YOLLARINA BAKA BAKA, GODOT'YU BEKLEMEK

28.Fİlm Önerisi
Yine, yeni bir kapının önündeyiz. 2018 bizim için kim bilir heybesinde ne sürprizler saklıyor, diyerek girdiğimiz yıl da bitiyor. Hele bugünlerde merkür retrosundan mıdır nedir hayatımda üst üste terslikler yaşadığımdan 2018 i sevmedim. 

Oysa "Hay hay buyursun gelsin" diyerek bekleyişimize başlamıştık. 

Aslında hayat bir beklemeler manzumesi. Doğduğumuzdan beri hep bir şeyleri bekliyoruz hevesle. 

Ama beklediklerimizden başkası gelip buluyor bizi. Aniden kolumuza girip hiç tahmin etmediğimiz yerlere götürüyor. 

Artık yeni yıl, yeni umutlar yazıları yazmıyorum. Genel olarak çevrede gördüğüm de, yeni yılın kimseye heyecan getirmediği. Ancak geçen yıl Aralık ayının son haftasında okuduğum bir blog yazısında Vedat Ahsen Coşar'ın bir yıla sığdırdıklarını görünce kendi içimde bir muhasebeye giriştim. Bir kaç cümleyi de sesli söyleyince bu satırlar ortaya çıktı. 

Kaç senedir güzel ülkemizde kansız, gözyaşısız bir yıl yaşamadık. 2016'dan bir an önce kurtulup sevinçle girmeyi umduğumuz 2017 daha ilk saatlerinde 39 kişinin öldürüldüğü bir katliamla merhaba dedi. Ve daha 2017 bitmeden yakalanan firari sanıklardan biri tahliye edildi. 

Siyasi mevzuları konuşmayı sevmem. Ama hukuksuzluk bulaşıcı bir virüs gibi yayılınca bu dünyadan umudunuz da, adalet beklentiniz de kalmıyor. Dolayısıyla, "Allah düşürmesin" demek dışında adalet için bir şey yapamazken payımıza kendi içimizin labirentlerinde dolaşmak düşüyor.

2017 de neler neler yaşandı yazacak mecalim yok. Sadece kaç kadın öldürüldü diye düşününce, bu haberler yöntem öğretircesine tüm detaylarıyla verildi diye hatırlayınca bile nefesim kesiliyor. 

Kısacası 2016, bitmesini dört gözle beklediğimiz bir yılken 2017 onu aratmadı ve gündeme göz ucuyla bakınca dahi gidişat 2018'den de umut kırıntıları sunmuyor,demiştim negatif girdiğinden öyle gitti sanırım ama artık bahtıma kendi dilimle bağladığım tüm olumsuzlukları iptal ediyor 2019 a yöneliyorum.  

Godot'yu Beklerken formatında geçen hayatımızda dış dünyaya dair bir şey yapamadığımız aşikar. Öyleyse muhasebe yapma fırsatı sunan yıl dönümlerinde oturup kendi hayatımıza ilişkin neler yaptık, neleri eksik bıraktık diye düşünmeliyiz. 

Geleceğe dair büyük ve uzun vadeli planlar yapmak boşuna. Ama özel hayatımıza dair küçük planlar yapmak bizi bir yola sokar. 

Güzel niyetler, bilinçli yönelişlerdir. Yeterince içten yapılırsa da bizi istediğimiz kapının önüne getirir. Ama o kapının açılması sadece bizim tokmağına dokunmamıza bağlı değildir. 

O nedenle bizler hükmümüzün geçmediği hayata dair planlar yerine kendimizin üzerindeki pası kiri temizleyeceğimiz niyetlere girmeliyiz. Yola koyulup kapıları çalacak gayreti göstermeli, sonrası için akışına bırakmayı bilmeliyiz. 

Yumrukladığımız halde açılmayan kapıların önünde ne de kolay söyleriz bu cümleyi: Akışına Bırak. Bir çeşit zevahiri kurtarmak derdindeyizdir. Düşmüşüzdür, kan revan içindedir dizlerimiz ama ayağa kalkar acımadı ki deriz. Sonra ekleriz, ne olacaksa olsun, akışına bıraktım. Öyle mi değil mi, hayat sınar. Ve insanın gücü ve kalitesi istedikleri gerçekleştiğinde değil gerçekleşmediğinde ortaya çıkar.

İlk fırsatta bu kötü yılın son günlerinde kendim için okuduğum kitaplardan ve seyrettiğim filmlerden beni etkileyenlerle ruhuma değmeyenlerin listesini yapacağım,diyerek bu blogda arşiv niteliğinde sinema günlüğü serisine başladım.Paylaşmaya değer olanlardan da yeri geldikçe söz ediyor, katkılarınızı da bekliyorum. 

Ama şimdi hepinizi Godot'yu Beklerken adlı baş yapıtı seyretmeye ve üzerine düşünmeye davet ediyorum. İlgilenenlere kitaba ve sahnelenen esere dair gerekli bilgiyi Google sunacaktır. 

Önünde beklediğimiz kapılara gelince; arzularımızdan sıyrılınca beklenmedik bir zamanda açılacak ve belki de beklediklerimizden çok daha zengin hazineler sunacak. 

Yukarıdaki resim, arşivimden. Bir daha gitmeyi istediğim İspanya'nın Córdoba  şehrinden. Buraya koydum ki, bari bu bahar döviz düşer de yeniden yolum düşer. 

Güzel niyetlerle yola çıktığımız, yollarda kalmadan güzelliklere ulaştığımız bir yıla girmek temennisiyle.

SİNEMA GÜNLÜĞÜ 5

Bugün şahane önerilerim var. Bu arada 23.filme gelmişiz:)) 
23-Revolutionary Road- HAYALLERİN PEŞİNDE 2008

 Sinemanın sevilen çiftlerinin bir araya geldiği sarsıcı bir film daha. detaylar için tıklayabilirsiniz. İyi ya da kötü olduğuna seyrettikten sonra siz karar verecekseniz. Belli bir yaşın üzerinde, evli ve çocuklu iseniz daha çok dokunacak size.    

-Hissetmek istiyorum. 
-Sakın unutma çiçeğini, büyümesi için onu sulamalısın.
-Siz bu güne kadar tanıştığımız en ilginç kişisiniz.
-Siz herkesten özel görünüyordunuz. 

24- About Time-Zamanda Aşk-2013



Güzel, aile kavramını öne çıkaran, aileyi olumlayıcı bir film.Kısaca, alt metninde, ailenin kıymetini bil, yaşadığın hayat istediğin, hayal ettiğin hayattan daha iyi olabilir diyor. 

Zaten hepimiz biliriz: Keşke demek kötüdür, olanda hayır var diyerek kabul etmek mutluluğa, daha geniş ifadesiyle huzura giden yegane yoldur.   

25-My Beautiful Country -İbre Köprüsü 2012

 Çok çok güzel bir filmdi. Savaşın, aslında çatışmaların dışında kaldığı sanılan kadın ve çocuklara, hayata etkisi daha iyi anlatılamazdı. Gözyaşlarımı tutamadığım film Sırp, Hırvat, Alman yapımı. 1999 Kosova Savaşı zamanında bireysel bir hikaye üzerinden derin bir anlatım, evrensel acılar. Hala her yerde yaşanan, belki yanı başımızda olan yalnız ve çocuklu kadınların yaşam mücadelesi.

26-Mandariinid / Tangerines / Mandalinalar - 2013

Savaşın hasarı ile ilgili film dedik yukarıda ve hemen çok sevdiğim bir başka film geldi aklıma. Detayları başlığı tıklayıp okuyabilirsiniz. 
Bu filmden notlar:

-Eski hayatımız sona erdi.Hepsi buydu.(Kabul edilmesi ne zor bir gerçekliktir. Ama yiyecek ekmeğiniz bittiyse oradan götürür hayat sizi.)Mandalinaları sat ve Estonya'ya geri dön.
-Evin yandığı bir sahne var. Adam çömelip izliyor.İnsanın hayatının dağıldığı o anda anılarının, evinin, herşeyin yanışını izlemek, çok zor, atlatırsa ciddi tekamül ettirici bir imtihan.

-Burayı seviyorum ve nefret ediyorum.

-Bu kimsenin savaşı değil dedim, oğlum dinlemedi. 

Burada, İsmet Özel'in bir şiiri geldi aklıma, son noktayı koyan muhteşem bir şiir:

"Başkalarının aşkıyla başlıyor hayatımız 
ve devam ediyor başkalarının hınçlarıyla 
düşmanı gösteriyorlar,ona saldırıyoruz 
siz gidin artık 
düşman dağıldı dedikleri bir anda 
anlaşılıyor 
baştan beri bütün yenik düşenlerle 
aynı kışlaktaymışız 
incecik yas dumanı herkese ulaşıyor 
sevinç günlerine hürya doluştuğumuzda 
tek başınayız."  

Film şahane, bitiş müziği ile de golü atıyor. Öylece kalıyorsunuz oturduğunuz yerde ve yarını düşünmektense anda kalmak gerektiğini bir kez daha anlıyorsunuz.

27-OBLOMOV- 1980

 İşte Rus Edebiyatı'nın bence en iyi, en akıcı romanının film uyarlaması. Kitabı okumak koşuluyla izlenebilir. Rusça olan filmin linkini başlıkta ekledim. 700 sayfalık romanı filme çekerken epey yer atlanmış olduğundan kitabı okumadan bir şey anlaşılır mı bilmiyorum. Ama okuduysanız da hayal kırıklığı yaşarsınız. En iyisi mi "Suç ve Ceza" dan önce/sonra mutlaka okunmalı. Gonçarov'un dilimize çevrilmiş başka kitabı olmaması da büyük kayıp. Resmen bir dil şöleni var romanda, aldığım haz hala damağımda. Oblomovluk bir kavram olarak literatüre de yerleşmiş olduğundan bu konuya bir eğilin derim. İnce kitaplardan daha çabuk okunuyor. 
  

AHLAT AĞACI 2




Ne taşraya, ne şehre, ne entellektüel çevreye dahil olamayan filmin kahramanı, çeşitli dertlerle boğuşan ailesinin yanına dönse de yeryüzünde bir başınaymış hissinden kurtulamadı. Hiçbir yere ait olamamak hissinin kişiliğinde meydana getirdiği parçalanma ile kendini ahlat ağacı ile özdeşleştiren genç yazar aynı isimli kitabını evdeki değerli eşyaları satarak bastırdı. Tabi arkasında herhangi bir yayınevi, reklam ve medya desteği olmadığından kitap hiç satmadı. Sinan yine yalnızlığın karanlık sularında kulaç attı.

Sonra babası “Vaktinde firar, zaferdir” dediğinde mısraların arasında dolaşmaya devam eden zihnim, şiire sarıldı:

“Kaybolmak istemiştim bir zamanlar
Kapının arkasında yokum demiştim
Ve divanin altında da.
Bulamazsınız ki artık beni,
Hayatın ortasında.
Kaybolmak istemiştim bir zamanlar
Beni kimse bulamazdı
Tanrı’
nın arkasına saklansam.
O Kocamandı, en kocamandı o.
Bir kız çocuğunun hayalleri kadar.

Bir zamanlar kendimi
Bulunmaz Hint kumaşı sanmıştım.
Kaç metredir benim yokluğum?
Benden daha çok var sanmıştım.
Benim yokluğumdan dünyaya
Bir elbise çıkar sanmıştım.
Dünyanın çıplaklığına bakmaya utanmadan
Sonunda ben de alıştım.
Ah...dedim sonra,
Ah!

Güzin Ablası kitaplar olan bir kızdım,
İçim sıkılmasa o kadar
Tek bir satir bile okumazdım.”  diye devam edince çocukluğumun bahçelerinde dolaşıp şairle olan ruhdaşlığıma şaşırdım.

Yönetmenin bir röportajında  “Ahlat ağacı yalnız, garip, sahipsiz bir ağaçtır. Öksüz bir çocuk gibi öyle kendiliğinden biter bir yerlerde. Çorak yamaçlarda, taşlı tepelerde bile dünyaya gelse, tutunur hayata kene gibi, bırakmaz, kimsesiz bir sokak çocuğu gibi ekmeğini taştan çıkarmasını bilir... Ahlat gerçekten de yamuk yumuk, şekilsiz, her an kavgaya tutuşuverecek gibi sinirli bir hali olan kara kuru bir ağaçtır.” dediğini okuyunca filmdeki karakterlerin ortak noktası olan ağacın metafor olarak imgesel gücünü hissettim.

Film boyunca kahramanlar Ahlat Ağacı’nın yanına gittiğinde ben de uzaklara daldım. 
“İç ses, diye söylendim
Ve ah dedim sonra,
Böyle ah demeyi beli bükük bir ahlat ağacından öğrendim.

Dallarına salıncak kurardı çocuklar,
Hızlı yaşanan bir hayatin şarkılarıydı salıncaklar.
Meyveleri tatsızdı
Eski bir lanetten dolayı
Herkes dişlerdi acı meyvelerini,
Ve herkes söverdi ona.
İsmini yazardı herkes onun bağrına,
Ah derdi o. Ah!” dedim ben de, akşam boyunca. 

Tekrar filme dönecek olursak, bir şekilde bizim de dahil olduğumuz Ortadoğu toplumlarında sıkça karşılaşılan  babaların sevgisini evlatlarına gösterememesi sonucunda yalnız, saygısız, sevgisiz kişilerin arttığı, bu hatayı fark etse de her bireyin zamanla bu arızayı nesilden nesile aktardıkları da çok net bir şekilde ortaya konmuştu. 

Filmin sonunda, aynı eğitime sahip olduğu oğluyla bir türlü diyalog kurmayı başarmayan öğretmen babanın, emekli olduktan sonra, o sıralar askerden yeni gelen oğluna “İnsan biraz zaman içinde süzülmeli” diyerek zeytin dalı uzattığını görünce sevindim. 

Bu sahnenin, bize, yaşarken kayıp sandığımız vaktin aslında kalitemizi arttıran bir demlenme süreci olduğunu fark ettirebileceğini düşündüm. 
  
“Bıçağın ucundaydı insanların hafızası
İnsan unutandır
ve insan unutulmaya mahkum olandır.
’" diye bizi gerçeklerle yüzleştiren şairin dizlerinde her unutuşun aslında temiz bir sayfa açmak için umut da olabileceğini hissettim. 
Şiir,
“Ne çok dikeni vardı ahlat ağacının Tanrım,
Ulaşılamazdı,
Sen sarılmak istesen ona,
O sana sarılmazdı.
Ne çok dikenin vardı Tanrım!
Ne çok isterdim,
Sana sarılamazdım.
Ve şöyle derdim o zaman:
Ah!”  diye devam ederken taşranın boğucu havasında kalben idrak edemediği, hayatına hayat kılamadığı bir dini, meslek olarak icra eden ama elinden ve dilinden emin olunmayan insanların virüs gibi toplumu sardığını, farklı bir bakış açısı getirerek güncel sorunlara çözümler arayan din görevlilerine bile bu basmakalıp zihniyet tarafından fırsat verilmediğini, çok güzel bir şekilde perdeye aktaran Yönetmenin gözlem gücü, sezgiselliği, ve oyuncu yönetimine şapka çıkardım.

Vicdanın o berrak sesine kulak tıkayanların dini ritüelleri yerine getirirken bunu sadece taklit üzere yaptıklarından, evladından, uzak çevresine kadar kimsenin üzerinde etkili bir sonuç doğurmadığını da film izlerken fark ettim.

Nedenleri ve nasılları ile derinleştirilmemiş din ve ahlak anlayışının etkin sonuç doğurmadığını, görünüşte mensup olduğu dinin gereklerini yerine getiriyor gözüken kişilerin de  toplumun her kesiminde yaygınlaşan ahlaksızlıkla muzdarip olduklarını, böylece çürümenin başladığını düşündüm.

Hatta bu insanların ahlat ağacının dikenleri gibi olduğunu Yaradan’ını arayan ruhlara batarak canlarının acısı ile oradan uzaklaşmalarına sebep olduklarından zararlarının büyüklüğünü fark ettim.  

“Herkesin birbirine görünmez iplerle bağlı” olduğu gerçeğini haykıran filmin bu gün yaşadığımız bir çok sıkıntının kaynağında kötülerin, sahtekarlığı yaşam şekli belirlemiş her yaş ve her meslekten etik yoksunu insanın ipiyle dokunan kumaşın kalitesini nasıl bozduğunu anladım. Defolu kısımlar yüzünden metrelerce sağlam kumaşın yok pahasına pazarlarda satıldığını hatırladım.

Okulunu bitirip iş bulamadığı için ailesinin yanına, nefes alamadığı o taşradaki beldeye dönen gencin “Dar görüşlü, bezelye taneleri gibi birbirine benzeyen insanların yaşadığı bu yeri diktatör olsam haritadan silerim” dediği sahnede kahramana hak verdim.   

“İnsan neden en yakınında duran hayatı yaşamak zorunda ki!” diyen ve uzakların hayalini kuran genç kızın köyün çeşmesine kadar gelebildiği filmde gizli kapaklı işler çevirmekten geri kalmadığını görünce insanın dışarıdan gelen baskıya isyan edeceğini hatırladım. Her konuda etik değerlere sahip bireyler olmak için, iç kontrol mekanizmasının geliştirilmesi ve sık sık güncellenmesi gerektiğini düşündüm.

Şiire devam ederken zihnimden resmi geçit yapan düşünceleri hizaya sokmaya çalıştım:

“Ahlat ahların ağacıydı,
Yaşlanmaya başlayanların,
İtiraf edilememiş aşkların,
Evde kalmış kızların.
Ahlat ahların ağacıydı,
Cezayir nasıl cezaların ülkesiyse,
Öyleydi iste.”

İnsanın, yaşlandıkça tepkisizleşmesinin bir çeşit kaderine isyan olduğunu düşünürüm. Kalben kabul edemediği gidişata engel olamayınca diliyle “Akışına bıraktım” diyen insanoğlu aslında türlü yollara saparak, sevemediği kaderine bakıp hayallerinden uzağa düşüyor. Filmdeki babanın “Gene onlar kazandı” diyerek kendini toplumdan soyutluyor oluşu da bunun kanıtı.    

Belki de insanın geçmesi gereken en önemli sınav budur: Kaderini sevmek. 

İnsan hayatı, bazen ani gelişen olaylarla önemli kırılmalara sebep olan bir fay hattı gibi. Bazen de tekdüze devam eden,  insana nefes alma, kendisi olma imkanı vermeyen o boğucu taşra havası gibi.

Bu nedenle herkesin sınavı zor. Herkesin isyanı, “Oynamıyorum” diyerek küsüşü başka türlü. Ama sonuçta mecburi bir kabullenişle yola gelmiş görüntüsü vermek de adetten. 

Oysa önemli olan kalp, asıl mesele onun tatmin olması.

Didem Madak da şiirin devamında bu gerçeğin resmini çizmiş:

“Bir Arap şairi söyle demiş,
Savaşta yenilen halkına,
Ağlamayın, ağlamayın, acınız azalır


Uzun bir dize dayardı hayat her sabah karnıma
Şiir için düelloya gelmiş bir sevgili gibi,
Sorardı:
Daha yazacak mısın?
Hayır derdim,
Artık yazmayacağım.
Ama şöyle denir:
Kılıç çeken kılıçla ölür.
Ama şöyle denir:
Kaderden kaçılmaz.

Ama yazgısını yaldızlı çokomel kağıtları gibi,
Tırnaklarıyla düzeltemiyor insan.
Yıllarca biriktirdim
Rengarenk çokomel kağıtlarını kitap aralarında.
Aşık olduğumda,
Çikolata kokardı kırmızı yazgım.
Hayatıma hayat diyemem artık.
Sarı yazgım her sonbahar onu
biraz daha fazla, ömür yaptı
Maviye de, yeşile de dili dönmez ömrümün artık.”

Bir hususu daha eklemek istiyorum: Filmde usta oyuncularla beraber yola yeni çıkan gençlerin de, her karakterin hakkını verdiği ortada. Özellikle başrol oyuncusu Doğu Demirkol’un performansı izlenmeye değer.   

Bu toprakların çıkardığı deha yönetmenlerin en ustası! Daha nice güzel filmlerle, bizi hayata, kadere, insan denen meçhul üzerine düşündürmen dileğiyle. Ahlat ağacı için teşekkürler.    

Not: 5 Haziran 2018 tarihinde yayınlanmıştır. 

AHLAT AĞACI 1

SİNEMA GÜNLÜĞÜ 22.FİLM ÖNERİSİ


Bugün, birkaç yıldır kendimce haklı gerekçelerle ertelediğim bir arzumu, arkadaşlarımdan üst üste aldığım iyi haberlerin şerefine yerine getirdim.

Yaşadığım şehirde, en büyük şansım olan arkadaşımı da alıp sinemaya gittim. Sabahın ilk seansı olduğundan mı bilinmez salonda sadece ikimiz vardık.

Tabi ki, Nuri Bilge Ceylan’ın Ahlat Ağacı’nı görmek için yola çıkmıştık.

Büyük ustanın her filminin bende yeri ayrıdır. Özellikle “Bir zamanlar Anadolu’da” ve “Kış Uykusu” hayatımın önemli değişim zamanlarına denk gelmiş, o yol ayrımlarında bana iç sesimi dinlemem gerektiğini hatırlatmıştır. 

Bu nedenle sinemaya giderken bu yeni filmin de, kördüğüme dönen hayatım için bir çözüm sunacağına dair umut doluydum.  

Dram filmlerini de sevdiğimden son sahnesine kadar ilgi ile izledim. Acı acı güldüğüm de oldu, izlediklerimin zihnimde açtığı anı pencerelerinden bakınıp gülümsediğim de. Ama içimin böyle karışık olduğu bir zamanda filmin sonunda umudu diri tutacak bir son olmasa idi kör kuyularda merdivensiz kalabilirdim. Neyse ki, bu filmin sonunda da, içimde bir ışık belirdi.

Ama film boyunca, kahramanların çaresizliğini, çıkmaz sokaklarının karanlığını, hayatın üst başlığının istisnasız herkes için hayal kırıklığı olduğunu iliklerime kadar hissettim.

Hepimiz, tıpkı filmdeki kahramanlar gibi, kendi kuyumuzun karanlığında saklanıyor, etrafı yeşertecek o suyun çıkması için bir zaman çaba sarf ediyor, umutla beklerken sararan otları görünce hayatın elimizden kayıp gittiğini fark ediyoruz.  Bu gerçekle yüzleşmeye başladığımızda da, “Her şey için çok geç” cümlesi ömrümüzün yakalarından tutuyor, gözümüzden belli belirsiz akan yaşlarla beraber sarsılıyoruz.


Ben şehirde büyüyen bir çocuk olarak pek de görmediğim Ahlat Ağacını ilk kez Didem Madak’ın Ahlar Ağacı adlı bence benzersiz acılar manzumesinde duymuş, şiire vurulmuştum. 

Sık sık mırıldandığım bu mısralar  ile filmin bana geçen duygusu paralel olunca bu konu üzerine düşünmeye başladım.

Hani Yusuf Atılgan’ın, “Aylak Adam” adlı eserinde kahramanın dilinden sinemadan çıkan insanı anlattığı satırlar vardır:

“İki saat sonra kalabalığın içinde, sinemadan dar sokağa çıkan sanki başka birisiydi, düşünüyordu;” Çağımızda geçmiş yüzyılların bilmediği kısa ömürlü bir yaratık yaşıyor. Sinemadan çıkmış insan. Gördüğü film ona bir şeyler yapmış. Salt çıkarını düşünen kişi değil. İnsanlarla barışık. Onun büyük işler yapacağı umulur. Ama beş-on dakikada ölüyor. Sokak sinemadan çıkmayanlarla dolu; asık yüzleri, kayıtsızlıkları, sinsi yürüyüşleriyle onu aralarına alıyorlar, eritiyorlar…  Eve gidip okusam. Bunları kurtarmanın yolunu biliyorum. Kocaman sinemalar yapmalı. Bir gün dünyada yaşayanların tümünü sokmalı bunlara. İyi bir film görsünler. Sokağa hep birlikte çıksınlar. Kafasından geçenlere güldü…”  diye tarif ettiği sinemadan çıkan adamım ölmeden bir şeyler yazmak istedim ve o şiire tutundum:

“Güçlü bir el silkeledi beni sonra
Sanırım Tanrı’nın eliydi.
Sayamadım kaç ah döküldü dallarımdan.
Binlerce yeşil gözü olan bir zeytin ağacı gibi,
Çok şey görmüşüm gibi,
Ve çok şey geçmiş gibi başımdan,
Ah...dedim sonra
Ah!”

Derken gözlerimden yaşlar süzüldü, yüzüme yerleşen hüzünlü bir gülümseme ile şiire devam ettim:

“Ve şimdi şöyle dua ediyorum Tanrı’ya:
Olanlar oldu Tanrım
Bütün bu olanların ağırlığından beni kolla!” 

Bu şiiri her okuduğumda derin bir hüzün çöker üzerime. Aynı hüznü film boyunca da, hatta sonrasında uzun saatler boyu da hissettim. Kahramanlar, hayata karşı duruşları, kaçışları tek tek gözümün önünden geçti. Entellektüel birikiminin onu yalnızlaştırdığını düşünen Sinan'ın, kitap basabilmek için sponsor arayışları içimi acıttı. Zamanında kaptığı köşenin, yaptığı ismin ekmeğini yiyen yazarları temsilen filmde yer alan karakterle girdiği diyalog da can yakıcıydı. 

DEĞERLENDİRME YAZISI YARIN DEVAM EDECEK...

KADINLAR AŞIK MIDIR, MAŞUK MU?

21.FİLM ÖNERİSİ



Her ne kadar erkeklerden daha duygusal davransalar da kadınların aşık değil ancak maşuk olacağı söylenir.

Bana bu söylemi hatırlatan ve acaba doğru mu diye sorduran bir film izledim.

İngiliz Edebiyatının önemli bir romanından sinemaya uyarlanan film renkli simaları ve hareketli görüntüleri ile kitabın derinliğini ne kadar verebilir bilinmez.

Farklı bir edebiyat uyarlaması seyretmek isteyenler için vakit ayırmaya değer diye düşünüyorum.

Bence "Kadınlar aşık olunmak ister." iddiası kesinlik arz ediyor. Ama kafamda netleştiremediğim noktalar "Her daim aşık olunmayı dileyen kadına aşık olan erkeğin önemi yok mudur, aşık adam bir gün giderse maşuk kadın hayatına öylece devam edebilir mi" soruları oldu. İzlerken bu ihtimalleri bir kadın olarak gönlünüzde tartın derim.

Erkekler için de, hemcinslerinin daha az ama daha derin aşık olduğuna dair tartışmalarda delil olarak gösterebilecekleri bir film olduğunu belirtmeliyim.

Güzel ve acıklı bir aşk hikayesi için "Muhteşem Gatsby" etkileyici bir yapıt ama dilin keyfine varmak isteyenler her zaman olduğu gibi yönünü kitaba çevirmeli.

Filme dair künye ve özet şöyle:


2013 ‧ Drama/Romantik Film ‧

 2 saat 23 dakika 
  
7,3/10 IMDb
Muhteşem Gatsby, 1925 tarihli F. Scott Fitzgerald romanının sinemaya uyarlanmış olan Mayıs 2013'te vizyona giren film.
Yönetmen: Baz Luhrmann


Özet ve Detaylar
Yazar olma basamaklarını tırmanan Nick Carraway 1920'lerde eğlence hayatının gözdesi konumuna yükselen New York'a gelir. Kendi Amerikan rüyasının peşindeyken tesadüfen milyoner Jay Gatsby ve onun çevresiyle yolları kesişir. Carraway'nin alkolün su gibi aktığı, göz kamaştırıcı partilerle tanışması fazla zaman almaz. Öte yandan bu büyülü Amerikan rüyasının çöküşü de yaklaşmaktadır. Dışarıdan görkemli görünen bu hayatın örtbas etmeye çalıştığı gerçekler su yüzüne çıkacaktır...
Amerikan yazar F. Scott Fitzgerald'ın aynı isimli romanından beyazperdeye aktarılan filmin oyuncu kadrosunda ise Leonardo DiCaprio (Jay Gatsby), Tobey Maguire (Nick Carraway), Carey Mulligan (Daisy Buchanan) ve Joel Edgerton (Tom Buchanan) isimleri yer alıyor. 3D çekilen filmin yönetmenliğini ise Baz Luhrmann üstleniyor.




SİNEMA GÜNLÜĞÜ 4

16-Ölümsüz Aşk- BYPASS 


2012 yapımı 53 dakikalık eğlencelik bir film. Kafanız hiç bir şey almayacaksa iyi gider.


Bu filmden gelen notumuz şöyle, "Aşk, sevgiye ve sekse zarar verir" Tabi bu çok tartışılacak bir konu. Acısını çektiğiniz aşksa zarar, yaşadığınız bir aşksa fayda sunar. 


17-AŞKIN YAŞI YOK-2010




Bir romantik komedi daha.Filmi hiç hatırlamıyorum başrollere rağmen:) Demek o kadar eğlencelikmiş. Süre 1 saat 34 dk. dakikanız var, kafanız dolu ve uyuyamıyorsanız seyretmekte beis yok:))  

Altına "sükunet enerji demektir" diye bir not düşmüşüm.    

18-İHTİRAS GÜNLERİ- A DİFFERENT LOYALTY  2004



DRAM, GERİLİM VE ROMANTİZM .Üçü bu filmde buluşmuş.
İşte notlar:
-İyi bir evliliğin sırrı uzlaşmadır, kadının isteğinde uzlaşma. 
-Birlikteyken zamanın neden durduğunu bilmek istiyorum.
-Kadınlar yalnız kalmaktan hoşlanmazlarmış.
-Sadece kendimle barışık olduğumda resim yapabiliyorum. Galiba anneler mutlu olursa çocuklar da mutlu oluyor. (Eeee günaydın)
-Bir insana çekilmek nasıl bir şeydir.
-Güven ve aşk her zaman birlikte olmaz.
-Komünizm, ergenlik sivilcesine benziyor, büyüyünce kurtulmak gerekiyor.
-Daha iyi bir dünya için hiç düşünmeden yaşamını feda etti.-Bir KGB ajanının ölümü üzerine söyleniyor.
"Gel birlikte tutsak olalım, kafesteki iki kuş gibi şarkılar söyleyelim." Shakespeare
-Geçmişteki seçimlerimiz yüzünden mahkum edilmemeliyiz. ( Doğru, insan değişiyor)
-İyi bir evliliğin temellerinde sadakat değil tutku olmalıdır. (Çok göreceli) 

19-Ira And Abby-2006


Bir komedi filmi daha... Evli bir çiftin kısa sürede kaçamaklar, aile baskısı ve terapiye doğru uzanan ilişkileri.
ve filmden not: Hayatta güzel şeyler aniden olur ve bir kaya gibi çarpar. ( Bu söz işte bizi her zor günde umuda taşır)







20- CELEBRİTY -1998

 "YILDIZ SEÇİMİNE BAKARAK O TOPLUM HAKKINDA ÇOK ŞEY SÖYLERSİNİZ"
BU ÇOK MANİDAR...

ALINTI: Başarısız bir haberci olan Lee Simon’un öyküsü beyazperde'ye yansıtılıyor. Lee, karısı Robin’den ayrıldıktan sonra ünlülerin hayatına dalıverir. Lee, bir çok model ve oyuncuyla tanışmaya, hatta bazılarıyla kısa süreli ilişkiler yaşamaya başlar. Paralel de karısı da bir televizyon yapımcısıyla tanışır ve aralarında bir çekim başlar. Ünlülerin dünyasına eleştirel bir bakış atan Allen, bunu yaparken kendine has mizahını ve üslubunu koruyor. Leonardo Di Caprio, Charlize Theron gibi bir çok ünlünün de yer aldığı film son derece ironik bir sonla bitiyor.

BİLSEYDİK... BEKLER MİYDİK?



Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı vardır derlerdi. 
Bu kahveyi birlikte yudumlayalı çok oldu. 
O görüşmemizin son buluşmamız olacağını bilseydik nasıl davranırdık bilmiyorum. 
Ama sanırım ben her anın kıymetini daha çok bilirdim. 
Bu kadar özleyeceğimi bilsem daha sıkı sarılırdım sana, hayata.

Bu günden bakınca böyle düşünüyorum. 
Kim bilir şimdi de nelerin değerini bilmiyorumdur ama hangimiz böyle değiliz ki! 

Keşke, sahip olduklarımız elimizden çıkmadan kıymetini anlasak. Keşke, keşkeler denizinde kulaç atacağımıza oradan kıyıya yüzüp "Dünle beraber gitti cancağızım, ne kadar söz varsa düne ait/Şimdi yeni şeyler söylemek lazım" diyebilseydik.
  
Ama hatır gönül işlerinin rafa kalktığı, herkesin kendi gemisini yürütme derdine düştüğü günlerdeyiz. 

Lakin deniz bitti. 
O gemi bir gün gelmeyecek. 
Bindiklerimiz de bir bir karaya oturacak. 
Sonra biz yeniden insanı arayacağız içimizde. 
Kendimizle dost olmayı deneyeceğiz. Bunu başardığımız gün de, her şey, herkes bize dost olacak. 
Çünkü bu alemde süregelen bir döngü var. 
O gün gelene kadar burada, "ada"mdayım. 

     28 Kasım 2017'de önceki bloguma ilk yazı olarak bu satırları kaleme almışım. Sonrasında o arkadaşlarımla buluştuk, çok kahveler içtik. Hala yolumun kesişmediği, çok özlediğim, bir selamını gözlediğim nice arkadaşım var.

Ama artık şuna inanıyorum, benim hayat sahnemde hala rolleri varsa gelip beni bulurlar. Yoksa yapacak da bir şey yok. Bazen şartlar öyle gelişir ki, ömrünüzün tamamını yan yana geçirmek isteyeceğiniz insanlar bir daha evinizin önünden geçmez. Sizinle diyalog sahneleri sona ermiştir. Rüzgar gibi geçmiştir kimi, bazısı da boğazınızda bir yumru olmuştur. Kalbinizde tortu olanlar da vardır, o kalbin içinde bir ömür kalacaklar da. Velhasıl-ı kelam beraber yürüyeceklerimizi bile seçmek şansına sahip değiliz. Olanı kabullenmek, kaderle cebelleşmekten daha kolay...

Şimdi dileğim, gönlüme ağır gelenler toplasın pılısını pırtısını çekip gitsin uzaklara. Canıma can katacak, beni sevip maddi manevi büyütecekler de kapımın önüne gelsin. Bir süre bu kapı açık olacak, kalbim havalanacak, sonrası Allah Kerim. Kim bilir ne hediyeler, ne güzel insanlar beni bulacak. 

Buradayım, bekliyorum, sahilde...

Yazı-Yorum Dergi'nin canlı yayın konuğu oldum

  Merhaba, Yazı-yorum Dergide 6 yıl boyunca düzenli yazdım. Bir nevi evimdi. İki yaşından sekiz yaşına gelirken beraberdim. Sinema eleştiril...