsızlık ama o filmdeki sağlam senaryo olmadığı için birbirinden kopuk sahnelerle ne demek istediği belli olmuyor.

Türkiye'de dininin gereklerini yerine getirsin ya da getirmesin herkes inandığı dinin ritüellerine göre cenaze töreni yapılsın ister. Ve sanırım hiç bir evlat babasının ölüsü başında, sırtımdaki dağ dediği adamı kaybettiği gece, ona ne kadar kızsa da rakı alemi yapıp şarkılarla coşmaz. Bu ölüye de acıya da saygısızlıktır. Filmi yapanlar nerede yaşıyor, nasıl bir kafa yapısına sahip, bu tarzla ne söylemek istiyor anlamış değilim. Türkiye'de öyle bir köy olacağını, şarkıların geldiği ölü evinin kapısına kimsenin gelmeyeceğini düşünemiyorum. Hiç bir inancı, saygısı olmasa da mahalle baskısından kimse bunları yapamaz. 

İmamın inançla ilgili sıkıntıları olabilir. İnsanlar işlerini yapıyor ama sevmiyor olabilir. Tabi ki, bu imamlık gibi devlet memuriyeti dışında yeterlilik şartları olan bir meslekte kabul edilebilir bir durum değildir. Önceki filmde kilisedeki rahip inançlı ama imansız bu işi yapmaya çalışırken kendine de rehber olması gereken insanlara da faydası dokunmuyordu. Hatta intiharın eşiğindeki adamın bu sürecini hızlandırıyordu. 

Bizde bir atasözü vardır hani: "Yarım doktor candan, yarım imam dinden eder" diye. Doğru. Bazı mesleklerde hata toleransı azdır. İnsana dokunan, kalbine temas eden işler böyledir. Gençken iyi bir öğretmene rastlamak nasıl mucizevi bir güzellik ise okumayan doğu toplumlarında imam da köyün ileri gelenlerindendir. Hoş hukuken ülkemizde köy kalmadı, hepsi bir kanunla mahalle adını aldı ama en büyük şehirlerin merkezi bile hala köy zihniyetinden çıkabilmiş değil. Bir de hızla değişen demografik yapımız işin içine girince bireyden ziyade lider merkezli yapılanmalar güçleniyor. Bir nevi küçük birimlerde dirliği sağlayan kontrol mekanizması olan muhtar, öğretmen, imam, komutan da önemini koruyor. Hal böyleyken herkesin beraber kafayı sıyırması kolay olmuyor. Film hayali bir yerde çekilmiş, absürt statüsünde sayılacak bir yapım olduğundan vakit kaybetmeyin derim. 

Neyse ki, imamın söylediğini yap, yaptığını yapma diyen basiretli atasözlerimiz de var. 

Birey olalım, ne dediği belirsiz insanların söylediklerindense kafamıza takılan konuları araştıralım. Bu insanın sanatçı, yönetmen, yazar, imam, öğretmen olması arasında da fark yok. Kendinden kendini doğurmak ne uzun bir süreç...         
         

KIŞ IŞIĞI-NATTVARDSGÄSTERNA- WINTER LIGHT - Ingmar Bergman



SİNEMA GÜNLÜĞÜ- 73.Film

-Spoiler uyarısı-

TRT2' de İngmar Bergman filmleri kuşağı Pazartesi geceleri devam ediyor. İnanç-inançsızlık üzerine üçlemesinin ikincisi Kış Işığı dün gece yayınlandı. İkinci kez izledim. 

Önceki filmlere şuradan ulaşabilirsiniz:

https://hayatyaziyor.blogspot.com/2019/10/ingmarbergman-filmleri.html

https://hayatyaziyor.blogspot.com/2019/10/yaban-cilekleri-ingmar-bergman.html  

Bu filmde ise:

Son derece soğuk bir ülkenin, İsveç'in taşrasında kalbi daha soğuk bir hal almış rahibin baş rolde olduğu filmde rahibe aşık olunca hayatının neşesini yitiren, adeta onun kapısından ayrılmadan bir gün sunacağını düşündüğü aşk için bekleyen, inançsız bir ailede yetişmiş olsa da sürekli ayine giden bir taşra öğretmenin hikayesi vardı. Aşık olduğu karısının ölümü üzerine yalnız kalan ve bir türlü bu kaybı anlamlandıramayan Rahip kendisine aşık öğretmenle iki yıl beraber yaşıyor ama içinde, kalbinde boşalan o yer hiç bir şekilde dolmuyor. Kendini her manada onda erittiği, tamamen bendesi olduğu adama aşkının ışığını, sıcaklığını bir türlü hissettiremeyen kadın o ateşte kül olurken adamın umurunda olmuyor. Çünkü kalpte sevginin ana kaynağı ile irtibatı kopmuş. Bunu çok net bir şekilde gördüğümüz filmde ister istemez sorgulamaların içine düşüyorsunuz ve sizi oradan kurtaracak tek bir ip olduğuna yeniden inanıyorsunuz. 

İman denen o ip, inanmayanlar için bir esaretmiş gibi algılansa, geniş kitlelere o şekilde lanse edilse de aslında bize dünyadaki her şeyle anlamlı bir bağ kurma şansı veren hayat ipidir. Dünyadan kopup gitmemizi engeller. Sahipliklerimizi tekrar tekrar gözden geçirip yokluklarına üzülmememiz gerekenleri, bize dünyanın geçiciliği üzerinden hatırlatan da, bu gün elinde olanların asıl sahibinin sen olmadığını, zenginliğin, güzelliğin, yeteneklerin, başarıların bile emanet şanslar olduğunu, her an kaybedebileceğini gösteren de o bağdır. Yokluğuna yerineceğin, varlığına sevineceğin her şeyle ilişkini eşitleyen bu ip insanı dengede tutar. 

Filmde, sevdiği kadınla evli, ekonomik durumu iyi, karısı yeni çocuklarına hamile iken, hayatında hiçbir görünür sorun olmamasına rağmen "Neden yaşamak zorundayım?" diye kendine soran, intihar etme fikrini eşiyle paylaşan, bunun üzerine karısının hayata, yaşamaya ikna etmesi için kiliseye getirdiği bir çift de var. Tabi onları orada bekleyen kötü sürpriz, inancını yitirmiş bir rahib,n görev yapması. Sonuçta rahibin, kendini öldürmeyi planlayan adamdan daha fazla olan kafa karışıklığı danışanın intihar sürecini hızlandırmaktan başka işe yaramıyor ve kadın çocukları ile tek başına kalıyor. 

İntihar konusunda her ne kadar Kuzey Avrupa ülkelerinin sürekli kış ışığı modunda karanlık, soğuk bir havasının olması gösterilse de asıl önemli nokta yaşamın bir hediye olarak verildiğinin unutulması. Sorunları sistem tarafından çözülmüş, maddi olanakları, yaşam standartları yükseltilmiş insanlar, onlara bir sınavdan geçtiklerini hatırlatacak olaylarla karşılaşmıyor, adeta onları diri tutacak bu olumsuzluklardan uzak, rutine alışarak yaşıyorlar. Sonrasında her hangi bir şey ters gittiğinde hem olay hem de yalnızlıklarıyla baş etmeleri zorlaşıyor. Yitip gidenlerin hiçliğe savruldukları düşüncesi, mukadder olan ölümden kaçışın olmayışı, yaşanan zorlukların başka bir alemde kolaylık ve güzellik olarak yeniden vücuda geleceğine olan inancın yokluğu da hayatla olan bağın pamuk ipliğine bağlı olmasına sebep oluyor. Sonuçta kabul etmek gerekir ki, insanın hayatı o ışıkla aydınlanmayınca kışın soğuğuna, karanlığın yutan enerjisine teslim olmaması için bir sebep yoktur.    

Filmdeki mektup sahnesi de en etkileyici bölümlerden biri. Aşağıda da paylaştığım videodan mutlaka izlenmeli. Aşkın da hayatı aydınlatmak, kalbi ısıtmak için yeterli olmadığını fark etmeli. Kalbin anahtarı inançtır ve ona dokunduğunda kalple beraber bütün dünya aydınlanır. Yoksa bu dünyada kimsenin bizim sesimizi duymadığını düşünmek, ölümden sonrasında yok olacağı düşüncesi hayatı katlanılmaz bir zindan yapar. Sonu da malum... 

Seçme şansı bize verilmiş, neyi ne kadar seçiyoruz, sonuçları ile seçimlerimiz uyuşuyor mu konusunu tartmak, düşünmek ise herkesin kendisi yapması gereken bir muhasebe... Sırf bu soruları sordurması ve kendimizi yoklama imkanı vermesi, filmin kahramanı gibi sıkıntılar içinde bir kalbimiz var ise de ölmeden önce çaresine bakmak  açısından izlenmesi gereken bir film serisi.

İyi seyirler... 

 

Filme dair iyi bir eleştiri yazısı için tıklayınız.

Filmin Künyesi

Yönetmen: Ingmar Bergman

İSVEÇ / 1963 / DCP / Siyah-Beyaz / 81´ / İsveççe; Türkçe, İngilizce altyazılı 
Senarist: Ingmar Bergman 
Görüntü Yönetmeni: Sven Nykvist 
Kurgucu: Ulla Ryghe 
Oyuncular: Ingrid Thulin, Gunnar Björnstrand, Max von Sydow, Gunnel Lindblom, Allan Edwall, Kolbjörn Knudsen 
Yapımcı: Allan Ekelund 
Yapım Şirketi: Svensk Filmindustri 
Dünya Hakları: Swedish Film Institute 
Bergman’ın Tanrının Sessizliği üçlemesinin ikinci filmi olan Kış Işığı, üçlemenin diğer filmleri gibi, insanın Tanrı ve dinle ilişkisine yoğunlaşıyor ; Bergman’ın sözleriyle “nüfuz etmiş ”ten söz ediyor. Varoluşunu sorgulayan, inancını yitirmiş bir rahibin, ondan yardım isteyenler ve ona yardım etmek isteyenlerle olan ilişkilerini konu alan film , İsveç taşrasının karlı ve soğuk günlerini dingin ve şairane bir sinematografi eşliğinde sunuyor. 1960 ’ların nükleer savaş tehdidinin her anına sızdığı Kış Işığı Bergman’ın kendi yaşamından da izler taşıyor. 

YABAN ÇİLEKLERİ- İNGMAR BERGMAN - Smultronstallet


SİNEMA GÜNLÜĞÜ 72.Film



Önceki gece TRT2'de müthiş bir İngmar Bergman filmi daha yayınlandı. "Yaşlanmak bir dağa tırmanmaya benzer. Çıktıkça yorgunluğunuz artar nefesiniz daralır ama görüş açınız genişler" sözünü motto yapan film son derece samimi duygularla çekilmiş yönetmenin de hayatından kesitler taşıyan böylelikle hayalden çok gerçeğe dayanan mesele ettiği konularda söyleyecekleri olan kaliteli bir yapım. Bu nedenle mutlaka tavsiye ediyorum. Sanırım benim yönetmenim Bergman:) Bu paylaşım da bloga yazdığım üçüncü film oldu. Önceki iki film yazısına buraya tıklayarak ulaşabilirsiniz. 

-Spoiler Uyarısı-

Biraz konudan bahsedecek olursak; çevresinde kötü bir insan olarak tanınmak en büyük kabuslarından olan bir doktorun, mesleğinin 50. yılında üstün başarı ödülü almak için ödülün verildiği bölgeye yaptığı yolculuk esnasında yaşadığı farkındalıklar anlatılmış.
Arabaya aldığı üç otostopçu genç ve gelini olan kadınla beraber giderken kaza yapmaları üzerine çarptıkları araçtaki huzursuz karı kocanın da eklendiği yolculuk farklı sıkıntıları olan yedi insanın kesişme kümesi oluyor. Her ne kadar başka sıkıntıların taşıyıcısı olsalar da hepsinin hikayesinin birbirinin üzerinde etkisi var. 

Zaten hayat da böyle değil midir, sürekli yollarımız birileriyle kesişir ve aynı olaylar herkesin üzerinde farklı şiddette sarsılmalara sebep olur. Bunda elbette çocukluk denen zihnin arka bahçesine ekilmiş tohumların etkisi vardır. Filmin kahramanı doktor da yolculuk boyunca hem yolcuların konuşmaları hem fiziki olarak daha önce yaşadığı yerlerden geçmeleri ile kah rüyada kah hayalen hatıralarında gezinmeye başlıyor. 
  
Herkesin sevdiği, saydığı bir adam olarak ödül alacağı bir günde bütün hayatını yeniden gözden geçiriyor. İşte o zaman fark ediyor ki, içinde başarısızlıklar, mutsuzluklar, vazgeçilişlerle yaralanmış, kendini hiç de iyi hissetmeyen, herkesin sonu olan ölümden de korkan bir adam var. 

Senaryo, insanın kara kutusu olan çocukluk ve ilk gençliğe dair anılarda dolaştırılınca biz de kahramanın bugün yaşadıklarını ve hissettiklerini daha kolay çözümlüyoruz. Detaylarda, insanın hayatındaki doğru bağlanma modelinin belirleyicisi, o esnada doksan altı yaşındaki annesi ile olan resmi ilişkinin kendisi gibi doktor olan oğlu ile de aynı olduğunu görüyoruz. Bu diyaloğun şahidi olan gelini de babaannesini tanıyınca kocasını ve kayın pederini daha iyi anlıyor. Adeta o da kendi iç yolculuğunda bir aydınlanma yaşıyor.  

Ayrıca kahramanımız, hiç unutamadığı gençlik aşkının onu değil de ağabeyini tercih edip evlenmesi ve beş yeğeninin annesi olmasının travması ile de hayalen yüzleşiyor: Sevdiği kız ona "Sen çok iyisin düşünceli, kariyerlisin ağabeyin kibirli, çapkın kaba ve bu özellikleri ile bakıldığında sana kıyasla kötü ama biz onunla başkayız, birbirimizi tamamlıyoruz bambaşka bir sevgi yaşıyoruz, kalbinin kırıldığını biliyorum seni incitmek istemiyorum ama önümde uzun bir hayat var" diyerek gidiyor ve sevgiyi değil aşkı seçiyor. 

Yıllar geçip bir başkası ile evlense de, bu incinmişliğin, bırakılmışlığın travması ile baş edemeyen ama çevresinde biraz da insanlara yardım etme, şifa dağıtma vesilesi olan doktorluk mesleği sayesinde sevilen, işinde başarıyı önceleyen fedakar hekim evde güzel eşini görmezden gelip hayatını kabusa çeviriyor. Bir zaman sonra bu baskılara dayanamayıp onu aldattığını öğrendiğinde bile tepkisiz kalması kadını daha da yaralıyor. Bu şekilde yıllarca yaşadıkları sıkıntılar kahramanın gözünün önünden tek tek geçiyor. Yönetmenin film senaryosunu yaş aldığı yıllarda, bir hastane odasında yatarken yazdığı notunu da düşelim ki, bu durumun filmin bütününe duygu olarak sızdığı aşikar.














Bu mutsuz evliliğin tek meyvesi olan oğulları başarılı bir doktor oluyor ancak aşık olduğu kadınla evlenmiş olmasına rağmen kesinlikle çocuk sahibi olmak istemiyor. Babası da on kardeş olmasına rağmen ikinci bir çocuk sahibi olmamıştı. Belki de hayatının en büyük kazığını ağabeyinden yemiş olmasının acısını unutamamış olması buna sebepti bilinmez ama dünyaya başkaca bir çocuk getirmeme fikri babası gibi oğlunda da baskın bir düşünce olarak gözleniyor. 

Kazara hamile kalan ve bu çocuğu doğurmak isteyen gelini, kendisi ya da bebeği seçmesi konusunda eşinden baskı görünce kayınpederinin evine sığınıyor. Bu süreçte onu izliyor. Ödül törenine giderken de kendisine yoldaş oluyor. Eşinin soğukluğundaki şifreyi böylece çözüyor. "Aynı oğlunuz gibisiniz" derken eşinin babaannesiyle tanışınca taşlar tam manasıyla yerine oturuyor. Yaşlı kadının çocuklarına karşı son derece soğuk, sevgisiz, mesafeli bir insan olduğunu fark edince nesilden nesile aktarılan bu sevgisizliğin kendi çocuğuna da geçeceği korkusunu taşıyor. Bir yandan da eşini daha iyi anlayıp çocuk istememe konusundaki ısrarını ilk kez anlamlandırabiliyor. 
Film, kahramanın gördüğü bir rüya ile başlıyor ve hayal, rüya, geçmiş hesaplaşmaları ile bu yaşında fark ettiği gerçeklerle devam ediyor. 

Vikipedi "Yaban Çilekleri, İsveçli yönetmen Ingmar Bergman'ın 1957 yılında çektiği film. Yaşlı bir profesörün ölümle ve kendisiyle olan hesaplaşmasını rüyalar üzerinden anlatır. Kafkavari rüya sahneleri ile dolu film, yüzyılın belki de en etkileyici yapıtları arasında yer alıyor." diye tanıtıyor. 

Hayata dair önemli konuların ele alındığı filmi seyrettiğinizde siz de kendi yaşamınızdan kesitlerle yeni farkındalıklar yaşayacaksınız. Bu nedenle filmi ısrarla tavsiye ediyorum. Her ne kadar spoiler kabul edilebilecek bilgiler vermiş olsam da bu bir sonuç değil süreç filmi olduğundan herkes kendi çıkarımlarını ancak seyrettiğinde yapabilir. Bu nedenle konuyu bilseniz de izlemek sizi zenginleştirir. 

İyi seyirler...






















"CANIM BEN'İM"



Kaybolmuştum 
Bilmediğim bir ormanda 
Karanlık ve yağmurluydu ortalık 

Korkmuştum 
Yalnızdım 
Bir ses, bir nefes aradım 
Onunla bir çıkış yolu bulacaktım
Ayağım kayınca can havliyle bir sarmaşığa uzandım
Elimde kalacağını bilmeyecek kadar yabancıydım ormana

Dal zannedip tutunduklarımın boynuma dolanacak, 
Beni nefessiz bırakacak yılanlar olduğunu sonradan anlayacaktım



Dedim ya, 
Kaybolmuştum ve beni bu karanlık ormandan çıkaracak bir kahramandı aradığım
Ona rastlamak için uzun yollar kat ettim, 
Bir zaman sonra selam verip yanına yaklaştığım herkesin 
En az benim kadar kaybolmuş olduğunu fark edince 
Panikledim. 
Elimi yüzümü yıkamak için ırmağa doğru yürüdüm 
Suya eğildiğimde aradım o kahramanla gözgöze geldim, 
Gülümsedim
Hayır, hayır kurbağa değildi beklediğim
"Merhaba canım ben'im" dedim 
"Seni bulmak için dere tepe düz gittim,
Yağmur ormanlarından geçtim 
Yanlış patikalara saptım
Kurtları, sırtlanları, aslanları alt ettim 
Bu nedenle geciktim 
Ama işte geldim; "Bir daha seni hiç bırakmayacağım" dedim 
Sarıldık
Sanki yüzyıllardır ayrıydık 
Biz kavuşunca orman aydınlandı
Yeşil, sarı, kızıl yapraklarla donandı
Renkler rüzgarla dalgalandı
Baktık, ağladık 
Çocuklar gibi umutlandık 






Çam Ağacının Gölgesinde Ekşi Sözlükte

Ekşi Sözlük sürpriziyle karşılaştım bugün.  Oradan verilen linkteki yazı aşağıdadır:  Medium sitesinde yayınlanmıştır.  Teşekkürler Handan K...