Ne haftaydı, Nisan'ı da kapattık

 


Yine mübarek Perşembe gelmiş. Bugün yazma niyetim yoktu. Çünkü yazılarıma karşı
Yonca Tokbaş ve
Sırt Çantanda Ne Var? haricinde yaşam alameti veren olmadı. Zaten blogum, sitem, medıum, ınstagram, insta kitap hesabım vardı oralarda da yazıyordum, buraya neden başladım ki dedim kendi kendime. Aslında bu kadar çabuk pes eden biri değilimdir. Okumanın dibe vurduğu on yıl önceki verilere göre kitabın ihtiyaçlar listesinin 236. sırasında yer aldığı bir ülkede gecemi gündüzüme katıp kitap yazıyorum:) Sonra
Sırt Çantanda Ne Var? ın Perşembe buluşmasında birden onun kararlılığından etkilenip son 20 dakikada yazmaya niyet ettim. Ama tabi hiç bir yazı 20 dakikada bitmez.

Koca bir hafta geçti ne yaptın derseniz Koca bir delik, yalnızlık yazımın ertesi günü bir arkadaşım kahve içmeye çağırdı. Vay yazımı okumuş biri var dedim ve sevinçle hazırlandım. Ama sohbet esnasında substack sayfamdan haberi olmadığını gördüm. Meğer eşim tansiyonumun çıktığını laf arasında söylemiş, geçmiş olsun demek istemiş. Yine de güzel bir buluşmaydı. Her takipçim, arkadaşım yazımı okumak zorunda değil ya, insanların bin türlü derdi var.

Benim de tabi. Bizimle beraber yaşamayan oğlum alçılı ayakla eve dönünce ciddi düzen değişikliği oldu bizde de. O koltuk değnekleriyle yürümeyi öğrenirken ben insanın ani gelişen durumlara karşı adaptasyon yeteneğine hayran kaldım. Ama hareket kısıtlılığının verdiği öfke de çok zor. Allah kimseyi elden ayaktan düşürmesin diyen yaşlılar haklı, gençken de düşürmesin inşallah.

İnsanın birine muhtaç olmadan ayakta kalması kavramının metaforik karşılığını konuşurken hep fiziksel ihtiyaç halini unutuyoruz. Ve yardım istemenin bile gurur kırıcı olduğunu görüyorum. Gençken her şeyin üstesinden gelebileceğini sanıyor insan. Aslında öyle yapmamak lazımmış. Ben yoruldum, boğuluyorum, yardım edin diyebilmeliymiş. Bunu da “İnsan bir akşam üstü ansızın yorulur!” diyen şaire çok hak verecek kadar yorgun hale gelmeden söylemek lazımmış.

Oğlumu büyütürken kimseden 2 saat bile yardım görmedim. 24 saat size muhtaç birine sürekli vermek ve ev işlerinin de size bakarken hayatınıza devam etmek gerçekten zor. Bakıcı ve aile yardımı alırken bile loğusa depresyonuna girenlerin olduğu bu zor dönemde tek olmak beni çok yıpratmış aslında bunu bugün anlıyorum. İkimizin ailesi de uzaktaydı, torun görmek amaçlı 3-4 ayda bir, bir hafta gelirlerdi. Hatta doğumda bile birer hafta kaldılar. Sonra beni iki aylığına yanlarına çağırdılar. Ben de çocuktum ve bir bebekle tek başına olmaktansa gitmeyi tercih ettim. Kariyerime ara verip anne olmuştum. Eşimse fakülte sonrası kariyer basamaklarının zorlu mücadelesini veriyordu. Mecbur iki ayı doldurunca eve döndük. Üç aylıkken oğlum ateşlenip hastaneye yattığımızda annemi aradım ve sekiz saatlik yoldan otobüsle gelip sabah hastaneye ulaştı sağ olsun. İlaç gibi gelmişti. İki saatliğine eve gitmek, üzerimi değiştirmek istedim. Dört saatte dönünce kızdı, senin artık bebeğin var neredesin diye. Ben dönüş yolunda gördüğüm kitap günleri stantlarının arasında kaybolmuş bir sürü kitap almıştım. Çantamın dibindeydiler. Tıpkı babam gibi annemden saklı soktum eve. Hastanede zaten açmadım çantamı, toz toprak vardır onlarda, burada bebek var diye kızardı.

Yıllar içinde eşim biraz taşın altına elini koyup haftada bir kaç saat bana alan açtığında (yaklaşık oğlumun sekiz yaşına tekabül eder, beraber maça gitmeye başlamışlardı, ) özgür kaldığım her an kendimi kitapçılarda buldum. Hatta oğlum on yaşındayken işi ilerletip Ankara’dan İstanbul’a bir okuma grubuna uçakla gitmek gibi bir şansım oldu on üç ay. Nasıl bir özgürlüktü. Kitap kulüplerini sevmem o vakitlere dayanır.

Dün akşam yani 30 Nisan 2025 tarihinde Instagram’dan takipleştiğimiz, yarın ilk kez yüz yüze tanışacağım bir arkadaşın kurduğu Biz Kadınız Kitap Kulübüne konuk oldum. Henüz 9 kişilik bir gruptu. 120 dakikalık güzel bir sohbet gerçekleşti. İstisnasız hepsi son kitabım Dipsiz Göl’ü çok beğenmişti. Önceki aylarda okudukları kitapları bitiremediğini söyleyenler bile bu ay için seçilen 320 sayfalık kitabımı görünce yine bitiremeyecekler diye korkmuşlar, ama daha önce yarı yolda kalanlar dahi kitabı eline alır almaz kendini 100. sayfada bulmuş. Son derece akıcı ve merakla bir sonraki sayfayı çevirttiren kitabımı okuyanlar önceki kitaplarımı da alacaklarmış. Ve Dipsiz Göl serisinin devamını merakla bekliyorlarmış. 2014-2016 Türkiye’sinin mekan ve zaman sağladığı kitabı bitirince biz ne çok şeyi unutmuş, nelerin içinden geçmişiz demişler. Kitabımı geleceğe, geçmişi de anlatan haliyle de değerli bulmuşlar. Okurken sahneleri de adeta izlemişler.

Bu yorumlar bu kitabın akabinde tam da duymak istediğim şeylerdi. Umarım kalın kitaplardan korkanlar için yeni bir kapı da olur Dipsiz Göl.

Bu arada Cumartesi günü de evde durmadım. Ankara’ya İstanbul ve Bodrum’da ikamet eden ve yaşayan en büyük şairimiz geldi. Hilmi Yavuz’un 89. doğum gününü de kutladığımız güzel bir söyleşiyi dinledik. Sonrasında imza sırası beklemek bile keyifliydi. Tanpınar’ın yazarlığımın mürüvvetini göremedim demesinden esinle şairliğimin mürüvvetini gördüm dedi, hepimize nasip olsun inşallah. Son kitabı Rüya Şiirlerinde yer alan tüm şiirleri gerçekten rüyasında gördüklerini şiir formatında yazmış. Şairlik ayrı bir makam gönlümde.

“Âşinâya âşinâ, bîgâneye bîgâneyiz.” diyerek giriş yaptı konuşmasına. Divan edebiyatının en şahane hicivlerini yazmış ve bu yolda canını da vermiş Nef’î ye ait bu mısra dostluk gösterene dostluk göstermeyi, kayıtsıza kayıtsız kalmayı anlattığından telefonuma ilk aldığım not oldu. Yapay zekanın ürettiği eserleri soranlara da şu cevabı verdi: Yapay zeka yaratıcı değil, zanaatkar, malzemeyi vermezsen zanaatını yapamaz, bir nevi marangoz gibi. Sanatçı değil ama çok iyi zanaatkar.”

Kendisine Dipsiz Göl’ü takdim ettim. Bir seri olduğundan bahsettim ve şimdilik paylaşmadığım ikinci cildin adını söyledim. Gülümseyerek yüzüme baktı ve hemen bir şiirinden mısraı imzaladığı kitabın sayfasına yazdı. Benim de bu mısraı ikinci kitabımın başına epigraf yapmam farz oldu. “Göl kendi dibindeki batıktan başka nedir?”

Çıkışta aynı toplantıya gelen iki arkadaşımla Saraçoğlu Mahallesinde bir kafeye gittik.

Restore edildikten sonra ilk kez gördüğüm Kızılay’daki bu vaha çok güzel olmuş. Avrupa şehirleri gibi girdiğinden kaybolabildiğin sakin ve yeşil bir alan. Kafe dışında oturma alanları da olsaydı keşke. Kızılay AVM batıyorken yeni bir AVM yapılacak haberleri çıkmıştı, Mimarlar Odasının idari dava yoluna başvurup yürütme durdurma alması sonucu sit alanı olan bölge kurtuldu, böyle bir restorasyona gidildi. Çok da iyi oldu.

Bu arada Pazar akşamı da öykücü bir doktor arkadaşımın önerisiyle sinemacı bir doktor arkadaşının çektiği filmi izlemek için sinemaya gittik.

Tepenin Uşakları 2 -Zifin adlı film beklediğimin çok üzerindeydi. Sadece ünlülerin iyi işler çıkaracağı o kadar kazınmış ki beynimize şaşırıyoruz. Aynı tepkileri benim okurlarım da bana veriyor, bu kadar güçlü dili olan bir yazar hala bilinmesin diyor, acı acı gülüyorum. Maalesef ünlü olmadan izleyiciye/okuyucuya ulaşmak zor olduğundan bu algılarımız bizi yanıltıyor. Onun için iyi işlerle karşılaştığımızda bunu birbirimizle paylaşalım. Kitap ve filmleri önerelim derim. Arkadaşım ki kendisini de kitabıyla ilgili bir söyleşini izlediğimde tanıdım, önermese yedi yıldır kesintisiz film yazıları yazan biri olarak bu yönetmenden habersiz yaşayacaktım. Şimdiyse ortaokuldan beri kendini tiyatro ve sinemaya adamış, yani sanata aşık olmuş bir yönetmeni biliyorum.

Trabzon’un Akçabat ilçesinde çekilmiş ve kamera planlarıyla şahane bir görsel kalitenin yakalandığı filmde senaryo da ters köşe şekilde ilerledi. Yönetmen, yazar, senarist İsmet Eraydın’ı tebrik ediyorum. Birinci filmi de merak ettim. Postlarından anladığım kadarıyla çekileli 12 yıl olmuş. Ben de romanımı 10 yıla yayılan bir süreç sonunda çıkarabilmiştim. İyi bir şeyler yazmak/çekmek çok vakit alıyor. Zamanın içinden süzülmek gerekiyor. Sanat zamana ayna, zaman yaşarken çok hızlı akıyor ama yazılan/çekilen orada kalıyor işte.

Ve yazmak isteyenlere naçizane bir tavsiye, her şeyin bir mevsimi var, içinizde ateşi yanarken yazdınız yazdınız, unutmamalı zaman her ateşi kül ediyor. Bir halin içinden geçerken yazmak zordur ama nisyan, unutmak kökünden türemiş insan kelimesi kendine ad olan cinsimiz her şeyi unutuyor. Vaktinde alınan notlar, sanatsal forma dökme çabaları sonra bir eser olarak ortaya çıkabilir ama ilhamı kaçırmadan beslemek de gerek.

Hiç evden çıkmayıp üç gün üst üste hep dışarda olunca bu kadar süre evde olmaya alışık olmayan oğlum epey söylendi. Pazartesi Salıyı bu nedenle evde geçirdim. Tabi ya mutfakta ya bilgisayar başında. Bir süredir çalıştığım yeni bir kitabın sesli okumasını yaptım sabah dörtlere kadar. Çarşamba sesim kısılmıştı. Sesli okuma yapmazsak anlatım bozukluklarını göremeyiz. Kulak editörlüğünden mahrum kalmamak lazım, bu da yazanlara bir tüyo olsun. Bakalım bu kitabın kaderi ne olacak.

Geçenlerde bir yazar arkadaş Türkiye’de öykü okuyucusunun 2000 kişi olduğunu, onların da yabancı yazar ya da tanınmış öykücülere öncelik verdiğini, roman, tiyatro, sinema falan tüm sanat dallarını üreten sanatçı, talep eden, tüketen okur/izlerle beraber nerdeyse 10 bin kişi arasında kendi kendimize dönüp durduğumuzu söylüyordu. 85 milyonluk ülkede çok küçük bir azınlığız belki ama ben kalbe dokunmaya bakarak devam etme yolunu bir kez daha seçiyorum. 

 ın yazısından, yazmış olmasından ilhamla bu haftayı da tamamlamış olmanın mutluluğunu yaşıyorum.

Bir de dönüp okuyunca gördüm ki epey bir şeyler yapmışım. Mutfakta ter döktüğüm, sallanan sandalyemde oturup tığ ile örgü ördüğüm zamanları da katarsak dolu dolu geçmiş günler. Yorgun muyum hem de çok ama elimde bir yazı daha var. Kendimi de tebrik etsem, maşallah desem, sırtımı sıvazlasam olur sanırım. Bu konuda yeniyim ama öğreneceğim.

Okuyanlar bir el sallayın hadi.

Hepimize iyi haftalar dilerim. Mayıs artık baharla gelsin. (Bu satırları yazarken Ankara’da şiddetli dolu yağışı var.) Yaz değil ama bahar çok özlendin…

Not: Bu yazı 1 Mayıs 2025 tarihinde  https://handankilic.substack.com/p/ne-haftayd-nisan-da-kapattk adresinde yayınlanmıştır.

Koca bir delik, yalnızlık

 

Yıllardır kullandığım, romanıma da aldığım, adeta dilime pelesenk olmuş bir cümlem var: “Hayat denen sürprizler ve ihtimaller manzumesinin bizi nereye götüreceği belli değil.”

İşte yine bu belirsizliği deneyimlediğimiz günlerden geçiyoruz. Dış dünya ve içerde akan nehrim ikisi de belirsizlikle coşkun.

Geçen Perşembe buraya ilk yazımı yazdıktan sonra yeni bir yerde olmanın heyecanını duymuş, aldığım dönüşlerle de mutlu olmuştum. Hafta içi notlarımı alayım da bir sonraki Perşembe yazımı kolayca yazarım demiştim. Ama tabi olmadı. İnsan hayatın içinden geçerken bir dakika burayı not almalıyım diyemiyor. Her zaman çantamda not defteri ve telefonun notlar kısmını aktif kullanan biri olmuşumdur. Bazen rüyadan uyanıp not ettiğim bazen de not ettim sanıp sabah yazarım dediğim ilham cümlelerinin sevinci ve hüznü arasında salınır dururum. Ama hayat işte bir gün önceki heyecanın ertesi gün hiç anlam ifade etmez bir hale gelebilir.

Cuma gününü arkadaşımın yeni çıkan öykü kitabını okuyarak geçirdim. Cumartesi öğleden sonra dergisi de olan bir yayınevinin kendi mekanında söyleşi ve imzası olacaktı. Sabah simsiyah bir gökyüzü ve şiddetli yağış olunca iptal durumu olup olmadığını sordum. Program var ama gelmek zorunda değilsin yazdı. Güldüm ve bir saat sonra güneş açan havanın güzelliğiyle yola koyuldum. Trafiği aşıp geldiğimde söyleşi başlamıştı. Toplantılara devam zorunluğu olan bir dergiydi ve yaklaşık yirmi kişi kitabı okuyarak gelmişti. Bu büyük bir sayıdır, yazarlar bilir. Üç yakını iki arkadaşı bir kocası derken işte yirmi altı kişi vardı. Söyleşi yazarın kısa cevap veren, az konuşan biri olması hasebiyle çabuk bitti. Birkaç foto çekimi ve imza sonrası çıkalım diyen arkadaşıma tamam dedim ve yakınlarıyla beraber çıktım. Arkamı döndüğümde derginin merkezinin kapısı kapanmış ve arkadaşım ortalarda yoktu. Muhtemelen yayıneviyle beraber bir programı var, çıkalım demesini ben yanlış anladım, yazarına sahip çıkan yayınevi ne güzel diyerek Kızılay’a doğru inmeye başladım. Hava çok güzelleşmişti, Nisan yağmuru ortalığı tazelemişti. Hemen eve dönmek istemedim. Faaliyetten faaliyete koştuğundan oralarda bir apartmanda, bir dernekte, bir imzada olabilecek bir arkadaşımı aradım, açmadı. Şimdilerde yurt dışına taşınmış epey zamandır görüşemediğim ama bir zamanlar buralarda beraber dolaşıp alışveriş yaptığımız can arkadaşlarımı düşündüm. Gözlerim dolu dolu sokaklarını dolaştım şehir merkezinin. Çok değişmişti ve değişmeye devam edecekti hepimiz gibi. Bir yere oturup çay içtim ve masalardaki insanları izledim. Ya çok genç ya çok yaşlılardı ama benden başka tek başına oturan yoktu. Hayatın sorumsuzluk çağındaki bu genç ve yaşlılar arasında benim yaşıtlarım hala çocuklarının kurslarının peşindeydi. Erken anne olmuş olduğumdan yaşıtlarımla hiç yolum kesişmemişti aslında. Ben bebek bakarken onlar kariyer peşindeydi. Ben kariyer peşindeyken onlar çoluk çocuğa karışmış hemen iki sene sonra bir yenisi derken bambaşka hayatlarda farklı kaygıların peşinde olmuştuk. Okul arkadaşlarıyla böyle uzaklaşırken devamlı vakit geçirdiğimiz işyerinden arkadaşlarla ortak bir şeyler yapar olmuştuk. İşi bıraktıktan ve online çalışmaya başladıktan sonra iyice yalnızlaşmıştım. Neyse ki yazan, çizen sanal yazı arkadaşlarım vardı. Ama insan bazen yüz yüze de konuşacağı, göz bebeğinde kendini göreceği insanların aynalığını, arkadaşlığını özlüyor. Ama dedim ya benim arkadaşlarımla arama ya zamanın eli, başka dönemleri yaşayışımız ya da ülkeler arası mesafeler giriyor. Bu da bir kader. Kaderin üzerindeki kaderin çizdiği rotada, yalnızlığımda bulmam gerekenler var sanırım diye düşünerek kendimi adaşım can arkadaşımla girince dört beş çift ayakkabı aldığımız o pasaja attım. Sevdiğimiz dükkan kapanmıştı, biliyordum ama yine de tanıdık bir şeyler aradım. İnsan selinin içinde kaybolup yalnızlıktan çığlık atmak istediğim, yirmi beş yıldır yaşadığım bu gurbet şehrinde kendimi güvende hissetmek için belki de tanıdık bir his bir mekan bir hareket aradım. Hep gittiğimiz o dükkanın yerine açılan yeni ayakkabıcı kapatmak üzereydi ve acele davranmam gerektiğini söyleyen gözleriyle üzerime baskı kurmuştu. Hızlıca turuncu renkli bir ayakkabı ve sarı renkli bir terlik denedim, çok rahat geldi ve hemen alıp çıktım. Metroyla eve dönüp inince epey bir yolu koşarcasına yürüdüm ve akşam sekiz buçuktaki zoom toplantısına yetiştim. Yaklaşık iki saat toplantı, edebiyat, öykü, bana kutusundan gülümseyen ayakkabılarımla keyifli bir akşam geçirip yattım.

Pazar günü eşim bir kaç arkadaşıyla buluşacaktı. Oğlum kütüphanedeydi. Ben de gün boyu evde yalnız olacaktım. Bu benim için son derece keyifli bir durumdur. Hele de yemek yapmam gerekmiyorsa. Vakit bana kalıyorsa. Kitaplığımın olduğu odaya girer, bilgisayarımı açarım. Pazar da yetişemediğim cumartesi söyleşilerinin Youtube kayıtlarını izlerken yaz için ördüğüm çantaya devam ettim. Sallanan sandalyemde kah durup düşündüm kah izledim. Biz yazar takımının ünlü değilse işte çevresinde aynı konuya kenetlenmiş 15-20 arkadaşı vardı. Söyleşilerde gördüğüm de buydu. Arkadaşımın yayınevi gibi her faaliyette yoklama alan, diğer katılımcıların da yayınevinin yazarları olduğu yerlerde 25-30 kişiyi buluyordu. Hepimizin hepi topu okuru zaten yazardı. Al gülüm ver gülüm mü denir yoksa alma verme dengemizi koruyarak mı devam ediyoruz diye kendimize moral mi verilir bilemedim ama yazmak son derece çileli uzun bir yolculuktan geçince bile vardığı yerle yine yalnızlık veren bir uğraştır, kabul ettim. Akşam eşim yorgunum, çalışamayacağım hadi film izleyelim dedi ve aslında tarzım olmayan ama gevşettiği gerekçesiyle sıkça tavsiye edilen bir komedi filmi izledik. O yattı ben gelmeyen uykumla kütüphaneli odama döndüm. Üç gündür yazmaya vakit ayıramamamın telaşıyla çalışmaya başladım. Aslında okumak, izlemek, insan içine karışmak da yazmaktır ama eldeki öyküde de ilerlemeliydi. Sabaha karşı başımın ağrıması ve böyle bir ağrıyı hiç çekmediğimi fark edip Google’a bakıp iyice telaşlanınca eşimi uyandırdım. Acile gidelim dedi ve yaklaşık 3-4 saati acilde geçirdik. Tansiyonum rutini 10 civarı iken hayatımda ilk defa hem de durduk yere son derece sakin geçen bir günde 16 olmuştu. Dil altı hapı filmler, EKG ler derken dinlenmem gerek bir günle devam ettim. Ertesi gün de serviste bir dizi tahlile geçti. Umarım sonuçlar bir an önce çıkar ve önemli bir durum yoktur diye endişeyle beklerken dün gece ikide oğlumu halı sahada yaralanmış halde eve getirdiler. Şimdi on beş gün evde yere basmadan ayağında alçıyla yatacak.

Sağlıktan kıymetli bir şey yok. Ve insanın canı ağrıyan yerindedir. Hani Ahlat Ağacı filminde taşralı yazar karakter genç ve idealist yazana diyordu ya, şuanda seninle konuşurken belim öyle ağrıyor ki dediklerin zerre ilgimi çekmiyor diye.

Teyakkuz halinde olmak da çok yorucu. 6.5 şiddetinde İstanbul depremi haberleri, videoları da gerdi. İzmir’de 7.1 şiddetindeki depremi yaşamış biri olarak tedirgin oldum. Zaten hiçbir şeyin çok uzun yıllardır yolunda gitmediği ama bazılarının sadece kendine yapılanı görüp bir aydır her şeyin bozulduğunu düşündüğü, belki de bunun bedelini topluca ödediğimiz bu günlerde bir çocuk bayramı daha geçti. Ama biz yine “Bu gün 23 Nisan, neşe doluyor insan.” diyemedik.

(Fotoğraflar Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesinden… Kollarım kan alımlarıyla morartılmışken gözüm hep bunlardaydı.)

Not: Bu yazı 24 Nisan 2025 tarihinde  https://handankilic.substack.com/p/koca-bir-delik-yalnzlk adresinde yayınlanmıştır.

Özledim

 

Ben Handan Kılıç. Bu yazının başlığı “özledim.”

Çünkü, özledim. Neyi derseniz, bir ah çekerim ki karşıki dağlar yıkılır.

Özlediğim çok şey var. Ama en çok ‘kalbî’ insanları, samimiyeti, gerçekten sevmeyi, içten sevilmeyi, insani sohbetler yapmayı özledim. Ve bunun sebebini de herkesin bir şekilde elini verdiği psikoloğuna kolunu kaptırmasında buluyorum.

Yaşam çok hızlı, Türkiye’deyseniz gündem her gün dolu ve yıpratıcı. Sadece günü kurtarıp geçtiğimiz hayatlar yaşıyoruz. Ve zihnimizle vicdanımızın belirlemesi gereken önem sırası sürekli bizim dışımızda gelişen olaylarla değişiyor.

Ustamız, yazarımız Ahmet Hamdi Tanpınar'ın meşhur ifadesiyle, "Türkiye evlatlarına kendisinden başka bir şeyle meşgul olmak imkânını vermezken” hayatımızın içindeki sorunlar ülke sorunları yanında küçük kalıyor.

Misal benim özleme sorunum. Ama sonuçta böyle bir ihtiyacım var. Haksızlığa uğrayanları düşününce utanıyorum ama bu duyguyu hissettiğim gerçeğini değiştirmiyor. Hisler vardır, yok sayıldıkça form değiştirerek baş gösterir vücutlarımızda. Ve eskilerin deyimiyle dünyanın derdi bitmez. Dünyanın her yerinde her an haksızlığa uğramak da mutluluk da beraber akan bir nehir gibi çağıldar. Dünyayı izlerken yaşamayı da becermemiz gerekiyor. Bu nedenle küçük hayatlarımıza da bakmalıyız.

“Sınır koymayı öğrenin, kimsenin sevmesine ihtiyacımız yok, sen kendini sev, kollarınızı başkasına değil kendinize doğru açın pardon kapatın ki sarılma ihtiyacınız geçsin,” gibi kişisel gelişim martavalları insani ihtiyaçları karşılamıyor.

“Sınırları var, o birey!” diye diye anne evladına gözünün üstünde kaşın var diyemez oldu. Arkadaşına sırf sevdiğin, onu önemsediğin için verdiğin bir öneri ‘ne haddine!’ bakışı, dahası terslemesiyle sonuç veriyor. ‘Ne halin varsa gör!’ deyip arkamızı dönüyoruz sonunda. Böyle böyle hayatlarımızdan giderek çekiliyor samimiyet, insanlık, insan. Ve bu beni artık çok yoruyor.

Görme ve görünme çağında gösterme hastalığı hepimizi samimiyetsiz insanlar yapıyor. Herkes yüzünde bir maske, sırtında rolleri persona persona geziyor da samimiyete yolu bir türlü uğramıyor. Ve ben insanı özlüyorum. Çok güzel sohbet ediyor diyerek, yapay zekayla iletişimini anlatan arkadaşlarım canımı sıkıyor. Neden ona, neden kendi yalnızlığımıza mahkumuz?

Ben 2009 yılında blog yazmaya başladım. Nice güzel dostumla hiç yüzünü görmeden, blog isimlerimiz üzerinden tanıştık. Bir nevi sıfatlarımızdan soyunduk. Hepimiz ilgi alanlarımıza göre yazdık, okuduk, okunduk, yazıştık. Yıl olmuş 2025 hala kafan eskide demeyin. Zamanın bize getirdiği, söylediklerimizden fazlasını bize veremeyen, bizi algoritmasının gereği haricinde duymayan, gözlerimizdeki hüznü göremeyen yazılımlar olmamalı. İnsanın çaresi insandır.

Hey dostum, sadece yazar değil, okur dostum seni özledim. Gel burada mesleki deformasyonlarımızı bir kenara bırakıp sohbet edelim.


Ben Kimim?

Bu soru eskisi kadar önemli değil. Basit bir arama motoru talebiyle önünüze binlerce paylaşımım gelebilir. Olmadığım platform bir burası vardı, buraya da geldim. İsteyen diğer yerlerden de takip edebilir.

Mesela çoğunun linki burada var.

Hukukçuyum. Ama burada bu kimliğimle olmayacağım.

Sanırım basılı iki roman bir deneme kitabı ile sekiz adet e-kitap yazmış biri olarak kendime yazar diyebilirim. Evet okur, yazarım. Bir de gülüp geçmek isterim. Ama orası Nirvana, henüz sisli bulutların ardında.

Yazmak en sevdiğim şey. Okumadan önce yazmayı öğrendim. Kendimi bildim bileli de yazıyorum. Mesleki yazışmalar genel yazı çalışmalarımı sekteye uğratsa da yıllarca birçok edebiyat, hukuk dergisinde deneme, öykü, kitap tanıtım yazısı yazdım. Deneme konusunda ödüller aldım. İnternet sitesi ve bloglarım oldu. Kısacası yazmak kalbimin hep üst başlığındaydı. Bir ara yazdıklarımı podcast olarak da seslendirdim.

Yetmedi Youtube’da video ile paylaştım.

Son bir kaç yılım yazı açısından çok verimli geçti. Bu nedenle her yere içerik üretemez oldum. Neyse ki yoğunlaştığım alan olan yazı sonuç verdi de yazdıklarım iki yıl arayla basıldı. 2024 TÜYAP kitap fuarına da katıldım. Yazar dostlarım, kaliteli okur arkadaşlarım imza günlerimde beni yalnız bırakmadı. Ciddi bir mutluluk kaynağıydı.

Hasılı kelam hayatımda yazmak en üst sıralara yerleşti. Zamanla “daha profesyonel yaklaşmak zorundasın, yazar onu paylaşır mı, bunu paylaşmaz mı” gibi baskılara maruz kaldığımı gördüm. Sosyal medya hesapları özgür olduğumuz yerlerdi eskiden. Ama özellikle bizim ülkemizde herkese ve her şeye karışan çok olduğundan bu kalıplara sokulma çabası beni rahatsız eder oldu. En çok da bu yüzden eskileri, blog zamanlarını özledim ve buraya o özlemle, öyle bir damar yakalar mıyım umuduyla geldim.

Bir de uzun zamandır kurgu üzerine çalışıyorum ve çok vakit alıyor. Basılıp okura ulaşması ve sonra okunup geri bildirim alması derken yazan kişi derin bir sessizlikte kalıyor. Bir okur selamı, bir tatlı yorum o sessizliği yırtsın istiyor.

Son romanım bir serinin ilk kitabı ve devam eden bu yolculukta daha epey zaman kendime kapanacağım. Roman ayrı bir dünya ve oraya girince insan günden kopuyor. Zaten gündemler de beni boğuyor. Bu nedenle fırsat buldukça burada olacağım.

Sevgili Yeşim Cimcöz hocam sayesinde bu platformu fark ettim. Umarım uygun içerikler eklerim.

Elimden geldiğince düzenli içerik üretmek niyetindeyim. Dileğim sessizlik denizinde boğulmadan kurtulup beraber kıyıya çıkmak.

Bunun için en çok yaptığım şey yazmak. Mesela bugün medium.com da çok uzak fazla yakın adlı filmi yazdım. Oradan da beni takip edebilirsiniz. Gelin yoldaş olalım, işi kolay kılalım. Dünya kimseye kalmıyor, yazarken yaşayalım.

Not: Bu yazı ilk kez Apr 17, 2025 tarihinde https://handankilic.substack.com/p/ozledim adresinde yayınlanmıştır.

Handan Kılıç Substack Platformunda

 

Merhaba,

Yılların blogcusu olarak ben de substack platformunda yerimi aldım. 

Her mecranın okuru başka ama Blogger, Medıum ve Substack platformlarındaki kalite ortada. 

Sosyal medyada kaydırmaktan sıkılanları üç ayrı yerde ayrı yazılar yazdığım ayrıntısını vurgulayarak hepsine davet ediyorum. 

İlk göz ağrım elbette blogger ve bana çok şey kattı. Tüm arşivim de burada. Ama her mevsim yeni şeyler söylemek lazım. 

Baharda gelen ilk yazı için tıklayın ve ücretsiz şekilde üye olun. Sadece e-mailinizi yazının içinde ve sonunda yer alan turuncu alana bırakırsanız her yeni yazı e-mail kutunuza gelecektir. 

Bekliyorum, dertleşeceğiz. 

 

Yazı-Yorum Dergi'nin canlı yayın konuğu oldum


 Merhaba,

Yazı-yorum Dergide 6 yıl boyunca düzenli yazdım. Bir nevi evimdi. İki yaşından sekiz yaşına gelirken beraberdim. Sinema eleştirileri bölümü bana aitti. Böylece İşler Güçler Sinema 1-2-3 adlı kitaplarım ortaya çıktı. 

Artık Yazı-yorum dergi yok. Onun yerine Yazı-yorum Akademinin fanzini ve internet sitesi var. Bir de İnstagram   canlı yayınları. 

Son editörümüz Selva Ezgi bu canlı yayınları yapmaya başladı. Ağutos'ta yeni romanım Dipsiz Göl çıkınca beni de davet etti. Eylül'de kitabımı okudu Ekim ayı konuğu olacaktım. Ancak yayın başladıktan sonra beş kez kesilince erteledik. İkinci buluşmamıza heyecanla gelecekken bir kuruma saldırı oldu ve sosyal medya kısıtlandı. İkinci kez de böyle ertelendi. 

Son buluşmamızı 21 Şubat 2025 tarihinde saat 21:00'de yaptık. Yine cuma akşamı yoğunluğundan mıdır bilinmez teknik sorunlar yaşadık. Sık sık donma yaşandı. Ancak bu sfer ertlemeyeceğiz diye inat ettik ve İnstagramın kaydettiği kadarını kabul ettik. Birimiz Ankara'nın birimiz İstanbul'un göbeğinden 5 G teknolojili wifi ve telefon internetinden denediğimiz halde sonuç budur. 

İnstagramdan kendi Youtube kanalıma yüklediğim bu programları buradan izleyebilirsiniz. 






    

Günler ateşler gibi geçerken geriye hep kül kalıyor

Handan Kılıç May 29, 2025 Bir hafta aradan sonra selam, İhmal değil imkânsızlıktan atladığım hafta ve devamı son derece yoğun geçti. ...