SİNEMA GÜNLÜĞÜ 3

Madem hafta sonuna geldik seyredecek güzel filmlerden devam edelim. Bu sefer aşk diyelim, her zaman, her yerde, her şartta aşk...İyi seyirler 

11-Stuck in Love- AŞKLA BAĞLI 2012

  Yine güzel bulduğum bir filmle başlayalım. --Fısıltılar bu kadar gürültülü olmamalı. 
-Onu seyretmek acı veriyordu.
-Harika bir yazar değilim, harika bir düzelticiyim. Bizim işimiz yeteneklerimizi en iyi şekilde duyurmaktır.
-"Hiç bir şey ilki kadar acıtmaz." Bunu yazılarından çıkarmalısın. 
-En önemli şeyler söylenmesi en zor şeylerdir. 

12-Incendies- İçimdeki Yangın 2010



İkizler Jeanne ve Simon'u karışık köklerini araştırmak için Orta Doğu'ya göndermek bir annenin son dileğidir. Wajdi Mouawad'ın beğenilen oyunundan uyarlanan Incendies, iki genç yetişkinin köklü nefret, sonu gelmeyen savaşlar ve kalıcı sevgiye yolculuğunu anlatan güçlü ve dokunaklı öyküsüdür.

-Hikaye öfkeyi unutmak için verilmiş bir sözle başlıyor.
-Çocuk saçı kesilirken çok derin bakıyor. (Ülkemizde ve tabi parçası olduğumuz Orta Doğu toplumlarında sık rastlanan, çocukluk travmalarındandır. Rahat bırakmalı çocukları.) 

-Sözünü yerine getirmeyen mezar taşı olmaz.

-Çocukluk insanın boğazına oturan bir yumru gibidir, kolay kolay yutulmaz.
-İçgüdüler asla yanılmaz.
-Huzurun olmadığı yerde matematik de olmaz.
-Asla bilinmeyen değişkenle başlayamazsın.  
-Ölüm asla bitiş değildir, iz kalır.

*çok etkileyici bir filmdi. Hele ikizlerin havuza atladıkları sahne çok çarpıcıydı. İzleyin diye anlatmak istemiyorum.

Haydar Ergülen'in bir alıntı ile bitirelim.
"İnsanın kalbi gözleridir 
Bazen ruhu da orada toplanmış gibidir.
Gözleri avlusudur insanın"

13-Çıldırış (The Jacket) 2005 




Adrien Brody ve Keira Knightley,hayranı olarak bu filmi de sevdim. Film, yaralı bir Körfez Savaşı gazisinin evine dönüşü ve hafıza kaybı sıkıntısı ile mücadelesi etrafında dönüyor. Jack, savaş sırasında başından ciddi yara almıştır. Kimsez olduğu için hafıza kaybının keskin anlarında ne yapacağı konusunda çok zorlanır. Bu sebeple de doğduğu yer olan Vermont’a gider. 


-Travmalar ne kadar büyükse hayatımızın belirleyicisi olabiliyor. Savaş gazisi olan kahraman da ne zaman kötü bir şey olsa gözlerini kapatıyor ve geçmişi hatırlıyor, çocukluğun bahçesinde dolaşıyor.

Bir doktor, hastaları için ana rahmine benzer bir ortam oluşturup kimsesiz hastalar üzerinde şiddeti önleyeceğini düşündüğü ilacını deniyor. 
-Hayatta asıl önemli olan şey, ölümün çok uzak olmadığını anlamaktır. Öldüğünde tek önemli şey vardır, dönmek istersin. 

Ve filmin bitiş cümlesi vurucu: Ne kadar zamanımız var?



Aileleri için Noel alışverişine giden mimar Frank Raftis (DeNiro) ve grafik sanatçısı Molly Gilmore (Streep) aldıkları hediye paketlerinin kazara karışması sonucu tanışırlar. Ama bu tesadüfi tanışma orada kalmaz ve ikisini de karşı koyamadıkları romantik bir çekime sürükler. Fakat küçük bir ayrıntı vardır: Frank de Molly de başkalarıyla evlidir. Ve ne kadar saklamaya çalışsalar da, ilişkileri bir şekilde ortaya çıkar...

Robert De Niro ve Meryl Streep'in başrolleri paylaştığı efsane romantik yapımlardan olan filmin yönetmenliğini en son 1999 yılında Okyanusun Derin Ucu filmini çeken Ulu Grosbard üstlenirken, senaryo Michael Cristofer'a ait...

-Bu filmi de çok sevmiştim.

Adamın karısı, hiç kimse bir daha aşık olamaz diyor. Ama adam kendi kendine sürekli onu anlatıyorum, uyurken uyanıkken diyor.
Ekliyor, kendimle ilgili bir sorunum yok, onu sevmekten başka.  

-Tren filmde önemli bir metafor. Aşk da trende başlıyor. Aşk iyi hoş da geç kalınca zor. 

Bu filmin sonuna da bir alıntı yapmışım. Gökhan Özcan'dan iyi öneri:

"Hafiflemek istiyorsan hiç ceplerini boşaltmakla uğraşma, ceketi çıkart"




Aşk Olur ya da özgün adıyla Love Happens, başrollerini Aaron Eckhart ve Jennifer Aniston'ın paylaştığı 2009, ABD yapımı romantik komedi filmi.

Bir ara aşk ve romantik komediye takmış olmalıyım ki üst üste bu filmleri izlemişim. Belki de hepimiz hayat zorlaştıkça bu tarz filmlere kaçıyoruzdur:)

-"Bazen hayat size bir limon verir, limonata yapmak sizin elinizdedir" klişesi hayatlarımıza bu filmle girmiş olmalı. 

-Mutluluk bir çalışma biçimidir. Çalışma gerektirir. Bir süre çalışırsanız bu durum doğal hale gelir. (Kesinlikle mutluluk bir seçimdir, başına gelenlere hep güzel bakarsan illaki güzel düşünür ve sonuçta mutlu olursun)
-Her zaman söylenecek bir şeyler vardır.  







SİNEMA GÜNLÜĞÜ 2



6-Hemingway Ve Gellhorn (2012) 

Bu gün en sevdiğim çiftlerden birinin filmiyle başladım. Hem bu uyarlamadaki çifti hem de hikayenin kahramanlarını severim. Tekrar izlemekten zevk aldığım filmlerdendir. 
Nicole Kidman ve Clive Owen iyi iş çıkarmış.

Hemingway'den not ettiklerim şöyle:

-Yazarlık en iyi gününde bile yalnızlıktır.

-Yazmak zor değil, tek yapman gereken daktilonun başına geçip kanamak. 

-İnandığın şeyler için çabalamayı öğren. 

-Sıradan insanların savaştaki hallerini yaz. Bombalar düşerken ne düşündüklerini biliyor musun? Bir şekilde eve gitmeyi. Evimizde ölmeyeceğimizi düşünürüz çünkü.

-Yazarların en iyileri hep yalancıdır.
-Korkaklardan iyi yazar çıkmaz diye bir şey yok.
-İnsanı yok edebilir ama yenemezsin. Ayakta duruyorsa savaşabilir.
-Zeki insanlarda mutluluk en rastlanan şeydir.
-Bir insana aşık olduğun anı hatırlamak zordur.
-Aşk, nefretten çok daha uzun ömürlüdür.
-Kendimi başkasının hayatının dipnotu olarak görmüyorum. 
    
7-CASABLANCA 1942



 Michael Curtiz in yönettiği, efsane film.  Humphrey BogartIngrid Bergman oyunculukları çok etkileyici.

-Zaman geçtikçe şarkısı güzeldi.

-Seni çok seviyorum ama savaşı sevmiyorum.

-Seninle gelemem, nedenini söyleyemem sadece seni sevdiğimi bil sevgilim.

8-Aşkın Sessizliği- Tous les soleils 2011



Güzel, keyifli bir Fransız filmi. Özellikle müzikleri şahane

9-SATRANÇ KRALİÇESİ -Joueuse- 2009


Film Korsika'da geçer. Orta yaşlı, eşi ve çocuguyla birlikte hayat süren bir oda hizmetçisi olan Helen, bir gün bir çiftin satranç oynamasını izler ve bu satranç tutkusu hayatını degiştirecektir.

Filmleri kadın filmi, kişisel gelişim filmi, aşk filmi diye ayırmayı sevmiyorum. Sanırım hepsi olduğunda güzel bir film ortaya çıkıyor. Bu filmi tek kelime ile anlatmak istesek tutku diyebiliriz. Bu filmden bana kalan da şu satırlar oldu:

-Karım çok güzel resim yapardı. Yetenekli biriydi ama kendisine hiç inanmadı. O öldüğünde onu kurtarabilirdim ama kimse kimseyi kurtaramaz.
-Şüpheleri resimlerinden çok daha güçlüydü. 
-Sendeki yetenek okulda verilenlerden güçlü. 
-İnsanlar hiç bulamazlar ama hep aralar. Buna ben de dahilim. 
-Tehdit her zaman o eylemin uygulanmasından daha güçlüdür. 

10- KIRMIZI DEĞİRMEN -Moulin Rouge-2001




Güzel film. 
-Aşık olunca aniden hayatın boşa harcanmamış gibi geliyor. 
-Öğreneceğin en güzel şey, sevmek ve sevilmektir. 
-Makyajım dökülüyor olabilir ama gülümsemem yüzümde kalır.
-Gösteri devam etmeli.

-Hiç bıkmadan böyle hissedebileceğim.
Gökyüzünü daha önce hiç görmemiş gibi
Öpücüğün içinde kaybolmak istiyorum. Her gün daha çok seviyorum. Mevsimler değişebilir. Seni seviyorum, sonsuza kadar. 

AH BU ŞARKILAR...



Küçük Prensin yazarı Saint-Exupéry'nin "Hiç kimse hem sorumluluk hem umutsuzluk hissine aynı anda kapılamaz" dediğini okuyunca kalbime döndüm ve sordum, hangisini taşıyorsun: 

Hayatın anlamını bulmaya gönderildiğin bir alemde bu devasa yükün sorumluluğunu mu, yoksa her şeyi karanlığa mahkum eden umutsuzluğu mu...


Bir süre ses vermedi. Bıraksam ağlayacaktı. Keşke bıraksaydım ve içime dönerek gerçekliğe teslim olsaydım. Ama yapamadım, yine kelimeleri alıp yanıma, oturdum masanın başına. 


Oysa, kalbimizdeki yaralar tazeyken, sorumlulukların altında sus pus olmuş içimiz hala kanıyorken çok yol gidemezdik. 


Ama cesaret gösterenlerin mutluluğa adım atacağını öğrenmiştik. 


Sorumluluk sahibi olmak, kendi acılarına rağmen gereklilikleri yerine getirmekti. Birilerinin derdine derman olmaya çalışırken güzelleşmek, sevgi ile huzura ererken gizli bir elin bizim gözyaşımızı da sildiğini fark etmek demekti sorumluluk. 


Niyâzî Mısrî'nin "Ben sanırdım âlem içre bana hiç yâr kalmadı
Ben beni terk eyledim bildim ki ağyâr kalmadı" dediği o yere ulaşmak ancak böyle bir yolda yürümeye cesaret göstermekle başlamıyor muydu! 


Tekamül, yani kemale ermek, olgunluk yoluna girmek kişinin herkesle barışık olmasıyla mümkün değil miydi!

Peki insan dünyada bu kadar kötülük varken nasıl dünya ile barışık olabilir. Sürekli kendi ile kavga ederken nasıl başkalarına kalbini açabilir? 

Elbette sevginin en saf hali olan şefkatle hayatını dönüştürür. Şefkat, insanı kendinin dışına taşır. 

Eğer insan büyük bir şefkatin sonucu değerli bulunup bu dünyaya yollanmışsa içini aydınlatacak, umutsuzluğun karanlığını yırtacak, onu narsist egosundan kurtarıp farkındalık katına yükseltecek duygu da elbette şefkattir. Bunu hissettiği anda sanki elektrik düğmesine basmış gibi içi aydınlanır. O ışık, kendine göstereceği şefkatle başlayıp çevresine de ulaşır. 

O yüzden her şey insanda bitiyor, tıpkı insanda başladığı gibi. Nasıl su sıcakken soğuk olamaz, soğukken de sıcak, insan öyle bir varlıktır ki, sevgi ile doluysa nefrete kalbinde yer yoktur. Sevgi hakimse içimize, nefret geride kalır ve sıcak su ile soğuk su karışınca nasıl dengeli bir ısıya ulaşırsa, insan kalbinde de nefret yerine üzülme ve acıma duyguları belirir.

"Kimse kıymet bilmiyor" diye yakınıyorsak bu bizim yeterli olgunluğa gelemediğimizin göstergesidir. 

Kıymetini bilen, bilecek olan seni var etmiş, bu dünyaya göndermiş. Gezegenin yüzünü karanlık yapan gece değil ki! Sorumluluklarını yerine getirmeyen bizler dünyayı yaşanmaz bir yere çeviriyoruz. 

Kalp yaralarının devası sevgide. Biz ancak merkezine şefkati koyup aydınlattığımız içimizin ışığını etrafa yayabiliriz. Aksi halde, sevgisizlikten acıyan canımızla başkalarını eleştirme yoluna gireriz. Bir başkasını kınarken yaptığımız, kendimizi temize çıkartacak mazeretler bulmak değil midir?

Dikkat edin, neyin mevzusunu yapıyorsak, gündemimiz neyse yaramız oradan kanıyordur.   

Kendinden başkasını sevgiye layık görmeyen hasta ruhlar, kalbindeki o tohumu yeşertemediklerinden çölleşen ruhlarında susuzluktan ölmeye mahkumdur. Keşke tek başlarına ölseler ve dünya, tekamülünü tamamlamamakta ısrar eden bir varlıktan temizlense ama sevgisizlik öyle bir cinnet hali ki, beraberindekileri yakıyor, ortaya çıkan gaz herkesi az çok zehirliyor. 

Ailelerde şefkati azalmış sevgiler var. Bu durum toplumu da zorluyor. Hepimiz hatalıyız, ama kimse ötekini affetmiyor ve sevgisizlik bir yangın gibi büyüyor. Her gün bir başka eve düşüyor ateş. 

Kutsal kitabımızda sevgi iki yerde geçiyormuş. Birinde Gafur birinde Rahim ile anılıyormuş. Bunu öğrenince inanıyorum diyen insanların nasıl da inandıklarından habersiz olduğunu fark ettim. Şefkatli bir sevgi ile affedici bir sevgi... 

Ve bizim içi boş egolarımızı besleyen, sadece iki insan arasındaki o tarifsiz heyecana ad yaptığımız sevgi.  

O kısa süreli ateşin küllerinden kıvılcım çıkartarak başka sevgilere fırsat bırakmayan, çoktan unuturdum ben seni çoktan, ah bu şarkıların gözü kör olsun dedirten sevgi... 

"Aslında ben öyle çok sevilmeye layıktım ama sen beni fark etmedin" diye inleyen nağmelerden başka nedir ki, kalbimizi ele geçiren o şarkılar. 

Sevginin en saf hali şefkat, affetmek ile anlam kazanıyorsa, önce kendimizi, sonra üstü tozlanmış ilişkilerde harcadığımız birbirimizi affederek sevmeye başlayalım. 

Yoksa, kötülerin ele geçirdiği bu dünyada, masum çocuklara, şiddete maruz kalan kadınlara, belki de güçlü olsunlar diye şefkat gösterilmeden büyütüldüklerinden içlerindeki sevgi ağacı bodur kalmış erkeklere yapılan haksızlıklar karşısındaki sessizliğimiz için hem onlardan hem de Hayatı sunandan hangi yüzle af dileyecek, biz iyi insandık, ama üzerimize bulaşan kirleri engelleyemedik diyeceğiz.  

 Nefretin dilinin bozuk bir çeşme gibi durmadan üzerimize aktığı günümüzde sevgi ile kalbimizi ve sonra elimizin uzandığı yerdeki kıymetlilerimizin yüreğini onarmalıyız. 

Yoksa sevgisizlikten öleceğiz.       

NOT: Bu yazıyı 15 Ocak 2018 de yazıp yayınlamışım. Gündemin karmaşasına rağmen olumlu düşünmeye başladığım görülüyor. Başlığı tamamlamak bile içimden gelmedi mesela. Kör olmasın hiçbir şey, hiç kimse. Kimse kimseye ah etmesin. Sanırım içimde mesafe katettim. Olumlu düşünmek çok güzel gelsenize:))

SİNEMA GÜNLÜĞÜ 1


Sinema filmi seyretmeyi hepimiz severiz. Bizi dar bir alana sıkışmış hayatımızdan kısa süreliğine de olsa çekip çıkaran edilgen eylemlerden biridir. Kitap okumak da aynı amaca hizmet eder ama görselliğin her şeyin önüne geçtiği günümüzde seyretmek daha kolay olduğundan sinema filmleri kitaplardan açık ara önde tercih edilir. 

İyi bir kitaptan bahsedildiğinde hemen herkes filmi var mı diyerek bakar ve iki saat içinde mevzu anlamak ister. Oysa ikisinin vereceği tat ayrıdır. Bu güne kadar önce kitabını okuduğum hiç bir filmi beğenmedim. Sinemada kült filmler arasında yer alan ZORBA bile kitabın verdiği zevkin, o anlatılmaz dil keyfinin, yeri dolmaz doygunluğun yüzde doksanını vermedi. 

Bir de şöyle bir husus var: Önce filmini izlediysem beğensem bile sonunu bildiğim, heyecanı yitirdiğim için kitabını almışsam da okuyamadım. 

Daha önceki bloglarımda üzerine uzun yazılar yazdığım, tahlillerini bir deneme tadında sunduğum çok film oldu. Bunlar çok etkilendiğim, seyrettiğim zamanki ruh hali ile kesişenlerdi. 

Ama yazdığımın kat be kat fazlası film izliyordum. Bunları o an elimde olan deftere, kağıda not alıyordum. Dün gece bir başka şey ararken boy boy not kağıtları çıktı. Hepsinde bir filmden bir kaç cümle yazmıştım.

Zaten bir filmi izlemeye başlarken ya da bir kitabın sayfalarında dolaşırken ne isteriz ki, bize sonradan kalacak bir cümle. Öyleyse bunlar yitip gitmeden blogda arşivleyeyim dedim. 

Üç yıldır ayrıca izlediğim yabancı dizi ve sinema filmlerini not aldığım defterlerim var. Üç cilt oldu şimdiden. Ama bu notlar dört beş yıl öncesinden olduğundan deftere girememiş. Şimdi sırayla burada paylaşayım, hem kendime hem de merak edenlere bir kaynak olsun dedim.

Bir de şu hususu belirtmek istiyorum: Çok sevdiğim filmler üzerine uzun yazılar yazıyorum ama beğeni dediğimiz kavram o kadar bireysel bir olgu ki, film bence kötü ise bile sinema sitelerine verilen emeği hiçe sayacak kötü yorumlar yazmıyorum. Bu nedenle günlük yaşamda da "Ben bir daha seyretmem ya da tanıdığım biri sorarsa sana göre değil" derim. Ama çok beğendiysem onlarca kişiye tavsiye ederim. Kahve telvesi bilir ve zevkime güvenir, ben de onun tavsiyelerine önem veririm. Bu nedenlerle buraya alacağım notlar da genelde olumlu yorumlar olacaktır. 

Emeğe saygıyı önemsediğimden herkesin birbirini karalamaya çalıştığı bu günlerde, özellikle yazmanın zorluğunu da bildiğimden kitaplar konusunda da beğeninin çok kişisel olduğunu düşünerek olumsuz yorumlardan kaçınırım. Doğru olan kendimiz seyredip okuyarak bir kanaate varmaktır. Ama bu gün hepimiz her film için yorumlara bakıp bazen bize güzel bir cümle armağan edecek filmi/kitabı es geçiyoruz. 

En çok da ekşi sözlük yorumlarına bakıyoruz. Oysa onlar içinden de bize hitap edenleri seçip bulursak tavsiyeleri ile beğenilerimiz kesişir ve film bittiğinde onlara teşekkür ederiz. Benim dokuz yıldır blogunu izlediğim ve neredeyse farklı bir tarzla yazdığı film yazılarından hareketle yeni şeyler keşfettiğim moroccom var mesela. Aynı nick ile ekşi sözlükte de yer alan yazar, edebi bilgisi ile sinema öngörüsünü birleştirdiğinden beni hep kıymetli filmlerle buluşturdu. Onun yazılarını benim için diğer sinema bloglarından farklı kılan hususu da belirtmeliyim. Bir film için, "Ne güzel, ne çirkin, gidin, gitmeyin" demez, ticari kaygı gütmez. Yüreğine değmeyen hiç bir şeyi yazmaz. Tavsiyelerini de öyle zarif, öyle sakin ve belli belirsiz yapıyor ki, izlediği filmden bir sahne mi anlatmış, filmin içine girmiş de kendi mi yaşamış anlamıyor, merakla filme çekiliyorsunuz. Spoiler vermeden yazan bir blogcu arıyorsanız, elinizi tutup sizi başka bir dünyaya götürsün istiyorsanız, hele de festival filmleri seviyorsanız okuyun derim. Keşke sinema ve edebiyata gönlünü kaptırmış, yıllardır bu konuda epey emek sarf etmiş bir insan olarak daha çok yazsa ama dediğim gibi gönül teline değmeden yazmıyor. İnternette takipçi kaygısı da gütmüyor. Yoğun da bir iş yapınca ancak az ama kıymetli yazılar yazmaya fırsatı oluyor.

Ben burada moroccom gibi meşakkatli bir işin altına girmeyeceğim. Uzun uzadıya yazdığım film yazıları haricinde kısa notlarla kişisel beğenilerimi harmanlayıp öncelikle kendime bir arşiv yapacağım. Her zaman katkılarınızı beklerim.               

1-Mansfield Park (1999)


Güzel filmdi. Detaylar linkten bulunabilir. 

"-En çok kimi seversin?
 -Terzimi. Çünkü her seferinde ölçümü alır"

"Sevginin biçimleri saniyeler kadar çoktur."

2- Londra Nehri (2009)

Güzel, farklı bir filmdi. Çocukları bir patlamada ölen iki insanın arayışı. Ön yargılar, ötekileştirme, anne baba yüreği, evladını tanıyamamak her şey vardı. 
  
"Arkadaş dudaklardan geçenle değil yürekten geçenle ilgilenendir. 

   3- Bosna

"Köprü sonsuzluğun sembolüdür. Zaman geçer gider, köprü kalır." 


Bu da güzel bir filmdi. Bosna filmleri yüreğimize dokunur hep. Katliamlar gözümüzün önünde işlendi ve hiç birimiz bir şey yapamadık. Şimdi olduğu gibi. 
Bu filmde de, deneyimli kameraman Duck (Terrence Howard) , gözden düşmüş gazeteci,savaş muhabiri Simon (Richard Gere) ve yeni yetme gazeteci Benjamin (Jesse Eisenberg) savaş sonrası Bosna ‘da en çok aranan “Tilki” lakaplı savaş suçlusunu (Ljubomir Kerekes) bulmak için yola çıkarlar.Bu arada peşinde oldukları kişiler tarafından yanlışlıkla CIA vurucu timi zannedilince ekip büyük bir tehlikenin içine düşer.
Bu da çok etkilendiğim bir filmdi. İnsanların bildikleri zulümlere sessiz kalışı çok acıtıcı. Mutlaka izlenmeli dediklerimden. 

Her yazıda 10 film eklemeyi düşünüyorum ama bu gün ilk giriş yazısı ile beraber olduğundan 5 filmle noktalayalım sözü.
Herkese iyi seyirler. Yüreğimize değecek kelimelere köprü olacak insanlar, kitaplar, filmler bulsun hepimizi.


AŞK İLE BİR DAHA...



Aşık olmak, bu dünyada bir insanın başına gelebilecek en güzel olaylardan biridir.  
Hayatı bambaşka gösteren, insanı, içinin karanlıklarından çıkarıp ışığın, aydınlığın, güzelliğin olduğuna inandıran, tarifi kelimelerle imkansız bir kavramdır aşk.

Öyle ki, ancak içinden geçmişlerin anlayabileceği bu soyut olgunun aslında büyük bir devrim olduğunu kabul etmek gerek.

Devrimler, eski olan her şey yıkılarak yapılır. Bir gecede sahip olduğun her şeyi kaybedecek olmak devrimin gönüllerde kabulünü zor hale getirir. Kötü ya da eksik olan bir şeyi değiştirirken yanında bir sürü güzellikten, rahatlıktan, alışkanlıktan vazgeçmen gerekir.

Tıpkı yeni doğmuş bir bebek gibi her şeyi adım adım öğrenmek insanı konfor alanından çıkaracağından böyle bir yola girmek zordur. Dilini bilmediğin bir insanın hayatına girmesi ile yeni ve ortak bir dil geliştirmek, el ele tutuşup yürümeyi öğrenmek için çaba gerekir.

Aşkın bu dikenli yolunda yürümeye cesaret edenlere ise iç dünyalarında bir gül bahçesi vaat edilmiştir.

Burası öyle bir cennettir ki, dışarıda onları bekleyen zorlukları, itirazları, yıkımları, yeniden ayağa kalkmanın yoruculuğunu sıcak bir gülüş, tatlı bir sözle silecek güce sahiptir.

Aşıklar, dışarıdaki fırtınaları kırılmaz bir camın ardından yüzlerinde müstehzi bir gülüşle el ele izler ve ne olsa onlara dokunmayacağını düşündükleri bir dünyanın zevklerine kendilerini bırakırlar.    

Ama bu dünyanın değişmez bir kuralı vardır: Burası başka bir dünyanın demosu olduğundan her şey geçici, her zevk kısacıktır.Aslında kötü günler de, iyilerle eşit olarak verilmiş imkanlardır ve insanlar arasında döndürülür. Herkes güzel günler görür, çabuk geçtiğine üzülür. Zor zamanlardan da geçer. İnsan bu vakitte kazandıkları ile daha güzel günlere yürür.

Ama aşk diğer güzelliklerden başkadır. Çünkü aşk bu dünyanın yaratılış sebebidir. Onunla tanışıp neden bu aleme bırakıldığımızı fark etmemiz istenir.

Bu koca çölde yalnızlıklarımızdan sıyrılıp kendimizden vazgeçerek bir gönle akıp akamayacağımızı görmek isteyen Yaradan bizi bir çok yoldan geçirir.  

Hayat senaryomuza yazılmış bir aşk, gerçek bir şanstır. Ama aynı zamanda büyük de birbelayı ardında saklar. İçine düşülen aşk bizi gerçek sevgiye, Yaradan’a götüren bir yol olacak mıdır, yoksa gönlümüz bir yolcu olduğunu unutup uğradığımız bu istasyonda bizim gibi yolcu olan bir fanide kalacak mıdır? Buna bakılır.

Ve ne zaman büyük bir aşkla iki kişi bir araya gelse, bu ateşin büyüklüğü ölçüsünde yangınlar çıkacak, kendileri ile beraber çevreleri de sınava tabi tutulacağı kesindir.

Çünkü yer çekimi kadar gerçek olan bir kanun daha vardır: Birbirine hayat olan o iki kişi arasına ne zaman bu dünyadan hiçbir şey giremez olursa oraya kısa zaman sonra ölüm meleği uğrar ki, sevdiği kul, dinlencelikte takılıp kalmasın, gönül evini sahibine açsın. Ama bu öyle uzun ve meşakkatli bir yolculuktur ki, aşka düşen kaç kişi yolun sonuna varabilir bilinmez. 

Bana bu satırları yazdıran sosyal medyada rastladığım bir veda yazısı oldu. Tüylerim diken diken olarak okuduğum satırlar yüreğimi deldi geçti. Onun için büyük bir aşkın taşıyıcısı olan yazar Şermin Yaşar’ın son postunu buraya aynen almak istedim. Birkaç gün önce eşini kaybeden acılı yürek şu satırları kaleme almış:

 Taziye için gelen pek çok kişi “sözün bittiği yerdeyiz” dedi. İnsan ne diyeceğini bilemiyor evet, ama benim için belki de sözün başladığı yerdeyiz.


Evlenirken bana, yabancı bir adamı eve nasıl sokarsın dediler. Oysa Nedim, çocukların kapıdan içeri girince üstüne atladığı, gece masallar okuduğu, yıkadığı, uyuttuğu, candan sarıldığı Nedim Babaları olmuştu. Biz evlendiğimizden beri o her gece çocuklarla uyudu, tepelerine dikilip “yav siz beni unuttunuz mu?” dediğimde kollarını açtılar gülerek, e hadi bari sen de gel, dediler. Bana öğretti ki üvey baba/üvey anne diye bir şey yok; insan var, insan olamayan var.


Biz evlenirken bana aranızda çok yaş farkı var, o erken ölecek dediler. Haklıymışlar, ama ölüm bana da gelebilirdi. O kadar sevdim, o kadar sevildim ki bir buçuk yılda, on ömrün sevgisine bedel...

Ben kararımı alırken başkasıyla sevgisiz ama zoraki evli, elli yıl geçireceğime seninle on yıl geçiririm, demiştim. Aşkın var olduğunu biliyordum ama bu kadar güzelini görmemiştim. Bana öğretti ki her yaşta aşk var, olan var, olamayan var.

Tanıştığımızda “ben çok mutsuzum, sebepsiz, sanki senin yanında iyileşiyorum” dedi. İyileşti. Gördüm. Etrafımızdakiler gördü. Çok güldü, çok sevdim, etrafında dört döndüm, şımarttım, sevgimi sonuna kadar gösterdim. Geçen hafta bir fotoğrafını çektim, çok tatlı çıktın diye uzattım. “Biliyor musun, gamzem olduğunu seninle öğrendim, demek önceden hiç böyle gülmüyormuşum”, dedi. Bana öğretti ki, hayat kara sularda seyrederken dümen kırabiliyor. Ben onun için o dümeni kırdım, son yılını açık, ferah, güneşli, aşk dolu bir denizde geçirdi. Fakat yolculuk bu kadarmış. Bana da ona yoldaşlık etmek yazılmış.

Beni her gece “Nasıl yazıyorsun anlamıyorum ama, ne olur hep yaz,” diye oturtturdu masaya, karşıdan izlerdi. “Ya sen bakarken nasıl yazayım” dedim hep gülerek, “E canım sen de gözümün önünde yaz, özlüyorum” dedi. Hep yazacağım Nedim, hep. Gözünün önündeyim biliyorum, sen de öyle. Sen hep “ne kadar duygusal olduğunu bilmesem bu kadın taştan diyeceğim, nasıl baş ediyorsun her şeyle” derdin. Taştan değilim, taş olsam dün orta yerimden çatlar, paramparça olurdum. Ama baş edeceğim. Aşkın da benim içindi, acın da yokluğun da benim için...”

Yazara başsağlığı ve sabır dilerken, aşkını ölüm meleğine teslim ettikten sonra hayata tutunmaya çalışan rahmetli babaannemi hatırladım. On altı yaşındayken aşık olduğu adamla evlenen şanslı bir kadın babaannem. Onunla geçen 8 yıllık kısa evliliğinde üç çocuğuna baba olan adamı ömrünün sonuna kadar unutmayan aşık bir kadın. Aşkını yitirdikten altı ay sonra, babasının ayrılığına dayanamayan 7 yaşındaki kızını da toprağa verdiğinden güçlü olmak zorunda kalan bir kadın. 33 yaşında kalp krizi geçirip vefat eden ilk kocasının ölüm haberi geldiğinde sonradan en sevdiği evladı olacak amcama hamile olduğunu öğrenen, o üzüntü ile karnındaki çocuktan kurtulmak için her yolu deneyen çaresiz bir kadın. Ama sonra kısa sürede çocukları için kendini toplayıp yeni bebeğine Çanakkale’de şehit düştüğü için hiç görmediği kendi babası ve onun adaşı olan aşkının ismini veren genç bir kadın.

Güzelliği ile parmakla gösterildiğinden ailesi tarafından yalnız yaşaması uygun görülmeyen ve bir an önce baş göz edilmeye çalışılan babaannem, aşkını kaybettikten üç yıl sonra uzak akrabalarından ona aşık bir adamla tekrar evlenmiş. 

Ben aşık olduğu karısından sekiz yaş küçük o genç adamın torunuyum. Ömrünün sonuna kadar, adını taşıdığım babaanneme aşkla bağlı kalan, onunla elli yıl geçirdikten sonra ardından gözyaşı dinmediğinden kalbi 28. gün durup sevdiğinin yanına gömülen bir adamdı dedem.

Ama ilk kocasına aşık bu kadının aşkına hiçbir zaman ulaşamayan acılı adam, onun gözüne girmek için tek evladı babama, üvey çocuğu gibi davranıp, karısının diğer çocuklarına gerçek bir baba olmayı seçse de amacına ulaşamamıştı.

Çünkü, sevgi emek olsa da aşk bambaşkaydı. İstendiğinde elde edilebilen bir şey değildi aşk, bir ikramiye gibi başına talih kuşunun konması ile elde edilen bir şanstı. İkramiye diye bakınca da, yine aşkın gizli kanunun işlediği görülür, kendisine büyük piyango çıkan herkes de, nasıl bir döngüye giriyorsa kısa sürede hem zirveyi hem dibi görür.

Dedem de, evinde eşinden sevgi saygı bulsa da, talip olduğu aşkı sevdiği kadının gözlerinde hiç göremeyince bu aşksızlığın öfkesini hareketlerine yansıtmış olmalı. Onu aceleci, fedakar, fevri, her şeyi kontrol altında tutmaya çalıştığından hep dert edecek bir şeyler bulan endişeli bir insan olarak hatırlıyorum.

Babaannemin ise, ilk kocası tarafından sesin hiç yükselmediği, sakin bir ortamda evliliği tanımış, aşkla beslenen gönlü hiç kırılmamış biri olarak devamlı panik halinde, çabuk sönse de, çabuk parlayan öfkesi ile sürekli bağırıp çağıran dedeme alışması hiç kolay olmamıştır diye düşünüyorum.

Aslında ikisi de, kesişmeyen aşkın, yani aşksızlığın gizli öfkesini hep yedeklerinde taşımış ve galiba bunun acısını en yakınlarından, babamdan çıkarmış. Sevgiden mahrum olduğundan dikkat çekmek için haylaz bir çocuk olmayı seçen babamdan, birbirlerine “Senin oğlun”, diyerek bahsetmişler hep. Hani övündüğümüz, sevdiğimiz şeyleri sahiplenir, çocuklarımızın başarılarında “Benim oğlum/kızım” deriz ya, işte anne babasının tek evladı olan babam ne kadar başarılı olsa da, o sahiplenmeyi hiç görmediğinden sevilmediği kabulü ile büyümüş. Bu nedenle olsa gerek aşka gönlü kapalı, aşırı mantıklı bir insan olmuş.

Sonrasında babaannem de, her iş başına düşüp hayat yolunda güçlü durmayı öğrenince kimseye insiyatif bırakmamayı seçmiş ve babam için kız bulma çalışmalarına girişmiş. Güzellik ilk kriteri olan kadın, kendisine layık bir gelin aramış ve kendinden güzelini annemde bulup oğluyla evlendirerek babamı aşka düşme derdinden/güzelliğinden kurtarmış.

Çocuklukta yüzü gülmeyen babam, yine de şanslı imiş ki, uyumlu karakteri ile onu sakinleştirmeyi beceren, sevgisini göstermekte çekingen olsa da eşini seven, kendisi gibi mantığı güçlü bir kadınla, annemle evlenmiş.

Aşkın yıkıcılığının gölgesinde büyüdüklerinden olsa gerek aşk evliliğine karşı olan, mantığa oturmayan hiçbir ilişkiyi kabul etmeyen anne ve babam bizi de aynı mantıkla büyütmüş.

Ama, insan yedi göbek sülalesinin enerjisinden genetik miraslar alır derler ya, hatta o enerji alanlarını düzeltmez, geçmişten getirdiği yükleri temizlemezse benzer trajediler, benzer süreçlerle karşılaşacağı söylenir ya, onun için olumsuzu duyarak büyüdüğü şeylerden korkar insan.  İşte benim zihnimde, bir karma olarak ortaya çıkan durum hepsinden zor.

İçinde her zaman her şeyi yoğun duygularla yaşayıp kararlarımı delikleri çok sık bir mantık süzgecinden geçirdikten sonra veren biri olarak, aşk ve ardından gelecek felaketler mi, yoksa aşksızlıkla ama istikrarla yaşanan sıradan hayatlar mı iyidir karar verememişimdir. 

Bu kararsızlıkta anne babamın hayata son derece mekanik yaklaşımlarıyla, karşılıksız aşkın mağduru duygusal bir dedenin ve tabi aşık olduğu adamı kaybeden ama aşkı yüreğinde tazeliğini ölene kadar koruyan babaannemin genetik katkılarının etkisi olduğunu düşünüyorum.   

Ancak her zaman yedeğimde ölüm meleğinin üzerinde kanat çırptığıkarşılıklı aşkın korkusu da olduğundan mantıkla, sevgi ile istikrarla hayat yolculuğuna devam edilmesi gerektiği kanaatine varıyorum.

Ama Şermin Yaşar’ın “O kadar sevdim, o kadar sevildim ki bir buçuk yılda, on ömrün sevgisine bedel... Ben kararımı alırkenbaşkasıyla sevgisiz ama zoraki evli, elli yıl geçireceğime seninle on yıl geçiririm, demiştim. Aşkın var olduğunu biliyordum ama bu kadar güzelini görmemiştim. Bana öğretti ki her yaşta aşk var, olan var, olamayan var.” dediği satırları okuyunca aşkın hayalden gerçeğe dönebilen bir olgu, sürprizlerle dolu yemyeşil bir yağmur ormanı olduğunu düşündüm. Mantıkla kurulmuş evliliklerin de üzeri naylonla örtülü seralar gibi sakin, korunaklı bir ürün yetiştirme sahası.    

Bu noktada da, Dostoyevski'nin şu sözünü hatırladım: Ne yaparsan yap, pişman öleceksin.             

Aşkın yükünü kaldıracak gücü olanlara aşkla dolu dolu geçecek unutulmaz zamanlar, tercihini sevgiden, emekten yana kullananlara da, seralarında iyi çalışmalar dilerim.  

Not: 1-Yazı kelimelere bağlanmış unutulmaz şarkılarla zenginleştirilmiştir. Okuduktan sonra tıklamayı unutmayınız. 

2-Bu yazı, 13 Temmuz 2018 tarihinde önceki blogumda yayınlanmış olup blog şuanda teknik nedenlerle yayın hayatına son verdiğinden yazı buraya taşınmıştır. 13 Temmuz 2018 Cuma   

HAYAT ŞARKIMIZI BESTELERKEN



Dünya denen bu tehlikelerle dolu çöle gönderilen her gönül bir yolunu bulup suya ulaşmak ister. Herkesin, mutluluk diye aradığı şey bu olmalı: Suya ulaşmak, onu çoğaltmak, onunla çağıldamak. Ama işte kimisi diyar diyar gezip o gönlünü yeşertecek suyu bulamadan, hatta geçtiği yerleri de çorak bir araziye çevirerek yaşar. Kimisi ise uğraşır didinir ve o hedefe ulaşır. Su, derinlerde de olsa onu çıkarır. Her damlasının da kıymetini bilir.

Bir de, suyu bulunmuş, tulumbası kurulmuş verimli arazilere doğanlar vardır. Her istediklerinde suyu içebildiklerinden, yokluğunu bilmezler. Derinleri kazıp suyu çoğaltmanın  peşine de düşmezler. Keşfedecek bir şey kalmamış diyerek sağda solda dolaşırken kendi topraklarından uzakta susuz kalırlar. Sonrası daha kötüdür. Geri dönmeye üşenirler, bulundukları yeri kazmaları gerektiği akıllarına gelmez. İşte böyle arafta kalanların hali yıkıcıdır, yorucudur. Kendini bulması, yeniden temiz kaynaklarına dönmesi de ciddi bir niyet ister. Ama insan, susuzken yürüyemez. Kendinden de kolay kolay kurtulamaz.

Böylece herkes bir arayışın içinden kendi ölümüne doğru yürür. Hayat yolu uzun ve yorucu olduğundan bir gönülde konaklamak da gerekir ki, devam edecek güç toplansın. İşte o zaman hayat arkadaşı denen ve aslında kaderin önümüze çıkardığı kişi gelir bizi bulur. Kimi aşk elbisesi giyip gelir hayatımıza kimi bu ilişkinin devamı için gereken en önemli unsurlardan mantığa bürünerek yoldaşımız olur. Her nasıl geldiyse fark etmeden herkes içten bir “Hoş geldin”i hak eder. Ancak yolculuğumuz bu noktadan sonra uzun soluklu bir maratona dönüşür. Yapılacak teknik hatalar, yanlış nefes alış verişi, gereksiz enerji kayıpları yarı yolda kalmaya sebep olur ki, bu insan için büyük hayal kırıklığıdır. Çünkü yolculuk ona eşlik edecek bir arkadaşla daha keyifli geçecek diye umutlanılmıştır. İlk zamanların sarhoşluğu ile ayakları yerden kesilen taraflar böyle bir zorluk yaşayınca bir vakit oldukları yerde yığılıp kalırlar.     

Aslında kadınlar ve erkekler başka dünyalara ait varlıklar gibi dursa da, tıpkı bilinç ve bilinçaltı gibi birbirini tamamlayan enstrümanlardır. Bilinçaltı dişi enerji, bilinç ise eril enerjidir ve bu enerjiler bir bütün olduğunda sağlıklı bir metabolizmanın yöneticisi olurlar. Onun gibi eğer kadın ve erkek de önce kendinin sonra karşısındakinin nasıl bir enstrüman olduğunu keşfeder ve beraber bir şarkı bestelemek isterse kaliteli bir birliktelik ortaya çıkar.  
Hepimiz özgür iradeye sahip insanlar olarak bir çok tercihte bulunur ve bedellerini de öderiz. Ama doğmayı, ölmeyi ve bunların vakitlerini seçemediğimiz gibi evlilik için de kaderin tayin ettiği takvimi ve kişiyi beklemek zorunda kalırız. Her ne kadar ben kendim seçerim desek de aşka da, evliliği de nasiple düşeriz. Bunu gösteren en güzel örnekler, çok sevseniz de kavuşamamak, başta istemeseniz de sonra biriyle kendini evli bulmak ve mutluluğu yakalamak olabilir.

Ancak işte nasibimize düşen yoldaşımızın kendini ne kadar tanıdığı, gönlünü çağıldatacak o suyun peşinde gidecek bir hayalinin olup olmadığı hususunun ortak hayatla ilişkisi vardır. Nasiple bize gelen bu kişi, hayat şarkımıza en önemli notaları verecek insandır. Bizler genel olarak, bilinçaltımızdaki travmaların el altından seçtiği insanlara çekiliriz. Bu bize sorun yaşadığımız konuların tekrarı bir hayatı yaşatabileceğinden dikkat etmek gerekir. O nedenle olumlu düşünür ve bunu dilimizle hayatımıza hayat kılarsak seçtiklerimizin iyi yönlerine odaklanır ve göze batan kısımlarını törpüleyebiliriz. Böylelikle zıt olduğumuzu sandığımız biri ile yolları ayırmak yerine ortak noktalara odaklanır, beraber bir hayat şarkısı besteleyebiliriz.

O zaman yine dönüp dolaşıp akışa güvenmek konusuna geliyoruz. Mutluluk için yapılması gereken ilk şey sanırım kaderimizin bize getirdiği enstrümanı kabul etmek, çalmayı öğrenmeye çalışmak. Bir neyden ses çıkarmak bazen üç yılı alıyor derler. Kolay bir iş değil bir müzik aletini çalmak. Ciddi emek, özveri, çokça alıştırma gerektirir.

Bir de, karşındakinin çalabileceği bir alet olmayı öğrenip varlığını kabul etmek, onun senin virtüözün olmasına izin vermek var ki, bu bir enstrümanı çalmaktan zor olabilir. Onun için günümüzde her yerden ahenksiz gürültüler yükseliyor. Oysa herkese iyi bir müzik yapma şansı veriliyor. Her aletin sesi farklı ama müziğin dili evrensel. Her parça, farklı farklı aletlerle çalınabilir. İyi bir müzisyen aletini konuşturur. Daha iyisi birlikte bir ezgiyi çalmayı becerir. İşimiz elimizdeki aletleri kullanmayı öğrenmek ve hayat şarkımızı bize eşlik eden hediyelerle beraber en güzel haliyle çalmak, onlara da, insanı, müziği, ritmi öğretmek. Böylece arafta kalıp kendilerini keşfetmeden yaşayıp gitmesinler. Kendi şarkılarını bestelemek için en çok ihtiyaçları olan enstrüman onlara geldiğinde fark edemeyip gürültünün içinde kaybolmasınlar.

Hayat çok çabuk geçen bir yolculuk. Hele bu topraklarda ne istediğini ancak yolun yarısı denen noktada anlıyor insan ve her şey için çok geç diye hayıflanıyor. Sonrası zaten daha hızlı geçiyor ve tercih hakkı tanımadan insanı mecburiyetler ırmağında sürüklüyor.

Bunun için yapabileceğimiz ilk şey, suyun hafızası olduğunu unutmadan besteleyebildiğimiz en güzel hayat şarkısını beraber çalabileceğimiz yanı başımızdaki kıymetleri fark edip her halimizle bir olma niyetine girmek. Sonra da, bir damla su içinde geldiğimiz bu dünyadan geçerken çorak beldelerde kuruyup kalmadan okyanuslara karışacak bir yolculuğa talip olmak.

Ahmet Hamdi Tanpınar, “Hiç kendini denemeyecek misin? Ne olduğunu, kim olduğunu öğrenmeden mi öleceksin?” demiş. Denemek kelimesinin zihnimizde ilk yankısı yanılmak olduğundan, insan düşe kalka, deneye yanıla kendini tanıdığından, yaşadıkları üzerinden kendini yargılamak yerine “İlginç bir deneyimdi, bana öğretecekleri vardı” diyebilirse yoluna devam eder, tekrar akışa bırakabilir kendini.

Israr ya da iddia yeni ve daha zorlu etapları kendine çağırmak, güvenmediğin akışın altında kalarak boğulmayı istemek olacağından böyle zamanlarda en çok kendine, kendi aynasından bakmalı insan. İçindeki çocukla göz göze gelip gönlünü almalı, kucağına yatırıp saçını okşamalı, onu gülümserken görmeden, kendisiyle yürümeye razı olduğunu duymadan ayağa kalkmamalı. Onun gönlünü yapınca, kendinden başlayıp anne babasını, eşini, evladını, dostunu, arkadaşını affetmeye, onların da kendisini mazur görmelerine kalben niyet edip hayat şarkısının notalarına yoğunlaşmalı.  

Bu gün bulunduğum yerde dönüp kendime ne istiyorsun diye sorduğumda, kalan zamanımda güzel parçalar bestelemenin peşinde olduğum cevabını alıyorum. Artık huzurlu, gece ve gündüz döngüsü içinde gökyüzünü gördüğüm, karanlık kuyulara inmediğim, beni en iyi versiyonuma taşıyacak o bestenin arayışındayım.

Tabi insan o bestenin notalarını ararken sadece hayat arkadaşı ile beraber değil. O nedenle yaşamı boyunca eşlik eden, hikayemize uğrayıp geçen dost ve arkadaşlara da teşekkür etmek gerek. Buna hep özen gösterdim. Bana armağan ettikleri notaların hepsi çok değerli, sus işareti, bir boşluk bırakmak, sol anahtarı, inişli çıkışlı bir ritim, bize yaşadığımızı hatırlatan, bizi büyüten, ışığa yürüten o melodinin ayrılmaz parçaları.

Şarkıma katkı sunan, bundan sonra da sunacak olan herkese sonsuz teşekkürler. Sevgiyle, akışta kalın…      
  



Yazı-Yorum Dergi'nin canlı yayın konuğu oldum

  Merhaba, Yazı-yorum Dergide 6 yıl boyunca düzenli yazdım. Bir nevi evimdi. İki yaşından sekiz yaşına gelirken beraberdim. Sinema eleştiril...