AŞK OYUNU BUNA DERLER GÜZELİM



    Muhallebiyi çok severim. Bu lezzet hepimizin anılarında bir başka güzeldir. Öncelikle yumuşacıktır. Çiğnemek zorunda olmadığınızdan bizi yormaz, ferahlatır. Sıcak ve soğukken ayrı lezzettedir. Bana hep evimde olmak hissini verir. Belki de annemin en sık yaptığı tatlı olduğundandır. Önceden, çok seviyor da bu kadar sık pişiriyor zannederdim. Çikolatalı, sade, fıstıklı çeşit çeşit muhallebiler yapardı. Hiç bir zaman hazır puding kullanmazdı. Bu onun marifetli olduğunu gösterir diye düşünmeyin. Muhallebiyi bir başka işle meşgulken tek eliyle çevirir, yaptığını da tatlıdan da saymazdı. 

Zamanla bu pişirme faaliyetinin bir nevi geri dönüşüm olduğunu fark ettim ve bunu kendimce bir oyuna çevirdim.  Acaba bu günkü muhallebi neyden dönüşmüştü? Hangi tatlının kalan şurubu ile birbirine yakışan hangi malzemeler o tencerede buluşmuş, sütün içinde yaptıkları yarışı hangisi kazanıp baskın tadıyla ipi göğüslemişti? Kabak tatlısı mı, kalburastı mı? Yok yok, bu olsa olsa kemalpaşa tatlısındandır dediğim ne çok muhallebi yedim ben. 

Aromaların peşine düşmem böyle oldu. 

Gözlerini kapat, önüne gelen tabağı eline al, kokla! Ne hissediyorsun? Sana, zihninin hangi sandık odasının anahtarını sundu? Mavi ekran mı yoksa? Demek herhangi bir fikrin yok. 

O zaman bir sonraki adıma geç, kaşığı al, daldır, dilinin üzerine bırak. Gözler kapalı. Papillalara bir çak yap, o iş bizde dediklerini duy ve yut. Şimdi ne hissediyorsun? Bu tat seni hangi güne götürdü, usulca o anıda dolaş, yüzüne  yayılan sıcak gülümsemenin keyfini sür. 

Yoksa miden mi bulandı? Öyle olsa daha koklarken hareketi hissederdin. Ya da ilk lokmada lavaboya koşardın. 

Kararsız mısın?

Haklısın, bazı hatıralar insanı öylece ortada bırakır. Önce gülümser, o güne gider, onu görmenin mutluluğunu tekrar yaşar, adeta kanatlanırsın. Sonra bir hüzün çöker üzerine. Artık burada değildir, ama özlemi gittiği ilk günkü kadar tazedir. Al sana mutluluk veren lezzetin hüzne dönüştüğü an. Gözünden akanı siler, susarsın. Aşkın zihninde kalan baskın tadını, bir muhallebinin severek yediğin her kaşığında yeniden yaşarsın.   

Bazen böyle hüzün kuyularına indirip, yalnızlık çöllerinde gezdirse de aromaların peşine düşmek güzeldir. Çünkü ara sıra çok ciddileşip üzerimize gelse de hayat bir oyundan ibarettir. 

Belki de hayatın en kısa tanımı budur: Geldiğimiz yerden gideceğimiz yere geçerken oyalandığımız bir nefeslenme zamanı. Tabi toplanan puanlarla varış noktası belirleneceğinden, kurulan stratejilerin, oyun arkadaşlarının önem kazandığı bir oyun. Bu nedenle oyun içinde oyunlar, dersler, sınavlar da vardır. Dersler ağırdır ya hani, teneffüs de, derse ara verdiğimiz yerde nefeslenme fırsatı sunar. Bununla beraber yorucudur da; top oynarsın, ip atlarsın, koşarsın, sevinir, sarılırsın. Bazen bir tost kimi zaman gevrek yer, ayran, kola içer, zevklenirsin. Hele de arkadaşların kafadarsa dersin yüküne onlarla oynayacağın oyunlar için katlanırsın. Gün gelir oyununun zorlu dönemeçlerinden aldığın lezzetler damağında kolayca bir üst seviyeye ulaşırsın.  Böyle böyle geçer gider günler. 

İşte bu hayat oyununda, lezzetten anı yakalamaca da farkındalık geliştirmek için iyi bir oyun olabilir. 

Lezzet duraklarının ilki ise muhallebidir. İçindeki sakızı, vanilyayı, limon kabuğu rendelerini, tarçını, pirinci, bademi, yumurtayı fark edip bir de yakışmış mı diye doğru yorum yaparsan diğer yemeklere geçebilirsin. Defne yaprağı, reyhan, sumak, nane, kekik, tane karabiber, sarımsak, soğanın aromasını, kendileri yemeğin içinden alınmış olsa da geride bıraktıkları rayihadan anlar hale gelirsin. 

Bunlar hep o içeriği belirsiz muhallebilerle başlar ve anneler, ananeler göz kararı yaptıkları tarifsiz yemeklerle sevdiklerine bir lezzet şöleni sunar. 

"Gözüm kararsız, sen tam tarif ver, harika" desen içine sevgimi kattım der çıkarlar ya hani belki de haklıdırlar. Eskiden bütün aşklar muhallebicide başlarmış ya, demek ki, aşkla sevdayla da muhallebinin bir ilgisi var. Belki de, yaşı ilerledikçe kadınların ellerinin lezzet sırrında kendinden başka kimsenin bilmediği anıların tadı tuzu var. 

Bu konuyu düşünün derim:)

Bir muhallebiden nerelere yol alacak, hatırladıklarınıza şaşıracaksınız.  

En lezzetli aromaları barındıran aşklara rastlamanız, mümkünse o tadı hiç kaybetmeden oyunda kalmamız dileğiyle.      

  

Not: Bu yazı sanal yazı evinin "Muhallebi" adlı bir alıştırmasından esinlenerek yazılmıştır.   

KAPI - Pablo Picasso-Mavi Oda Tablosu






Günlerdir yataktan çıkmamıştı. Hasta mıydı, hayır. 
Yorgun? O da değil. 
Uyku… Ah keşke! 
Ne zamandır bir değil birkaç ilaç içmeden uyuyamıyordu. Gözü bütün gece odasının nemli duvarlarından, sıvası dökülmüş tavanına geziniyor, sabaha karşı tam yeni yeni dalmışken odanın içine doğan güneş uyumasına müsaade etmiyordu. 

HİÇBİR TRENİN UĞRAMADIĞI İSTASYON- DALAMAN

















Yaşam yolculuğu der dururuz ya hani, hayatınızın yolculuğu hangi araçla yapılıyor diye hiç düşündünüz mü?



Zor bir soru doğrusu!Yolculukta tercihiniz uçaktır belki ama hava muhalefeti çıkar, sefer iptal olur. Biletiniz elinizde kalır, aceleniz varsa başka yollar aramaya başlarsınız. 



Yelkenli deseniz yine rüzgara, güneşe, denize bağlı şartlara göre yolculuk yapabilirsiniz. 



Araçla yolda olsanız, istediğim yerde durur, istediğim hızda giderim, dilediğim saatte yolculuk yaparım dersiniz ama madem yoldan alıkoyan unsurlardan girdik konuya, o zaman o iş öyle kolay değil:) Zaten hayatta hep istediğim şeyler oluyor diyenlere sadece gülerim. 



Büyüklerin de dediği gibi "Yola gidenin bin türlü hali var" Yakıtın bitebilir, kar yağabilir, ayı çıkabilir, önünde zincirleme bir kaza olmuştur belki, lastiğin patlamıştır, araba bozulmuştur.



Otobüs de aynı engellerle karşılaşabilir. Hatta, mola yerleri, varış saati, hız kontrolü, yolculardan birinin durmadan ağlayan bebeği, horlayan koltuk arkadaşınız, şarjı biten telefon yüzünden kulaklığın işlevini yitirmesi, çalışmayan klima, uyuklayan şöför, birbirinden kötü filmleri sunan firma falan derken otobüsle yolculuk kara taşıtları arasında en zorudur.



Gemi desek, batar falan aman, hiç güvenli değil. Açık denizler, rüzgarlar, deniz tutması derken o da zor. Gemi adamlarında bile bir sürü hasar bırakan o derin mavilik sana bana ne yapmaz diyerek bu seçeneği de eleyince geriye pek bir şey kalmıyor.



Ben bu soruyu duyduğum ilk an nedense aklıma tren geldi. Oysa şimdiye kadar trenle toplam üç kere uzun yolculuk yapmamışımdır ama bu güne kadarki hayat yolculuğumun taşıtı trendir dedim tereddütsüz: Daha önceden belirlenmiş bir hatta, tarifesine uygun saatte hareket eder. Duracağı istasyonlar bellidir. Bilete ödediğiniz fiyatla paralel bir koltukta seyahat edebilirsiniz. Yol uzundur, içinde rahatça dolaşır, yemek yiyebilir, farklı vagonlara gidebilirsiniz ama mola yeri haricinde inip binemezsiniz. Çok hızlı gitmedikçe raylardan çıkmaz, demirden bir kutunun içinde selametle gideceğiniz şehrin istasyonuna varırsınız. Konforu azdır ama diğer bütün taşıtlardan güvenlidir. Kafanızı dinleyeceğiniz bir yolculuk değildir, raylardan gelen gürültü yorar ama başınızı cama dayadığınızda hızla akan manzaraları izlemek keyiflidir. Görüntüler bir film şeridi gibi geçer. Zevkle izleseniz de ne geçip gitmesine engel olabilirsiniz ne de kontrol edebilirsiniz, tıpkı hayat gibi. Sadece seyredersiniz. 



İşte Yunus Emre'nin "Bu yol uzundur, menzili çoktur, geçidi yoktur, derin sular var" diye tarif ettiği hayat yolculuğu nereden baksanız, hangi aracı kullansanız meşakkatlidir. Bu nedenle de yola gidenin halini Allah bilir. Yolda kalanlar, yoldan çıkanlar, kazalar, hastalıklar nice sıkıntılar yolcunun önüne çıkar ve zamanla hedefler dahi değişir.     



Kimsenin yolculuğunun kimseye benzemediği bu dünyada kimbilir ne çok yarım kalmış yol hikayesi vardır diye düşünürken bir yönden acıklı, kısmen de iyi sayılacak bir yalnızlık öyküsü öğrendim. Tren yolculuğu üzerine düşünürken dünyada kimsenin varmadığı bir istasyonun varlığı dikkatimi çekti doğrusu. Sizinle de paylaşmak istedim:


Düşünsenize, dünyada trenin uğramadığı, önünden hiç bir rayın geçmediği, içinde kimsenin hasretle kucaklaşmadığı bir istasyon varmış. Tabi ki, insan kaynaklarını bile boş yere harcayan ülkemizde, Dalaman'daymış. Yukarıdaki resimde görüldüğü üzere mimarisi ile tam bir istasyon ama fonksiyonunu ifa edemiyor. Ne diyelim onu orada öylece atıl bırakanlar utansın :( 



"Abbas Hilmi Paşa, 1905’te ‘Nimetullah’ isimli yatıyla Dalaman’a 12 kilometre mesafedeki Sarsıla Koyu’na gitti. Bugün Muğla’nın ilçesi olan Dalaman, o günlerde henüz yoktu, sadece deniz kenarında sazlardan yapılmış 30 evlik Söğüt isimli bir köy vardı ve Dalaman verimli bir ovadan ibaretti. Av hayvanlarının cirit attığı uçsuz bucaksız ovayı gören av meraklısı Hıdiv, bölgeyi çok beğendi.

Hıdiv, Sarsıla Koyu’na iskele ile depo inşa ettirdi ve koydan çiftliğe uzanan bir de yol yaptırttı. Yolun her iki tarafına Mısır’dan getirttiği okaliptüs ağaçlarını diktirirken çevredeki bataklıkları da kurutturdu.

Abbas Hilmi Paşa, ikinci aşama olarak çiftliğinin bulunduğu Dalaman’a bir av köşkü ve aynı anda İskenderiye’ye de bir tren istasyonu inşa ettirmeyi planladı. Binaların yapımını Fransız mimarlara havale etmişti. Fransa’dan yola çıkan ve av köşkünün malzemeleri ile binanın projesini taşıyan gemi Dalaman’a, tren istasyonunun malzemeleri ile projesini taşıyan diğer gemi ise Mısır’a gidecekti. Ancak yolda bir karışıklık oldu ve Mısır’a gitmesi gereken gemi, yükünü Sarsala Koyu’ndaki iskeleye boşalttı.

Hıdiv’in Dalaman’daki işçileri, karışıklığın farkında olmadan malzemeleri develere ve katırlara yükleyerek, Abbas Hilmi’nin köşkünün bulunduğu yere götürdüler. Gemiyle gelen ustalar ve Hıdiv’in adamları da, efendilerine sürpriz yapmak için hemen binanın yapımına giriştiler. Fakat son derece garip bir karışıklık yaşanmış, Dalaman’da planlanan av köşkü değil, istasyon binası inşa edilmiş, Mısır’a giden diğer gemideki malzeme ile de mükemmel bir av köşkü yapılmıştı.

Eksikler de kısa sürede tamamlandı ve Dalaman’daki binanın etrafına Mısır’dan getirilen palmiyelerle hurma ağaçları dikildi. Tren yolunun bulunmadığı Dalaman’a istasyon binası yapılması Hıdiv’i hayli şaşırttı ama binayı yıktırmadı ve istasyonun yanına bir de cami inşa ettirdi.

1928’e kadar Hıdiv Abbas Hilmi Paşa’nın mülkiyetinde kalan çiftliğe, Türk Sanayi Bankası’ndan alınan bir kredi ödenemeyince, devlet tarafından el kondu. Bina 1930’dan 1958’e kadar Jandarma Karakolu olarak kullanıldı, sonra Devlet Üretme Çiftlikleri’ne tahsis edildi."

İşte Dalaman da dünyanın tren yolu bağlantısı olmayan ilk ve tek istasyon binası böyle inşa edilmiş. Doğrusu, bu istasyonun başına gelen de bir yarım kalmışlık. Yolda değil, yolcu değil ama o da varlık amacına hizmet edemeden yaşayıp gidiyor. 

Düşünsenize, hiçbir yere uzanmayan, kimsenin kimseyi beklemediği, kimsenin kimseye kavuşamadığı, gözyaşları ve özlemle sarılamadığı bir yer ama adı istasyon... Sonrasında da karakol olmuş. Kim bilir onca yıl kaç çığlığı gizledi taş duvarları. Zevkin merkezi olacakken, bir av köşkü yerine ezanın merkezi olmuş ve bunda kimsenin suçu yokmuş. 

Hayat da böyle değil mi? Siz ne planlar yaparsanız yapın bozuluyor. Ne kadar iyi eğitimler alırsanız alın belki de bilgi ve tecrübenizi hiç kullanamadığınız işler yapmak zorunda kalabiliyorsunuz. Bazen bu seçtiğinizden daha iyi oluyor, bazen de bu istasyon gibi kimsenin uğramadığı bir yerde ömür geçiyor. 

Hasılı kelam, uçak kullanan bir pilot iken bir tıra otostop çekip ilerlemek zorunda kaldığınız bir yolcu da olabilirsiniz. Önemli kişilerin uçtuğu kısımdan biletiniz varken yayalık nedir bunu da öğrenebilirsiniz. Attan inip eşeğe binebilirsiniz. İstasyonsunuzdur ama kimseyi kavuşturamazsınız. Liman olursunuz, sığınacak gemi size ulaşamaz. Bir niteliğe sahip olmak, onunla sonuca gideceksiniz demek değildir. Herkes kaderini yaşar. Yıllar sonra elinde kalan ise keşkelerle yüklü ağır bir çuval. Üzerinde "Hayal kırıklıklarım" yazan ..  

 Siz yine de vaktiniz varken yolcululuk aracınızı, araçta sınıfınızı değiştirmeyi deneyin, belki bir yerlerde boşluk vardır. Oradan devam eder gidersiniz.  




ASLAN KRAL 2019- THE LİON KİNG






  SİNEMA GÜNLÜĞÜ 67. Film     -Spoiler uyarısı-


Epey zamandır sinemaya gitmiyordum. Bunda her zamankinden daha bezgin ruh halimin etkisi büyüktü. Gün boyu koşuşturup çok yorgun vaziyette kanepeye serildiğim geçen akşam, oğlum ve yeğenim tarafından zorla gece seansına götürüldüm. Bir çok şeyi hayatta çocuklarımız için yapmaz mıyız zaten. Ama itiraf etmeliyim bu zorlama iyi oldu, bahaneyle kendimden çıktım. Artık küçük olmayan bu gençlerle çocuk filmi izlerken bir de baktım epey derin sulara yelken açmışım. 

Her zaman, hayatın madem bir döngüsü var, ona teslim olmak lazım diye düşünürdüm. İzlediğim bu filmden sonra da fikrim pekişti. Hayatın şefkat dolu bir döngüsü vardı. Her gün yeniden güneş doğuyor, minik yavrular dünyaya geliyor, her canlı aleminde anne ve babaları o güçsüz yavruların hizmetini karşılıksız görüyordu. Sonra o yavru büyüyor, kendi evladını büyüten ve ona hizmet eden bir yetişkin oluyor, vakti dolunca da sahneden çekiliyordu. 

İşte azot döngüsü dediğimiz ve indirgenemez komplekslik olarak da tarif edilen sistem bir saatin çarklarındaki düzenle yoluna devam ediyordu. Her şey arasında bir bağlantı ve matematiksel oran vardı. Her hangi bir gezegenin bir saniyelik hızlanması bütün sistemin sonunu getirebilirdi. Tüm canlılar aleminde herkes döngüdeki yerini koruyor, vazifesini aksatmıyordu. İşte, akla ve yüreğe sahip olması ile bir takım sorumluklar kendisine yüklenen insan, varlığını anlamlandıracak bu döngüyü fark etmeliydi. Yapması gereken tek şey olanı anlayıp oluşu kabul etmekti. 

"Hayat yazıyor, biz oynuyoruz" u bir süredir kendine motto edinmiş biri olarak büyük planda hayat senaryosuna müdahale hakkımın kısıtlı olduğunun bilincindeyim. Hatta yazan yöneten ben değilsem, sadece bir oyuncu olarak içinde bulunduğum sette yönetmenin isteklerini yerine getirmekten başka işim yok desem kim itiraz edebilir. Yapabileceğim tek şey rolümü oynarken jest ve mimiklerimle karaktere ruh katmak, bir nevi kendi imzamı atmak olabilir. Aksini iddia ettiğimizde hiç bir yönetmen bizi filminde oynatmaz. 

İşte hayat da böyle bir senaryo olduğundan direnirsek kısırlaşan bu döngüyü kıramayız. Oysa yapmamız gereken dengeleri fark etmek, müdahale şansımız olan noktalarda harekete geçerek hayatın doğal döngüsü içinde kalmayı başarmaktır. Bu nedenle insan önüne çıkan her fırsatı değerlendirmeli, kendisine gönderilen mesajları zamanında okumalıdır. Bu mesajlar illaki posta kutumuza düşen iletiler gibi açık olacak değildir. Kimi zaman bir filmin tek sahnesinde, bir şiirin kimsece sevilmemiş mısralarında, bir kitabın son sayfasında ya da gökyüzünde kayan bir yıldızın ışığındadır. 

İşte bu nedenlerle zorla getirildiğim filme dikkat kesildim ve bu animasyonda saklı olacak mesajların peşine düştüm. Hayat döngüsünden, evlatlardan, sevgiden, kıskançlıktan, kardeş ihanetinden, zalimlerden, yırtıcı hayvanlardan farkı olmayan fırsatçılardan, yıkılan umutlardan ve tekrar ayağa kalkmaktan bahsedildiğini gördüm ve zihnimde birikmiş hikayelerle ilişkilendirdim. Tabi bu durumda anlamı artan filmi keyifle izledim. Çünkü her başarılı sanat eseri gibi kendi teması etrafında saydığım evrensel konuları işlemişti. 

İlki 1994 yılında çekilen animasyon film serisinin birincisi olan The Lion King, 2019 yılında foto gerçekçi bilgisayar teknikleri ile yeniden çekildi ve vizyona girdi. Jeff Nathanson tarafından yazılan ve Walt Disney Pictures tarafından üretilen müzikli animasyon Jon Favreau tarafından yönetildi. Birbirinden renkli karakterleriyle ve dokunaklı öyküsüyle yakın dönem animasyon klasiklerinden biri olan Aslan Kral, müziklerini yapan Hans Zimmer’a da bir Oscar kazandırmıştı.


Şöyle ki linkten de izleyebileceğiniz gibi film bu şarkı ile başlamıştı:

"Hayatın farkı bu
bitmeyen bu yolda
Dertler ve umutlar
Sevgi ve inançla 
Bir dünya kurmaya çabalarken insan 
Her şey aynı hayat çarkında"

Yani devam eden döngüden bahsetmiş, sürekli tazelenen hayatla ilgili umut vermişti. 

Ancak 1994'ten beri insanların yaşam dili öyle değişti ve sertleşti ki, bu sefer film "Hayat adaletsizdir" diye başladı. O cümlede daha moralim bozulmuştu. Ama sonra gerçekleri hatırladım. Hayatın adaletsiz görünen bir yüzü elbette vardı ama şarkıda söylendiği gibi, canlılığın devamı, hiç bıkmadan tekrarlanan döngü ile mümkündü. Günler insanlar arasında döndürüldüğünden, kötü günler yaşarken yarın ola hayrola, illa ki sabah olacak diyebiliyorduk. 

Elbette hayat da, tıpkı ormandaki gibi çok farklı zorluklarla dolu idi ama zayıfı kollayan bir döngü de inkar edilemezdi.  Bunun tersinin işlediği durumlarda mutlaka insanoğlunun parmağı vardı. Ozon tabakasına zarar veren ve günümüzde aşırı sıcaklara maruz kalan da saat gibi işleyen düzeni bozan insanoğluydu mesela. 

Kahramanımızın başına gelen elim olaydan sonra da can dostlar tanıması güzellikti. Kendini arama ve bulma sürecinde aslında yaşadığı duygusal çöküntü ile her şeye karşı geliştirdiği farketmez modundaki isteksizlik onu minik böceklerle doymayı denemeye kadar götürdü. Ama aslan yavrusu fıtratı ile çelişen kararları bir süre hayata geçirse de bunlar ona mutluluk vermedi. Dostlarının tek önerisinin "Kafana takma, hayatın zevkini yaşa" olması da geçici bir çözümdü. Yüzleşmesi gereken gerçekler vardı. Yolunu dört gözle bekleyen sevenleri, sorumluluklarını yerine getirmesini isteyen halkı ve ülkesi uzaklardaydı. Artık yetişkin olmuştu. 

Sonunda yolculuk onu değiştirmiş ve geliştirmiş olarak vatanına döndü. Kararlı bir mücadele içine girdi, evladı oldu. Babasından devraldığı döngüde yerini buldu. Filmin başında babasının söylediklerini idrak etti. O, sorumlulukları olan bir kraldı ve bu evrende başıboş davranamazdı. Hayatın yardımlaşma ile örülü döngüsünde kimse sahip değildi. Herkes bulduğunu korumalı, kendisine bir süre emanet edilen düzenin devamı için gayret göstermeliydi.  


Filmi izlerken zihnimde Mehmet Akif'in bir şiirinden mısralar dolaşmaya başladı:
"Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta; 
Dişsiz mi bir insan, onu kardeşleri yerdi! " diyor ya hani, sırtlanların izleyeni rahatsız edecek kadar çirkin görüntülerini ve sürü halinde gezip kendisinden daha güçlü aslanları hilelerle tuzağa düşürme çabasını gördükçe her dönem yırtıcılıkta sırtlanları geçen o zalim insanları düşündüm. 

Hz Adem'in katil oğlu Kabil gibi kral olan kardeşini kıskanan amca aslanın kötücül planı ile sorumluluk sahibi kralın öldürülmesi görünürde kötü bir durumdu ama gerekli idi. Ayrıca film, tarih boyunca her toplumda iktidarını korumak isteyen muktedirin düzeni korumak için kardeş katlini uygulanmasına esaslı gerekçe gibiydi. 

Bir de film, asil insanları sırtlanların önüne atarak parçalatacak kişinin çok yakınımızda olabileceğini hatırlattı. Zaten insan en çok zararı yakınından görür. Bütün kaleler içten fethedilir. Düşmanına karşı teyazkkuzda durur bütün insanlar ve ordular ama dostun sırtından bıçaklayışı ile yıkılırdı. Herkes bu hikayeleri bilir ama yaşarken kendi başına geleceğini düşünmezdi. Bu nedenle her ihanette bir daha üzülür, kimi zaman da hayatını kaybeder, ya da geleceğini yıkacak yanlışlar yapardı.  

Kahramanımız, babasının tehlikeli olduğundan "Gitme" diye uyardığı vadiye gitmese, söz dinlese ülkesinde kalacak babası ile büyüyecekti. Ama Hazreti Adem'in cennetten kovulması gibi bir kandırılma süreci yaşadı, bedelini babasını, yani asli vatanını kaybederek ödedi. 

Kral, iktidar hırsından gözü dönmüş kardeşini fark edip cezasını kesse canından olmayacak, Habil gibi öldürülmeyecekti. Uzun süre sürgünde kalacak oğlunun kaderinin Yusuf gibi olacağını bilmiyordu elbette. Kardeşleri tarafından ölsün diye kuyuya atılan Yusuf'un kurtlarca yendiği yalanına kanan Yakup gibi üzülmeyecekti. 

Kısa sürecek bir iktidar hırsı için aslan kardeşlerini ezeli düşmanları sırtlanların önüne atan kardeş aslan sonunda ülkesinin başına bela ettiği sırtlanlar tarafından parçalanacağını hesap etmeliydi oysa. Çünkü herkes eninde sonunda fıtratının gereğini yapar, yılan sokar, akrep zehirler, sırtlanlar sürü halinde üşüşür, ne var ne yok hepsini parçalayarak yerdi. Ama ülkesini ve diğer aslanları satarken güç sahibi olmak uğruna kendi korumasını bile ezeli düşmanlarına verdiğinin farkına varmadı. Ya da yaptığı bile isteye, döngüde kısa bir zaman eline geçecek iktidar gücü için hainlikten başka şey değildi. 

Kahramanımız, vatanının terk etmemesi gerektiğini unutmasa, babasının öğretilerine sadık kalsa idi, hayatın düz bir çizgi olduğu, başlayıp bittiği, orada her şeyin anlamsızlaştığı bunalım sürecini yaşamayacak, kayıtsızlık çizgisi yerine mükemmel döngünün parçası olarak mutlu yaşayacaktı. 

Ama işte bu hayat bir yolculuktu. Kahraman evinden çıkmalı, yolda başına gelen olaylarla sarsılmalı, kendi yolunu bulup yeni yöntemler keşfedip evine değişmiş ve gelişmiş olarak dönmeliydi ki, hikayesindeki o dairesel hareket tamamlansın. Her varlık gibi o da büyük döngüde yerini alsın. 

Hasılı kelam, dünya kuruldu kurulalı, öyküler de döngüler de aynı. Kısır döngüler de güzel devranlar da, yaşam sahiplerinin seçimlerinin sonuçları. Senaryo bize ait olmasa da, rolün hakkını verirsek alkışlar, baştan savarsak yuhlar da bizimdir.

Unutmayalım, kimse bedel ödemeden rolünde başarılı olamaz. Kimse yerinde durarak döngüye katılamaz. Mutlaka kendinden çıkmalı, öteki ile karşılaşmalı, başkalaşıp evine dönmelidir.

Herkese iyi yolculuklar!






Hepimizin bildiği filmin konusu ve teknik detaylar kısaca şöyle anlatılmış:

Vahşi Afrika’da henüz yeni doğan bir aslan, doğaya egemen düzenin kökünden sarsılacağı bir döneme tanıklık etmek üzeredir. Ormanın kralı olan babasının tacını ileride devralacak olan yavru aslan Simba, kötülüklerle dolu ormanlarda farklı deneyimlerden geçecek, bir arayışa sürüklenecektir. Simba’nın sorumluluklarını üstlenme ve sorunları çözme becerisi, ormanın yeni kurallarını belirleyecektir. "

Biraz daha detay verecek olursak beyazperde sitesinden alıntı ile; "Aslan Kral, yavru bir aslan olan Simba’nın maceralarını konu ediyor. Ormanın kralı olan babası Mufasa'ya hayran bir yavru aslan olarak mutlu bir hayat süren Simba, sinsi amcası Scar'ın planlarından habersizdir. Kral olmak için fırsat kollayan Scar, Mufasa'yı öldürdükten sonra Simba için tehlike baş gösterir. Amcasının ihaneti ve babasının kaybı ile yıkılan Simba sürgüne gider. Zamanı geldiğinde hakkı olanı almak için geri dönecek ve amcasına yaptıklarının bedelini ödetecektir...

Genç Simba'nın cesur babası Mufasa'yı, orijinal filmde de karakteri seslendiren usta oyuncu James Earl Jones seslendiriyor. Simba'ya başarılı oyuncu ve müzisyen Donald Glover'ın hayat vereceği seslendirme kadrosunda; Disney'in ikonik kötüsü Scar olarak Oscar adayı oyuncu Chiwetel Ejiofor, sırtlan Kamari olarak komedyen ve oyuncu Keegan-Michael Key, yaban domuzu Pumbaa olarak Seth Rogen, mirket Timon olarak oyuncu Billy Eichner ve Simba'nın aşık olduğu aslan Nala olarak pop yıldızı Beyonce yer alıyor. Filmin yönetmen koltuğunda "Orman Çocuğu"na imza atan yönetmen Jon Favreau oturuyor."





KAYBOLMAK


""Give us a little love " diyor ya şarkıda. 

Her dinlediğimde acı acı gülüyorum.

Azıcık sevgiyle her şey yoluna girecekken neden hala herkes ölesiye yalnız?

Bunu anlayıp da anlamamazlıktan gelen çok. Çözüm ne, bilen yok.

Ölene kadar kalabalıklarda kaybolmayı deneyen de çok.

Kaybolmak çeşit çeşit.

Susarak saklanabilirsin mesela, sessizliğin çölünde.

Ya da kelimelerin gölgesinde serinleyebilirsin konuşurken. 

Yazıyorsan, bak o iş zor. "Yazmak, açılmak mı, hayır aralanmak.(F.Kargıoğlu)" demişler, doğru. Dışarı çıkamıyorsan kendinden, kapıyı, pencereyi, gönlünü aralarsın. Biraz nefeslenir, hayati tehlikeyi atlatınca dönersin kendine ama saklanamazsın. 




Bazen uzun bir yola çıkarsın. Ona rastlarsın. Yaşadıklarını unutur, acılarını silersin bir süre. Kaybolmanın en güzel haline, aşka saklanırsın. 

Işığına bakar, aldanırsın. 

Ama kötü haber, her güzel şey bir gün biter. Zamanla o ışık cılızlaşır, sarıldığın kollar gevşer, kalbin karanlığa düşer. "Bir tel kopar, ahenk ebediyyen kesilir. 
diye mırıldanırsın. 

Bir süre hastalanırsın. Belki de zamanla iyileşirsin demek daha doğru olabilir. Neyse işte. Her şey nereden baktığına bağlı. 

Hasılı kelam duruma hastalık diye baksan bile her hasta illa ki o komadan çıkar. Ya uyanır ya da ölür. İkisi ile de yeni bir hayat başlar.
   
Öyleyse bitişler, ölümler, gidişler, kayboluşlar o kadar da kötü değildir. Bitmeyen her şey uzar. Sarkar, salar kendini. Bazen seni senden çalar. Kimi zaman nefessiz bırakır, gizli bir el boğazını sıkar. 

Açık havaya çıkmak istersin. Kaçmak, kaybolmak hevesiyle kalabalıklara karışırsın yine. 

Çok göz önünde olursan görünmezsin.
Biraz bu halin keyfini sürersin. Hüznünü sakladığın gözlerini kahkahalarla süslersin. 

Gülemiyor musun, biraz destek çıkın dersin, yetişir kalabalıklar. "Give us a little love " der, çıkamayacağın o kısır döngüye yine girmek istersin. Girer, dağıtır, içersin.  "In vino veritas" der, kelimelerin serin gölgeliğinden çıkarsın. 

Sonrası pişmanlık... Döngüdendir, bir kere yoldan çıktın mı geri dönemezsin. Belki de dönmemek, yolda olmak daha iyidir, denemeden bilemezsin. 

Uğradığın yerlerde "Yok bu şehr içre senin vasfettiğin dilber Nedîm 
Bir perî-sûret görünmüş bir hayâl olmuş sana. " diye mırıldanırken uzaklara dalarsın. 

Oralarda mutlu musun?



"Bugünlerde hep aklımdasın Çıkmıyorsun bir an bile Geriye döndüm Biliyorum ayrılık var Dönüşü yok başkasıyla yollardasın Geri kalan hatıralar

Bir kaç resim bir kaç satır masamdasın
Seviyorum ilk gün kadar Biliyorum sen de bunun farkındasın Seni bana yazan kader Yazdığını bozan kader Ben de en az senin kadar yanıyorum Oralarda mutlu musun? Sen bana ondan haber ver Bütün aşklar bir gün biter Affediyorum…"

İlhan Şeşen'den sevdiğim bu güzel parça da burada dursun ...

İki Dil Bir Bavul-2003


 SİNEMA GÜNLÜĞÜ 66. Film  

  • Yönetmen: Orhan Eskiköy Özgür Doğan
  • Senaryo: Orhan Eskiköy
  • Görüntü Yönetmeni: Orhan Eskiköy
  • Kurgu: Orhan Eskiköy, Thomas Balkenhol
  • Oyuncular: Emre Aydın, Zülküf Yıldırım, Rojda Huz, Vehip Huz, Zülküf Huz
  • Yılı: 2009
  • Süre: 81'
Türk öğretmenin, uzak bir Kürt köyündeki bir yılı. Öğretmen Kürtçe bilmez, çocuklar Türkçe. Öğretmen ilk kez gördüğü bu coğrafyada, bir yılını çocuklara Türkçe öğretmekle geçirir. Yılın sonunda çocuklar Türkçe öğrenebilecekler mi? İki Dil Bir Bavul üniversiteden yeni mezun olmuş ve uzak bir Kürt köyüne atanmış Türk öğretmenin bir yılını, onun okula yeni başlayan ve Türkçe bilmeyen çocuklarla yaşadıklarını anlatır. Bir yıl boyunca öğretmenin farklı bir topluluk ve kültür içindeki yalnızlığına, çocuklar ve köylülerle yaşadığı iletişim problemine, çocuklardaki değişime tanık oluruz. Bu süreç boyunca öğretmen ve çocuklar birbirlerini yavaş yavaş tanımaya ve anlamaya başlarlar. 

Ödüller:
2009 15. Gezici FF; Gümüş Boğa Ödülü | 2009 15. Londra Türk FF; Seyirci Ödülü | 2009 Antalya Altın Portakal FF; En İyi İlk Film Ödülü | 2009 Abu Dabi 9. Orta Doğu FF; En İyi Orta Doğu Belgesel Film Ödülü | 2009 Adana Altın Koza FF; Büyük Jüri Yılmaz Güney Ödülü, Sinema Yazarları Derneği (SİYAD) En İyi Film Ödülü

DÜŞÜNCEM :)) Güzel bir belgesel-filmdi. Doğuyu-zorluklarını bilelim diye çekmemişler bu filmi. Yönetmen de zaten aynı dil problemini yaşamış bir kürt olduğunu ifade etti film sonrası söyleşide. Orada bir kültür var diyor, onlara acımayın, yoksul değiller o kültür sebebiyle yere oturuyorlar, çekyat alamadıklarından değil diyor. Çocukların 7 yılda öğrendikleri ana dile rağmen okula başladıklarında nasıl da sıfırlandıklarını, idealist bir Türk öğretmenin çabalarını, hiçbir siyasi-ideolojik mesaj vermeden, birinden birini kötülemeden vermesi filmin en büyük başarısı.    




Çam Ağacının Gölgesinde Ekşi Sözlükte

Ekşi Sözlük sürpriziyle karşılaştım bugün.  Oradan verilen linkteki yazı aşağıdadır:  Medium sitesinde yayınlanmıştır.  Teşekkürler Handan K...