Hayattaki yerini arayıp bulamayanlara samimi bir yol arkadaşı: Çam Ağacının Gölgesinde

 

Elif Arslan 

Ah şu merak yok mu şu merak? Sayfaları arka arkaya çevirip başladığımız kitabı bir çırpıda bitirmemizi sağlar. İşte böyle bir merakla okudum Handan Kılıç’ın yeni kitabını. Ve hemen konuşmak istedim yazarıyla.

Çam Ağacının Gölgesinde kitabının yazarı Handan Kılıç kimdir?

“Kim kimdir” adlı ansiklopedilerin olduğu günlerden “Metaverse” dünyasına dayandığımız zamanlardayız ve halen insanın kendinden bahsetmesi çok zor. İzmirliyim. Hukuk okuyan ama edebiyata ebediyen aşık kalacak, sinemaya da tutkun bir yazarım. Okumadan önce yazmayı öğrendim. Kendimi bildim bileli de yazıyorum. Mesleki yazışmalar, genel yazı çalışmalarımı sekteye uğratsa da yıllar içinde birçok edebiyat, hukuk dergisinde deneme, öykü, kitap tanıtım yazısı yazdım. Deneme konusunda ödüller aldım. İnternet sitesi ve bloglarım oldu. Kısacası yazmak kalbimin hep üst başlığındaydı. Şimdi hayatımda da en üst sıralara yerleşsin diye tam zamanlı yazıyorum. Son beş yıldır kurgu üzerine çalışmakla beraber Yazı-Yorum Dergisi’nin sinema analiz yazılarını da kaleme alıyorum. “Seslenen yazılar” adıyla podcast, YouTube hesaplarım da var. Vakit buldukça kendi yazılarımı seslendiriyorum.  

Çam Ağacının Gölgesinde ne anlatıyor? Hikayeniz hangi yıllar arasında geçiyor?

Yerini bulamamak asıl tema. Tabi burada hem ruhen hem de fiziken aidiyetsizlikten bahsediyorum. Aile köklerinde göç olan ve hayatın dalgalı denizinde yorulan insanın hep bir kıyıya ulaşma çabası anlatılıyor. Kahraman bir dönüşümden geçerken yanına alıyor okuyucuyu ve her durakta kendi hayatına bir daha bakarken sen yolculuğunun neresindesin dedirtiyor.

Hikâye günümüzde başlayıp günümüzde biterken kahramanın geçmişine, oradan dört nesil kadının hayatına dair pencereler açılarak ilerlediğinden 1900 yılında Girit’ten İzmir’e gelmiş Afet’e, doğduğu toprağı benimseyip biz buranın yerlisiyiz diyerek göç yükünü taşımak istemeyen Hikmet’e, çocukken Bulgaristan’dan gelip İzmir’e yerleşen gelini Sevdiye’ye, Hikmet’in kocası Halil’le Milas’a derken geniş bir coğrafyada geziyor, yerini arayan bu insanlarla beraber okuyucu da dönüp içine bakma fırsatı yakalıyor.        



Bu kitabı yazmanızda ne etkili oldu?

Uzun yıllar önce üniversite okumak için ayrıldığım ve sonra da evlenerek uzaklarda kaldığım şehrime epey zaman sonra dönmüştüm. Hızlı bir tempodan sonra durduğum bir döneme girmiştim. Hayatı ve yaşadıklarımı anlamlandırmaya çalışıyordum. Doğ, büyü, oku, çalış, evlen, çocuk sahibi ol, onu büyüt derken hayatın çok hızlı geçtiğini ancak durunca idrak edebilmiştim. Hayatta azot döngüsüne katkımızdan daha fazlası olmalı diyor ve sürekli yazıyordum. Sonra bir gün baskısı bulunmayan bir kitaba sesli kitap uygulamasında rastladım. Önce ismiyle sonra üslubuyla hayran kaldığım kitabı defalarca dinledim. Bir gün Alejandro Zamra’nın su içme kolaylığında anlattığı, derin mevzuları o kadar kısa cümleler ve metaforlarla anlatmayı diledim. Sonra diğer kitaplarını okudum. Tüm samimiyetiyle aslında o kadar da kolay yazmadığını anlatıyordu. Yazıya gönül vermiş herkes bu işin sancılı bir süreç olduğunu bilir. Yazamadığı zamanları, yazdıklarını okuttuğunda aldığı tepkileri, ailesinden bahsettiği bölümleriyle samimiyeti kalbimde derin bir hayranlık uyandırdı. İşte beni masa başına oturtan “Eve Dönmenin Yolları” adlı kitap oldu.    

Yazma sürecinizden bahseder misiniz? Nelerden esinlenip ilham aldınız?

Bu kitap ilk esin kaynağımdı. Ben de yazara ve kitabına bir vefa borcu olarak kitabımın başına hem de uyarı mahiyetinde olan bir alıntıyı ekledim. “Hiçbir kitapta olmamak en iyisi. Çünkü cümleler bizi korumak istemez.”

Eve dönmek ama şehri ve evi aynı bulmamak sarsıcıydı. Hayatın hızı yorucuydu. Ev neresidir? Sorusunun cevabını aradığım okumalar yaptım ve sonra içime baktım. Evimi buldum ve ona yerleşmek için bu satırları yazdım. Sonuçtan memnunum. Nerede olsam bir kâğıt bir kalemle inşa edeceğim bir evim var artık. Uzun yıllar yazının çeşitli türlerinde konukluktan sonra yerleşik hayata bu kitapla geçtiğimi düşünüyorum. 

Kitaptaki çam ağacı kahramanınız Hikmet için neyi temsil ediyor?

Çam ağacı kadim bir dost. Kimsenin kimseyi dinlemediği, gelenin gittiği ve insanların en çok insanlarca yaralandığı bir dünyada ağaç dimdik ayakta ve hep olduğu yerde duran, sen de yapabilirsin diyen bir simge. 

Kahramanımız Hikmet çok hoşuma giden bir cümle söylüyor “Zaman ne acımasız bir silgi,” diyor hikâyenin en başında; hayattaki yerini ararken ve yerini çoktan bulduğunu düşündüğü sohbet arkadaşı çama özenirken. Peki çam ağacı sizin için neyi temsil ediyor?

Çam ağaçlarının sokakları doldurduğu bir şehirde büyüdüm. Bizim de evimizin önünde asırlık bir çam var. Bana her mevsim yeşil kalabilmeyi, kaç yaşına gelirse gelsin yeni kozalaklar vererek, üretimin, varlığın ispatında önemini anlatıyor. Çam ağaçları birbirine yakın dikilirse dimdik büyür ama yakınında bir çam yok ve alanı genişse neredeyse yan yatarak büyürmüş. Bunu araştırmalarım esnasında öğrendim. Gördüğüm çoğu çam dikti. Mahalle arasında olmasından böyleymiş. Artık neredeyse kampüs alanı dışında şehirde çam korusu kalmadığından, İletişim Fakültesinde öğrencisi olduğum Ege Üniversitesine gidip koruyu ve geniş alana yayılmış çamları bir de bu gözle inceledim. Heyecanla fotoğrafladım yan yatmış ağaçları. Bu beni çok etkiledi. Kalın gövdeli bir ağaçtan bahsediyoruz. Rüzgârın bile kıpırdatamadığı dallarını yer varsa rahat yoksa disiplinli büyütüyor. Duruma göre vaziyet alıyor. Biz neden almayalım dedim. Hayatın inişleri çıkışları çok. Hepsine göğüs germek için sağlam bir kök yeterli. Çam beni hem aile köklerimdeki hikayelere götürdü. Hem de durduğun yerde sebat ederek, bir konuya ancak çok zaman ve emek harcadığında alınan sonucun sağlam olacağını gösterdi.

Hikmet’le ortak noktalarınız var mı?

Hikmet baş karakterim. İki Hikmet var, babaanne ve torun, Hikmet Hikmet’e karşı diyebiliriz. Her yazarın her karakterinde yazardan esintiler vardır. Sonuçta kalemi elimizle tutuyor, yazıyı, kan, ter, gözyaşıyla yazıyoruz. “Bir yazı yazanın neresinden çıkarsa okurun orasına değer.” derler. Okurlardan en sık aldığım geri bildirim, “elimden bırakamadım, sıcaklığı, samimiyeti sardı, sarmaladı. Karakterler bizden.” Dolayısıyla her karakterde yazar bir görünür kaçar. Belki de yazıyı bu kadar aşkla sevmemizin sebebi bize birçok kişiyi olma fırsatı vermesidir.    

Çam Ağacının Gölgesinde bir ilk kitap mı? Ne kadarı otobiyografik?

İlk kitap değil. 2015 yılında yayınlanmış Akışına Bırak isimli bir kitabım var. Üç bölümden oluşuyor. Denemeler, öyküler ve sinema analiz yazıları. Blogda çok beğenilen yazıları tekrar gözden geçirip 328 sayfalık bir kitapta toplamıştım. Kısa sürede iki baskı yapan kitap zaman içinde tükenince hem dünyanın sanal aleme kayışı hem de ülkenin ekonomik şartlarını göz önüne alarak dijital alemin imkanlarını kullandım. Zaten böyle giderse basılı kitaba ulaşım zorlaşacak ve hepimiz bir zamanlar eli boş olanların kullandığı mecralar diye sosyal medyadan uzak dururken şimdi her birinde en meşhur ve meşgullerin adresine mavi tık kapma savaşı verdiği gibi kitapta da dijital dünyaya kayacağız. Ben de şimdiden bu alanda varlığımı göstereyim istedim.  2023 yılında yeni bir önsöz ve ilavelerle 418 sayfa olan ilk kitabım Google Play Kitaplar uygulaması içinde yeniden yayınlandı. Merak edenler linkten ulaşabilir.   (https://play.google.com/store/books/details?id=mYmjEAAAQBAJ) Zaten deneme yazılarında yazar kendi duygu ve düşüncelerinden bahsederek bir kavramı anlatır. Otobiyografik yazılardır aslında denemeler. Ben de yıllarca böyle yazılar yazdım ve deneme kitaplarımda topladım. Deneme Tahtası, Dene/me ve Akışına Bırak e-kitap olarak yayınlandı.

Sonrasında da basılı beş kollektif öykü kitabı, iki şiir seçkisinde yer aldım. Ancak roman türünde ilk yayınlanan çalışmam Çam Ağacının Gölgesinde. O yüzden heyecanım büyük. Aslında üzerinde çalıştığım başka dosyalar varken bir de baktım ki bu kitap doğmuş, büyümüş, gülümsüyor. Hatta e-kitap formatı da adımlamaya başladı. Uzun yıllardır dergilere verdiğim sinema analiz yazılarım da İşler Güçler Sinema 1 ve 2 adıyla e-kitap oldu. Öykün/me, Aşk Öyküleri, Bir Mandala Bir Öykü, Küçürek öyküler adlarıyla dört öykü kitabım da yine e kitap olarak Google Play Kitaplar uygulaması içinde (https://play.google.com/store/books/author?id=Handan+K%C4%B1l%C4%B1%C3%A7) yayınladı. Orada artık basılı iki kitabımın e-kitap haliyle beraber on kitabım var. Sanırım yazı artık yaşam şeklim, yazı artık evim.

Kitapta anlattığınız hikâye İzmir’de geçiyor. Kitabınızı yazarken, bir İzmirli olarak ve mekanla, anlattığınız yıllarla ilgili ne kadar kendi gözlem ve deneyimlerinizden yararlandınız, ne kadar araştırma yaptınız?

Hepimiz dünyayı kendi gözlerimizden görür, deneyimlerimizden de anlamlandırırız. İzmir’e dair kitaba girenler elbette benim ilgimi çeken farkındalıklar oldu. Kitap bir akışta ama bölüm bölüm. İçine yakın zamanda yaşadığımız büyük İzmir Depremi de girdi, pandemi de girdi, 1930 yılında Bornova’da yaşanan sel felaketi, 1900 yılında Urla Karantina adasına getirilen göçmenler, Girit’in tarihi, göçlerden önceki siyasi ve demografik yapısı, birinci dünya savaşı, Çanakkale savaşı, devletler arası anlaşmalar, mübadele, yeni cumhuriyetin göç politikası gibi birçok noktada araştırma yaptım. Ve edindiğim bilgiler üzerine kurguyu ilerlettim. Tabi hayatta olan aile büyüklerinden de tecrübelerine dair fikir alışverişinde bulundum. Ama bir anı kitabı yazmadığım için malzemeleri kurgu için kullandım. 160 sayfalık kitabın arkasında en az onun iki katı kadar not ve birkaç taslak olduğunu da söylemeliyim.         

En sevdiğiniz yazar ve kitap?

Aslında çok var. Çocukluğumdan beri en yakın dostum kitaplar. Farklı tarzlardan sevdiğim romancılar var. Aynı anda masasında hem çay hem kahve bulunduran, aynı zamanda üç beş kitap okuyan biri olarak tek bir tane söyleyemem. Hadi iki olsun. Honoré de Balzac, Vadideki Zambak ve İvan Gonçarov, Oblomov. Defalarca okuduğum kitaplardan. 

En sevdiğiniz yazarla sohbet etme fırsatınız olsa, ona ne sorardınız? O soruyu yanıtlar mısınız?

“Bu melankoli hep sürecek mi?” diye sorardım. Aşkın bir ömür sürdüğü yer kitaplar sanırım ve “evet melankoli hepimizi yazıya aşkla bağlayan duygu diyebilirim, sürsün ki yazalım” diye yanıtlardım. Yorucu ama iyi ki var.

Şimdilerde ne üzerinde çalışıyorsunuz? Yeni bir kitap gelecek mi?

Aynı anda birkaç ayrı dosya çalışıyorum aslında. Bir roman serisi gelsin istiyorum. Üç cilt olarak planlıyorum. Ama hayat bu belli olmaz. Onlardan hızlı davrananlar çıkabilir. Basılan iki kitabım da plan dışı hayat buldular. İnsanlar gibi kitapların da kaderi olduğundan şimdiden onlara da bize de baht açıklığı diliyorum. Bu güzel sorular için size ve sitenize de teşekkür ediyorum.

Biz teşekkür ederiz, yeni çalışmalarınızda buluşmak ve konuşmak temennisiyle.


Bırak Dağınık Kalsın sitesinde Çam Ağacının Gölgesinde vardı

 


*Çam Ağanının Gölgesinde, Handan Kılıç’ın 2022 yılında çıkan romanı. Yazarın bu ilk roman fakat daha önce yayınlamış öyküleri var. Bir ilk roman izi varsa ben bulamadım hatta çok başarılı bulduğumu da en başta söylemek isterim ki sonra laf arasında kaynamasın.

Çam Ağacının Gölgesinde bir roman. Yazarını şahsen tanıyor olmasam karşıma çıkar, okur muydum bilmiyorum. Kitapların hayatıma girmesi ve okuma zamanım beni en az kitaplar kadar etkiliyor.

Kitabı okuyalı aylar oldu fakat hemen yazamadım. Zaten alır almaz da okuyamamıştım.

Kitabı yeni taşındığım evin balkonunda okudum, kendime bir çam ağacı seçmek için arada manzaraya da daldım. Yazılanları düşünmek gerekti bazen. Eylüldü. Yeni bir şehre, yeni bir eve alışırken okudum onu. Okuyunca bunun ne demek olduğunu çok daha iyi anlayacaksınız.

Kitap Hikmet’in –Hikmet bir kadın- eski hayatını bırakıp yeni hayatını kurmaya çalışırken aynı zamanda da bu kitabı yazma hikâyesini anlatıyor. Bir üstkurmaca. Geçmişine dönen bir kadının çocukluğunu, gençliğini sorguladığını ve aynı zamanda da yazma sancıları çektiğini okuyorsunuz. Bir eş ve anne olan Hikmet hayatı oralardan anlatmıyor. Bir kadın, bir kız evlat ve bir torun okuyorsunuz daha çok. Geçmişini, köklerini ve bir de bu yaşından belki de bir yazar gözüyle uzaktan görmesine şahit oluyorsunuz. Kitabı kendi gündelik ev hikâyesinin içinden okutuyor bize ve bence bunu da çok başarılı yapıyor.

Beni en çok heyecanlandıran kısmı babaannesinin hikâyesi değil de kendi taşınma hikâyesi oldu. Tamamen yabancısı olduğum bir şehirde, bir mahallede geçmişine giden bir kadın olarak Hikmet yeni yepyeni bir hikâyede, hikâyemde satır satır eşlik etti bana. Hikmet’in salon takımı, Ankara’daki evi, tül perdelerle olan hikâyesi, evin karşısındaki bir vasiyet gereği orada duran çam ağacı… Hepsi hepsi benim için yazılmış gibiydi. Ben de hemen kendime bir çam ağacı seçtim çünkü benim manzaramda da çamlar var.

Hikmet çekirdek ailesiyle baba evine dönen bir kadının hikâyesi olarak başlıyor. Ev, yuva, aile kavramlarını samimiyetle düşündürüyor. Sonra adını da aldığı babaannesinin hikâyesine geçiyor; bir kadın ve bir göç hikâyesi o da. Okurken otobiyografik izler buldum ve onu tanımış olmamın, çok uzaktan da olsa, bir yazarın hayatından izler bulmanın çocuksu hınzır hissini yaşadım.

Hikâye çok samimi, bununla birlikte üslup hikâyenin ruhuna öyle uygun akıyor ki… Ne demek istediğim anlaşılacak mı bilmiyorum ama aylar önce okumuş olduğum kitaptan; çay, kızartma kokuları, tatlının çıtırtısı duyuluyor. Okuldan bir arkadaş bize peksimet aldığında Hikmet babaanneyi, bahçelerindeki çay keyiflerini huysuzluklarını hatırladım hemen. Sanki mahalleden komşummuş gibi. İlk kez peksimet yedim ben burada. Bu da kitabın bir cilvesi olarak geçsin kayıtlara istedim. “Göçlerde, savaşlarda yenir o” diye açıkladı bir arkadaş okulda. Sonra başka biri dedi ki: “Biz bunu sütle ıslatıyoruz, sonra üstüne şeker serpiyoruz.” Ben onlara Hikmet babaanneden hiç bahsetmedim, o nasıl yiyordu acaba?

Kitaplarla böyle bir yerden ilişki kurmak galiba benim asıl okuma sebebim olmaya başladı. Kurgu ve gerçek böyle kol kola. Fantastik bir eser okusam nasıl bir tanıtım çıkacak bilmiyorum ama Çam Ağacının Gölgesi’nden sonra bir okuma grubuyla “Selvi Nine” ve “Üç Güzeller”i okudum. Selvi bir çam çeşidi değil mi?

Evet, bir kitap tanıtımı ve bir kitap okuma hikâyesi dinlediniz. Sizler eğer benim yazımdan sonra kitabı alır okursanız eminim kendi hikâyenize temas eden bambaşka şeyler bulacaksınız. Okumak iyi ki böyle bir şey. Hayatı da mutlak gerçeklerimden biraz sıyrılıp anlamaya çalıştığım bir yerden hepinize iyi kurmacalar diliyorum. En gerçek kurgucu biz okuyucular değil miyiz nihayetinde?

Emine Kelismail


*Bu yazı ilk defa 12 Ocak 2024 tarihinde https://daginikkalsin.com/cam-agacinin-golgesinde/ adresinde yayınlanmıştır.

Baby Reindeer Dizisi Üzerine Değerlendirmeler

 

314- Baby Reindeer

Afişiyle dikkatimi çeken bu diziyi, edebi zevklerine güvendiğim bir kaç arkadaşımın hikayesinde "çok etkileyici, bitince iki gün kendine gelemiyor insan" notlarıyla görünce izlemeye başladım. Son iki bölüm kaldı. Bitince öyle hissedeceğimi sanmıyorum ve açıkçası Donny'nin hikayesini zor izlesem de asıl merak ettiğim ona acıdığını söyleyerek hayatına aldığı Martha'nın hayatıydı. 

Bitti. Bütün olay 6-7. bölümdeymiş, sert vurdu ve gol attı. Ama hala Martha'nın hayatını merak ediyorum ve son sahnede ona dönüşen Donny'nin ikinci sezonu da çekeceğini düşünüyorum.     
Çok iyi tespitler vardı. Acı tecrübeleri izlemek zor olsa da çıkarımlar güzeldi. Komedyenlik nasıl gidiyor sorusunu "Vazgeçtim, insanın en çok istediği şeyin kendisine uygun olmadığını fark etmesi gibisi yok," diye yanıtladığını aktarayım ve izlemek isteyenleri kendi cümlelerini seçmeleri için özgür bırakayım.

Okuduğum bazı yorumlarda aslında Martha'nın Donny'nin hikayesiyle içindeki dişil ses misali olduğunu söyleyenler vardı. Kaçtığı kadın bir nevi gölgesiydi. Ona daha ağır travmalar bırakan adamı değil de kadını şikayet ederek kolaya kaçması Donny'nin nasıl bir insan olduğunu da gösteriyordu. Sanırım benim açımdan tek cazip yanı kendiyle izleyici önünde hesaplaşma cesareti.  


İskoç Komedyen Richard Gadd’ın kendi hayatındaki bir travmayı yazıp yönetip başrolde de oynaması, bu travmayı tekrar yaşaması ve bütün dünyayla paylaşması gerçekten zor bir konu.

Bu konu üzerine daha fazla fikir beyan etmeyeceğim ve işi uzmanlarından birine bırakacağım.

Misal klinik psikolog Rüveyda Yılmaz şöyle güzel bir analizi yapmış x'te.
Rüveyda Yılmaz

@RuveydaCelenk

Baby Reindeer Dizisi ile ilgili analizlerim. Yazdıklarımı okurken, bunların birçoğunun benim çıkarımım olduğunu unutmayın 


SPOILER SPOILER SPOLER Donny, agresif, sert ve “gülmeyen” bir baba ve şefkatli bir anne tarafından yetiştirilmiş. Bence Donny’nin komedyen olmaya (insanları güldürmeye) kafasını takmış olmasının sebeplerinden birisi babasında neredeyse hiçbir mimik olmaması. Babasını güldürememiş ama belki diğer insanları güldürebilir! Nitekim, Martha bara ilk girdiği gün Donny’nin dikkatini çeken şeylerden birisi de Martha’nın pervasız, sesli ve kendine has gülüşü idi. Yani Martha’dan -iç dünyasında- vazgeçememesinin sebeplerinden birisi Martha’nın ona olur olmaz gülmesi, ona olan hayranlığı. Donny’nin cümleleri ile: “Martha beni görülmek istediğim gibi gördü.” Donny’nin Martha’da bulduğu bir diğer şey ise kendisini onunla daha “erkeksi” hissetmesi idi. "Başkası gibi olmak rahat olmamı sağladı, şey gibi biri, ne bileyim, erkeksi biri” diyordu. Benzer bir erkeksiliği trans olan aşık olduğu sevgilisi Teri ile hissetmiyordu. Teri ile ereksiyon problem yaşarken, Martha’nın fotoğrafına bakıp kendini tatmin edebiliyordu. Teri güçlü bir karakterdi, eşit ilişki kuruyordu, Martha gibi Donny’e hayran hayran bakmıyordu. Sonunda Donny, Martha ile cinsel ilişkiye gerçekten girdikten sonra Teri ile aralarındaki cinsel problemler düzeldi. Çünkü kendisini “erkek” gibi hissetti. Donny, Teri’ye aşık olmuştu çünkü Teri kendisi ile barışık bir karakterdi. Donny ise, tam tersi, kendinden nefret ediyordu. Zaten kendisi de “kendime olan nefretim, ona olan aşkımdan üstün geldi.” dedi. Martha ve Donny arasındaki en kilit nokta şuydu bence: Martha, Donny’nin yaralı olduğunu gören, onu anlayan tek kişi idi. İlk defa bir yere kahve içmeye gittiklerinde Martha, sertçe Donny’nin bileğini tutup “Sende derin yaralar var. Kimdi o? Kimdi o? Kimdi o?” diyerek sesini yükseltmişti. Zaten Donny tam da bu sahneden sonra Martha’yı evine kadar takip etmişti (onu daha çok merak etmişti.) Cinsel ilişkiye girdikleri sırada da Martha ona "Birisi senin canını yaktı, değil mi?" diye sormuştu. Donny, Martha'ya acıyordu. Bu acıma hissi, aslında kendi kendisine acıma hissi idi. Çünkü Donny, Martha ile tanışmadan önce, komedyen olma hayali peşinde koşarken, hayran olduğu bir yazar olan Darrien tarafından tecavüze uğramıştı. Donny, aslında bu yazara aşık değil ya da onunla seks yapmak istemiyordu; sadece hayrandı. Darrien ise bu hayranlığın ve aralarındaki asimetrik ilişkinin farkında ve bu ilişkiyi manipüle etti. Darrien’in de yüzünde herhangi bir duygu belirtisi yoktu dikkat ederseniz. Mimikleri yok denecek kadar az oynuyordu (aynı Donny’nin babası gibi). Çünkü gerçek hislerini ve arzularını ifade edemezdi. Asimetrik ilişki içerisinde olanların bu konularda etik olarak ekstra hassas olması gerekiyor. Çünkü aşağıda olan kişi ister istemez manipülasyona açık oluyor. Birçok sektörde, kurumsal firmalarda bile, bu asimetrik ilişkiyi kullanıp ötekini taciz edenlerin sayısı çok fazla. Her neyse, tacizlerden sonra bir de tecavüze uğrayan Donny travma sonrası stres bozukluğu geçiriyor ve “yeniden sahneleme” dediğimiz şeyi yapıp erkek-kadın birçok insanla cinsel ilişkiye giriyor. Buraya kadar muhtemelen sadece kadınlarla olan Donny, biseksüel bir yaşantıya doğru kayıyor. Saatlerce mastürbasyon yapıp kendisini uyuşturuyor. Aslında kendi bedeniyle ilişkisini koparıyor böyle yaparak. Tam böyle depresif bir durumdayken Martha ile tanışıyor. Martha acınası bir kişi, ben değilim diyerek kendi kendisini kandırıyor. Donny dizinin sonlarına doğru Martha’nın ses kayıtlarını takıntılı bir şekilde dinleyip onlara bağımlılık geliştirdi. Çoğu zaman koşarken dinliyordu. Martha'nin Donny ile ilgili yakalamış olduğu bir diğer şey, Donny'nin sürekli "kaçtığı" idi. Donny, Martha'nın ses kayıtlarını dinleyerek aslında hem kendi bağlanma ihtiyacını gideriyordu (çünkü ikisinin arasında füzyona benzer bir şey vardı), hem de Martha'nın onda ne bulduğunu hala anlamaya çalışıyordu. Kendisinden bu kadar nefret ederken, bir ötekinin (Martha'nın) onda ne bulduğunu keşfetmeye kafayı takmıştı. Martha'nın hikayesini pek bilmiyoruz. Ama huzursuz bir ailede büyüdüğünü ve tek kaynağının bebek Rengeyiği oyuncağı olduğunu biliyoruz. Donny ile onu özdeşleştirdi. En son mahkemede hapse mahkum edilirken bile, küçük rengeyiğim diye ağladı. Yani hapse girmekten ziyade Donny'den kopacağı için ağlıyordu orada.
Devamı ve yorumlar için sayfasına bakabilirsiniz. 

Kuş Uçuşu Üzerine Bir Değerlendirme (Netflix)

313-Kuş Uçuşu 

"Bu bir av ve avcı hikayesidir. Ormanda gizlenen bir aslan ve yüksekten uçan avcı bir kuşun hikayesi…."

Bu cümleyle başlayan dizi, 

"Dünyada iki tür trajedi vardır: 
Biri istediğin her şeyi elde etmek.
Diğeri istediğin hiç bir şeyi elde edememek." cümlesiyle bitti.

Kuş Uçuşu dizisini geçen hafta Netflix’te izledim ancak yazma fırsatı buluyorum. Üçüncü sezona başlarken yayınlandığı tarihlerde bir iki gün içinde üst üste izlediğim dizinin önceki sezonlardaki tüm detaylarını hatırlamasam da genel konunun şunlar olduğunu düşündüğümden geriye dönüp bakma ihtiyacı hissetmedim. 

Kuşak ve sınıf çatışması, zamanın değişim hızı, değerlerin farklılaşması. 

Uzun uzadıya bir değerlendirme yapmayacağım ama bir şeyler de söylemek istiyorum:

Dizide Y kuşağıyla Z kuşağının, değerler, emek, hedonistlik, faydacılık gibi konulara yaklaşımlarını anlatırken av-avcı metaforunun hakim olduğu bir senaryo var. 

Sinirleri çelik gibi olanların kazanabildiği yarışlar, sürekli zirvede olmak için savaşma hali ve Y kuşağının aslan metaforuyla anlatılması, disiplinli çalışkan ahlaklı olması, Z kuşağının ise zevk peşinde koşan, kısa yoldan zirveye ulaşmak için her türlü entrikayı deneyen, ahlak anlayışı değişmiş, birinin ayağını kaydırmaktan imtina etmeden kazanılan zaferlerin sarhoşluğunu yaşayan yırtıcı bir kuş ile metaforlaştırılması ve bir marka, güvenilir bir isim olmaktan ziyade bir an önce para kazanıp hayatını yaşamak şeklindeki yaklaşımına göndermeler yapılıyor. 

Yer yer aslan ve kuş metaforu üzerinden bir üst anlatıcının, dış sesle aslan ve kuşun ruh hallerini verdiği dizide ikisi arasındaki farkı sağlayan değerlerin ne olduğu ise çok belli değil. 

"Sert çıkışların sert düşüşleri olur. Kısa yoldan zengin olmaya ünlü olmaya çalışmayın, kuş uçuşu ilerlemenin bedelini ödersiniz" gibi dersler verilmeye çalışılsa da burada kuşak çatışması kadar sınıf çatışmasının olduğunu görüyoruz. 

Düşse de babasının dış işleri forsuyla yeniden ayağa kalkan Müge'lerin, düşünce villasında, hobilerine zaman ayıran Lale'lerin karşısında, düştüğü an taşraya dönmek zorunda olan Aslı'lar ile sunuculuk yerine tekrar müşteri hizmetlerinde telefon operatörü olan Yusuf'lar var. Ölümüne savaşmaları bu yüzden. Ne kadar çalışsa da yükseleceği yerler de belli. Bu ülkenin, bu dünyanın bir raconu vardır ve sektörlere göre herkes ait olduğu sınıf içinde ilerleyebilir. Üst sınıfla kavgaya tutuşamaz. Aslanlarla aslanlar, kuşlarla kuşlar bir alemdedir.  

Ancak günümüzde dönüp sosyal medyaya baktığımızda Instagram, TikTok gibi platformlarda hiçbir ciddi emek, zamana yayılan bir çaba harcamadan ünlü olan, yıllarını eğitime vermiş, mesleğini düzgün şekilde yapmaya çalışan insanlardan çok daha fazlasını kazananlar olduğunu görüyoruz. 

Değerlerin değişmesiyle, ne yolla başardığı değil sonuçta para kazanıp kazanmadığına bakılıyor herkesin. Gençler kadar yaşını başını almış insanlar da bu tuzaklara düşüyor. Ama bir yandan da internet sayesinde televizyonların, hakim dilin, hakim zümrenin egemenliği bir nebze de olsa kırılıyor. Bu sefer de sesi çok çıkanlar, aymazlar öne geçiyor. Vasatın yükselişini görüyoruz ama Meb sisteminden geçmiş diplomalıların, ne yaparsa yapsın aslanlar gibi vasatın üstüne çıkacakları bir eğitim sistemine hiç bir zaman ulaşamayacaklarını da biliyoruz. 

Dolayısıyla ekonominin orta sınıf diye adlandırdığı kesimin yok olmasıyla işinde gücünde olan insanlar kırgınlar ordusu şeklinde nefes alıp veriyor uzun zamandır. Bunlar arasında X,Y,Z kuşakları var elbette. Yaşıyor diyemiyorum çünkü işe gidip gelmek ve cep telefonundan dünyaya bakıp dizi izlemek yaşamak değildir. Ama bu hayattan çıkıp gidebilme cesaretine de en çok Z kuşağı sahiptir. Çünkü gençlik hala umut edebilmektir.   

Fırsat eşitsizliği nedeniyle ait olmadıkları sınıfın ekonomik şartlarına rağmen üstün başarılarıyla yükselenlerin de bu topraklarda bir şekilde alaşağı edildiğini ve o vakit aslanların asilce değil kalleşçe de davrandıklarını, hiç bir şey olmasa hukuk üzerinden başlarına bir iş açıp attıkları iftiralarla yollarından kaldırdıklarının da farkındalar. Bu nedenle X,Y gibi romantik hayaller, kaybolacak idealler peşinde değiller.  

Herkesin bir gün on beş dakikalığına ünlü olduğu dünyamızda insanlar da değerler de tüketim malzemesi olarak kullanılıp atılıyor. Bu tüketim hakim zümre içinde var ama onlar için sonuç en fazla yaşadığı yeri değiştirip daha ferah alanlara gitmek oluyor. Her ne kadar dizide sıkça Datça'da taş boyayarak zamanını değerlendirenlerle dalga geçilse de dişliler arasından kurtulmuş ve oraların keyfine varmış bu kimselerin mutsuz olduğunu görmedim. 

Sistem yeni ve taze yüzlere yer açıp kısa sürede onu da tüketip yeni kurbanını buluyor. Elbette böylesi bir düzende herkesin zamanı gelip geçiyor. 

"Yakarsa dünyayı garipler yakar" lafı da yanlış değil. Ne yaparsa yapsın zamanı gelmeyen, görülmemiş, duyulmamış, gezememiş, eğlenememiş, sanatı fark edilememiş, yazdıkları okunmamış insanların ülkesi burası. 

Medyayı elinde tutanların istediğini yok edip istediğini parlattığı sahte bir dünya. Burada ayakta kalabilmek için gerçek iç disiplin sağlayacak değerlere ihtiyaç var. Yoksa içi boş bir ağaç gibi yıkılır gider herkes. 

Sadece şimdinin sorunu da değil bu hatta şimdi internet şansı yaver gidene büyük avantajlar sağlıyor. Eskiden kültür sanat dünyası da sen ben bizim oğlan arasında dönerdi. Gücü elinde tutan üç adamı arasında gezdirirdi bütün programcılar. Hala da öyle. Televizyon seyretmiyorum lafları ile izleyenleri aşağılayan herkesin de televizyona çıkmak için uğraştığı ve yazarların bile çok seyredilen bir programda konuk ya da bir dizide konu olmadan kitaplarının satmadığı bir dünyadayız. Yalan dünyada. Ama o ayrı konu.   

Günümüzde kolay kazançlarıyla, illegal yollar dahil haksız para kazanıp sınıf değiştirdiğini sanan ama ancak üst sınıfın maşası olabilen insanlar da akıllı gayrimenkul yatırımı yaptıklarında bu konuda bir danışman desteğiyle ilerlediklerinde dünyada rahatça yaşadıklarını, istedikleri yere gidip istediği eğitimi alarak yetersizliklerini gizleyecek donanıma ulaşabildiklerini de görüyoruz. Bu da cazip geliyor gençlere. Tabi güç merkezleriyle uyumlu oldukları sürece izin verileceğini işin içine girince fark ediyorlar ve alıştıklarını kaybetmemek için her yola başvurmak zorunda kalıyorlar. O yüzden herkes iki yüzlü, inanmadığı, yaşamadığı hayatların savunucusu. İçselleştirme ve gerçek özgürlük bu topraklarda yaşayan kimsede, hiç bir kesimde yok. 

Bizimki gibi eğitimli insanların yoksulluk sınırının altında kazanarak yaşadığı bir ülkede umutsuzluk her yanını sarmışken böylesi yollara yan yollara, kuş uçuşu yükselişlere yönelmek çok kolay. Ekonomi bozulduğu an kendini pazarlayan insanların sayısı artar. Çünkü düzgün işlerin kazancı azdır. Kolay kazandıran işleri basamak olarak kullananalar olacağı gibi bunu hayat tarzı haline getirenler de vardır. Eskortlarla ilgili bir tez yazan Bilkent Üniversitesi yüksek lisans öğrencisi emeğinin karşılığında aldığı ile bu çalışmada tanıdığı kadınların kazancını görüp eskortluğa başlamıştı bu ülkede, Z değil Y kuşağındandı. 

Hasılı kelam, değerler zamanla elbette öncelik sırası başta olmak üzere değişir ama değerlere sadık kalmak kuşak mevzusu değildir. 

Eğitimli, ülkesi için çalışan, ilkeli davrananlar sürekli olarak cezalandırılırken Z kuşağından bunları beklemek zor. Niteliklilerin kıymetini bilecek ülkelere beyin göçüyle gitmesi bu dönem neden arttı? Orada da aynı kuşaklar var ama çalıştığının karşılığı da var. Adalet sistemi ve devlet çalışmakta.   

Başkahramanımız Lale Kıran, sistem dışına çıkarılınca da duayen olarak üniversiteleri gezen, marka bir isim oldu. Çünkü sınıfı bunu gerektirirdi. Gençlere yaptığı bir söyleşide şöyle demişti. 

"Dünyada değerler on senede bir değişim gösterir, değişimin kendisi de uçucudur. İhtiyacımız olan erdemli ve adil olmaktır. Eğer gerçekten bir değerler bütünü oluşturursanız ömrünüzün sonuna kadar öyle yaşarsınız, değişimden korkmayın. Bir stiliniz olsun, stil varsa öldükten sonra da var olabilirsiniz."

Bu sözler güzel, janjanlı ama altı boş. Erdemli olun derken ne tür bir kıstas kullandığı ve sürekli kolaya kaçma mizacında olan insanın kolay yoldan gitmemesi için neler önerdiği belli değil. 

Zor yoldan gitmesi için yeterli gerekçe de gösterilmiyor. Çünkü herkes Lale Kıran gibi ağzında gümüş kaşıkla doğup şansı yaver gidip mesleğinde zirveye çıkarken yarınım ne olur diye düşünmeyeceği bir ekonomik refaha sahip olmuyor. Etrafında benimle ol diye ölen ve ömrünün sonuna kadar çalışmasa aynı standartta yaşamasını sağlayacak iki adamın aşkıyla ödüllendirilmiyor, sağlıklı çocuklarını sınıf farkının bariz olduğu okullarda okutup kuş değil aslan olarak hayata avantajlı başlamasını sağlayamıyor. Bu durumda da, zafer kazanmak için, her yolun mübah görüldüğü  bir düzen tutturuluyor. Cezası da olmayan bu sistem hakim olunca denetim nasıl sağlanacak. Hak yiyenlere kim dur diyecek?  

İnsanoğlu tek başına yaşayamaz, bir araya gelir ve bu sefer de anlaşmazlıklar doğar. Bunları kendisi çözmesin, ihkak-ı hak engellensin diye kurulan sistemin adıdır devlet. Bu düzenleyici yapı kanunlar yapar ve bunlara uymayanları, hukuk mekanizması üzerinden yargılayıp cezalandırır. Bu sistemin düzgün işlediği yerlerde hayat vardır. Bu nedenle günümüzde kuşlar göç etmektedir. Aslanlar zaten burada da kraldır, sistem tarafından açığı tespit edileni kullanıp sistemi de kendine hizmet ettirir. Canı sıkılırsa da toplar bavulunu istediği ülkede aynı standartta yaşar. Gezer gelir, göç etmek zorunda değildir.  

Bir de değerlerin korunması, düzenin devamı için ilahi sistemler vardır. Aynı devlet gibi yasaklar koyar, uymayanlarıysa ölümden sonra var olduğuna inandıkları mizanda tartacağını ve hiçbir iyiliğin karşılıksız kalmadığı gibi hiçbir kötülüğün de cezasız kalmayacağını söyler. Ve beklemelerini ister, ilahi adaletten bahseder Yaratıcı. Buna inananlar da bu değerleri içselleştirdiyse hak yemez, kolay yoldan değil doğru yoldan gitmeye çalışır. Erdemli bu doğru yollar hiç de kolay değildir. Yorgunluğunun karşılığı da çoğu zaman burada olmamasına rağmen inancın sevgisi ve cezanın caydırıcılığıyla erdemli davranış sistemi korunabilir. 

Bu dizide hangi değerler var, iki sınıfta iki kuşak da aynı yaşam tarzında, hangi sınıflar arası düzenden bahsediliyor?   

Peki bu kuşlar ve aslanlar ormanda, orman kanunlarının geçtiği bu yerde nasıl bir kriterle yaptıklarının bedelini ödeyecek? 

Birkaç kişinin sunucu olması ya da olmaması mıdır bedeli? Ya yok edilenler, sistemin yok saydıkları, kalabalık kadrolu dizide ismi olmayan birçok oyuncu gibi gelip geçmiyor muyuz bu çarpık düzende? Hangi erdemden bahsediliyor o zaman?  

Dizi bu sorulara cevap vermiyor. Bir değerler sistemi önermiyor. Güzel kadınların ve yakışıklı adamların bolca boy gösterdiği bir dizi olarak kalıyor. Eğlencelik diyemeyeceğim, çünkü izlerken gerilimi hissediyorsunuz. 

Ve bir de sürekli Lale Kıran’ın büyüklük bende kalsın tavrının tuzu kuruluktan geldiğini görmek zayıflatıyor değerlerine bağlılık inancımızı. Aynı sınıfa ait insanlar arasında bir erdemlilik olsaydı misal. Her ne kadar sonradan Kenan'ı Lale'nin şansı gören Müge onunla çalışma fırsatı bulunca Kenan'ın mükemmeliyetçiliğiyle insanı ne kadar tükettiğini görse de Lale'nin başarısı sadece çelik gibi siniri, duygularıyla arasına koyduğu mesafeyle, donukluğuyla açıklanamaz. 

Kuş Aslı ise okumuş, kendini yetiştirerek aslanların arasından sivrilmiş, aslana rakip olacak performans göstermiş, bunun için her yolu denemiş ama sonunda yine güçlü ve zengin olan kanal sahibinin kızının şımarıklığı ve intikam duygusuyla o zamana kadar kazandığı her şeyi bir anda kaybetmiştir. Tuzu kuru değildir ve taşrada ailesinin yanına dönmek zorunda kalmıştır.  

Dizden aklımda çok net kalan üçüncü sezonun yedinci bölümündeki bir diyaloğu aktarmak ve narsist kişilerin mükemmelliyetçilik kisvesiyle etraflarını nasıl yorduğunu, aşktan bile vazgeçirdiğini anlatan bu kısmı paylaşmak istiyorum Çünkü kilit noktalardan biri: 

İlk gençlik aşkı, fakülte arkadaşı ve kankasıyla çalışma hayatı boyunca birlikte olan, bu ekibin yüzü haline gelen gazeteci ve televizyon programcısı Lale Kıran, çocukları büyüdüğünde yaşanan gelişmelerin de etkisiyle kocasından ayrılır ve ilk aşkı ve iş arkadaşı olan adama döner. 

Ancak bir gün kariyerinin altüst olduğu bir zaman ülkeden gitme kararı alır. Her vakit yanında olan en büyük destekçisine,  aşkları da çok iyi giderken, birlikte yaşıyorlarken bu kararını sevgilisine söyleme gereği bile duymaz. O bir stardır ve seyirci kadının ne kadar kendi hayatına odaklı olduğunu düşünür. Bu duruma kırılan adam da haklı olarak uzaklaşır. Ayrılırlar ve rakip televizyonda ona karşı fakülteden kankasıyla birlik olup reyting savaşlarına girer ve yener. Ancak sevdiği kadını unutamamaktadır. Ülkeden ayrılmadığını, eski kocasına ve evine geri dönmediğini ve tek başına yaşadığını öğrenince kapısına gelir ve her halde dizinin en gerçekçi oynadıkları kısmı olduğundan yüreğe dokunur güzel bir diyalog gerçekleşir.

"Neden gitmedin?"

"Bir adam var, çok sert, çok yakıcı, ben bir yandan kendi yolumda yürümeye çalışırken bir de baktım ki ben sadece kendimi ona beğendirmeye çalışıyorum. Onun sevdiği kadar varım onun istediği kadar, o yoksa yokum."

"Ben seni senden mi alıyorum? Hani şimdikiler ne diyor toksik ilişki mi ne işte!"

"Ya hayır, aşk, her hücreni aynı hisle doldurmak, her şeyi bak, bak her şeyi onun gözünden görmek, kendini bile onun gözünden görmek yani. Yani işte aşk işte!"

"Kötü bir şey mi Lale, kurtulman gereken bir şey mi?"

"Hayır tam tersi hayatımı anlamlandıran şey bana yaşadığımı hissettiren şey ama işte bazen öyle kavuruyor ki nefes alamıyorum."

"Nefes almak, dümdüz nefes almak mı istiyorsun?"

"Ben zaten nefes almıyorum ki Kenan, uyuyamıyorum ki, zaten yaşamıyorum ki, benim hayatım zaten... Biraz daha kolay olsun istedim sadece anlatabiliyor muyum, biraz daha kolay olabilirdi sanki. Çok sıkıldım sürekli kaybetmekten, korkarak yaşamaktan parmaklarımın ucunda böyle sürekli yürümekten çok yoruldum."

"Ben seni koşullu mu seviyorum?"

"Eğer başaramazsam gözünden düşecek gibi hissediyorum her şeyimi sana beğendirmek için yapıyorum. Seni mutlu etmek için yapıyorum her şeyimi bu gerçekten çok yorucu yani bu siktiğimin roller coasterından inip yiyip içip dünyayı gezebilirdik biz ya. Yani sadece biraz daha sakin olunabilirdi anlatabiliyor muyum?"

"Çok özledim seni, çok özledim..." diye diz çöker ve ağlar Kenan.

"Yapma!"

"Eğer bizi ayıran buysa her şeyi bırakalım gidelim ne olur."

"Sen buralardan çıkamazsın."

"İstersen Ege’ye gidelim zeytin yağ işine girelim."

"Sen yine dünyanın en iyi zeytin yağını yapmaya çalışırken biz yine kavga ederiz."

"O zaman öpüşür, sevişiriz, hiçbir şey yapmayız. Ben sana çok aşığım, hiç geçmiyor, azalmıyor çok aşığım sana."

"Tamam."

"Çok özledim seni, yalvarırım bırakma beni, sensiz yaşayamıyorum sen benim her şeyimsin, sen benim her şeyimsin, sen ne istersen o olacak sana söz veriyorum."

Ve müzikle beraber sahne biter.

Böyle yazı içinde kullanılınca kesik kesik ifadelerle eksik kalsa da oyunculuk gücüyle gerçekten etkili bir sahneydi. 

İstediği zaman istediği yere çekip gidip yeni bir yaşam kurma lüksüne sahip olmak aslanların dünyasında sıradandır ama kuşlar sadece yem olur.

Son sahnede Lale Kıran, Aslı'nın kapısına gittiğine göre elinden tutacak, azimli yapısından faydalanacak ki bu da dördüncü sezonun geleceğinin habercisi. Umarım bu sefer dizi değerler yönünden altı daha dolu bir senaryo ile ilerler. 

Bir de neredeyse her sahnede içmeleri, alkole bu kadar vurgu yapılması çok göze batıyordu. Hayata ayık kafayla dayanmayın dercesine bu kullanımın, dizinin ciddiyetini de etkilediğini düşünüyorum. Fi de Can Manay’ın sürekli su içerek kendini dengede tutması örnek alınabilse seyirciye de iyi bir hatırlatma olurdu. Dizinin sponsoru herhalde alkol şirketleriydi ki iş yerinde, gündüz, yayın öncesi, yayın sonrası, sabah akşam sürekli kadehler doldu. 

Gençlere bir yandan değerlere sahip çıkmak anlatırken diğer yandan üzüldün, kusana kadar iç, sevindin ne yaptığını bilmeyecek kadar dağıt sonra seni kaldırımlardan toplasınlar demek ne kadar doğru? 

Dünyanın durumu ortada, gençleri erdemli olmaya davet ederken sırça saraylardan konuşmak da kolay diyor ve izlediyseniz yorumlarınızı bekliyorum.

Handan Kılıç 

19 Nisan 2024 


Ankara Route Selanik Söyleşisinden Kesitler


 Ankara'da Yazı-Yorum Dergi ekibi ile Hikayeci Dergisinin ROUTE SELANİK adlı mekanda düzenlediği etkinlikte buluştuk. 


Uzun ve keyifli bir söyleşiydi. Buraya kısa kesitler koyarak paylaşmak istedim. Videolar farklı katılımcılardan geldiği ve bunun dışında profesyonel kayıt olmadığı için görüntü kalitesi zayıf. Bana ulaştırılırken ve bloga yüklenirken daha da görüntü kalitesi düştü. Instagram'da daha net olanları da var. Ama zaten amacım artık bir anı olan günden kendim için arşiv amaçlı paylaşım yapmak. 


2009 yılından beri blog yazarı olarak roman yazıyor olsam da buradayım. Bloglar bizim nefeslenme alanımızdır. 

Varlığınız için teşekkür ederim.   




                                                              Handan Kılıç Kimdir?  



Handan Kılıç'ın yazı ile ilişkisi nasıl başladı? 



                                       Çam ağacının gölgesinde adlı romanınız ne anlatıyor?




Edebiyat bir zehir midir? Kötü zamanlarda ne işe yarar ki?


Konuklardan editör-hoca Çiğdem Ülker hanımın yorumu: Sizi bugün burada tanımaktan çok hoşnutum. Kitabınızı çok merak ettim. İki ağaçtan bahsettiniz biri kurumuş bir hayatta kalmış ve siz birbirinin dilinden mektup yazmışsınız. Bu çok yazarca bir tavır. 





 

Çiçeklenelim, vakit bahar!

“Bütün çiçekleri koparabilirsiniz ama baharın gelmesini engelleyemezsiniz.” demiş Pablo Neruda

Çiçekler koparılıp baharda kış yaşatılalı çok oldu ama yeşil inadı diye bir şey var. Parklarda döşenen yumuşak zeminler arasından, yollarda asfalt çatlaklarından, duvarlarda tuğla aralarından başını gösterir yeşiller sayısız defa.

Yenilgilerimiz gibi, yenilmememiz gibi. Yeniden yeniden bahara durur mevsimler.

Biz düştük, kalktık, devam ederken taşa takıldık yine düştük, dizimiz, elimiz kanadı ama onları gördük. Yerdeyken topladık çiçekleri. Yaralı avuçlarımızda kırmızı gelincikler, sarı hindibalar, bembeyaz papatyalar, bazen laleler, güller ama her daim renkler ve umutlar vardı.

Olmaz denenler oldu, bitmez denenler bitti. Gitmez denenler gitti. Özlemler depreşti, bazen giderildi bazen kocaman olup içimizden taştı ama bu sefer de bahçemizi çiçeklendirdi.

Bütün çiçekleri kopardılar, hala koparıyorlar ama yenilerinin çıkmasına engel olamıyorlar. Kimse olamaz, dünya durdukça. Çünkü sahibi var, sözü bazen çiçekler bazen yağmur bazen kuraklık olur, dileyen okur. Fark etsen de etmesen de mevsimler sırayla gelir akar geçer dışımızdan. Bakarsak, dalarsak renklerine içimizden…

Yeniden gelir bahar, çiçekleniriz aşkla, yaşamla dolarız aniden.

Adı konulmamış zaferler bırakır hayatımıza bahar. Zaferler kutlanır her yıl. Kutlamalarda mutlaka çiçekler vardır. Hatırlayan çiçeklendirir hatırladığını, kutlar çiçeklerle baharını. Getirdiği çiçekler solar ama fotoğrafları zihnimizde kazınır.

Kutlayacağımız güzellikler baharla gelecek yine.

Bakar körlüğümüze rağmen göremediğimiz o zamanlarda bile her yerden başını uzatacak, yeşil, ince, nazenin ama inatçı güzellikler arasından renkler. Betonun bile yarılacağını hatırlatan, zayıfın güçlü olduğunun kanıtları. Hadi geliniz ve açınız hayatlarımıza.

Her sonbahar düşen yaprağın ardından tomurcuklanırmış dal. Ayrılıktan canı acımasın diye. Romantizm değil anlattığım açık yerden iltihaplanmasın diye öyle tasarlanmış yaratılırken.   Vakti gelince açmak için önlemleri almalı. Don yememeli. Ağaçların aptalı bademler gibi hemen atlamamalı ortalığa. Nisanda çiçeklenmeli portakallar gibi. Mis gibi bir koku bırakmalı ardımızda. Ve mart sonundan Mayıs ortalarına kadar göz şenlendiren dayanıklı laleler gibi olmalı, doldurmalı her yanı.

Her şey çok güzel olacak demiyorum. Çünkü her şey her hali ile güzel, bakıp anlayana.

Lale devri bir kere yaşanıp bitmedi. Her bahar yeniden başlar lale devri, gör ve hisset. Görüyorum baharı, kabul ediyorum çiçeklerini.

Handan Kılıç

20 Mart 2024


 

Kuvvetli Bir Alkış (2024) Berkun Oya Netflix'te.

 

312. Film/Dizi
 
Kuvvetli Bir Alkış dizisiyle Berkun Oya yine Netflix'te. 

Biz 2020 yılından beri "Bir Başkadır" dizisinin devamını bekleyeduralım Berkun Oya araya Cici adlı filmle altı bölümlük mini diziyi aldı. 

Yazan, yöneten bir insan olarak sanatçı kimliğiyle beklentilerden bağımsız ama kendi hayat ve düşünce çizgisiyle paralel hareket ettiği ortada. Çok ses getiren, karakterleri oturmuş bir dizinin yeni sezonunu değil de Kuvvetli bir alkış' ı çekti. 

Çünkü bu dört yılda çok şey oldu. 2020 yılında Bir Başkadır'ı umut görenlerden biri olarak yazmıştım. 

Yazının tamamı buradan okunabilir. 

O vakit şöyle demiştim: "Eğri oturup doğru konuşalım. Bizim toplumuz hiçbir zaman ötekine çok da hoş görülü olmadı. Herkes herkesin hayat tarzına karıştı. Sistemde güçlenen, diğerini ezdi. Kendi çıkarlarını gözetti. Bir insana yapılabilecek en büyük saygısızlık onu görmezden gelmektir ya, bir topluluğu, inanç tarzını, yaşam kültürünü yok sayıp kendininkini dayatmak da, sonuçları ağır bir eylemler bütünüdür. En iyi hali ile bu durum, ezilen, yok sayılan, kaynakların eşit dağıtılmamasının bedelini fakir ve eğitimsiz kalarak ödeyen insanları güce karşı biler. Ve bir gün o güç yer değiştirdiğinde ezilmiş, yok sayılmış insanlar refleks olarak öç alır, güçlü görünen temsilcilerini kayıtsız şartsız destekler ki, tekrar ezilen, yok sayılan hale düşmesinler. Hatta kimisi öyle bilenir ki, göze batarak varlığını ispatlamayı marifet zanneder. Simgelerini ilan eder, her yere diker ki, yok sayanlar adım başı karşılaşsın ve varlıklarını görmezden geldikleri zamanların geçtiğini hatırlayarak eziyet çeksin. Ama güç öyle bir hırs yumağıdır ki, kısa zamanda sahiplerinin sahibi olur."

Öyle de oldu. Bir Başkadır'ın ötekine bakma, diyalog kurma, empati geliştirme hayali zamanla daha da kutuplaşıldığından kayboldu. İnsanca ve dostça birlikte yaşama üzerine var olan imkanlar yitirildi. Umutlar tüketildi. Demografi beyin göçüne zorunlu göçler eklenerek değişti. Giderek hissiz, boş vermiş bir topluluk oluştu.

Yine demiştim ki, "İşte bu dizide de, toplumda sorun olarak ima edilen sosyo- ekonomik, dinsel, inançsal, etnik yapılara ait prototipler ele alınmış ama hepsinin hayatlarına yakın planlarla bakılarak tek ortak noktamıza, insan olduğumuzu hatırlamamız hususuna dikkat çekilmiş. İşte buradan da seyirci yakalanmış. 

Dört yüz yıldır bu sebeple okunan Shakespeare “Konuşulmayan acı kalbi parçalar” der. Bize insani olana bakmamız gerektiğini edebiyatla, sanatla anlattığı için güncelliğini korur. Hem yönetmenliği, hem oyun yazarlığı hem de dizi senaryoları ile yetkinliğini kanıtlamış olan Berkun Oya da, karton karakterler yerine, hepimizin tanıdığı birine benzeteceği karakterler yazmış. " 

Ardından küresel bir kriz olan pandemi kapımızı çaldı. Korku, endişe, hayata kendini kaptıran insanın birdenbire ölümle karşılaşması rutinleri kırdı. Lezzetler acılaştı, her zevk anlamsızlaştı. Bu sefer aynı düşüncedekiler de birbirinden koptu. Herkes can güvenliğini, virüsü bahane ederek kendi evinde yalnız başına yaşamayı kabullendi. Zaten cep telefonlarının verdiği yalancı kalabalık, sosyal medya platformları  artmıştı. Bunun kuru kalabalık olduğu unutan, sosyal medya arkadaş sayısına kanan insan kimseye muhtaç değilim havalarına girdi. Uzaklarda köy evleri, yazlıkları olanlar oraya geçip şehir yaşamından uzaklaştı. Dünyayla online yaşamı benimsedi. 

Berkun Oya da Cici'yi bu sırada memleket denen uzakta bir evde çekti. Uzunca bir filmde geçmiş ve travmalar konu edilmişti. Hepimiz bu dönemi evlerimizde kalıp kendimizi deşerek, içsel yolculuklarımızı tamamlama yolunda bir eğitimden diğerine koşarak geçirdik. Meditasyon her kesimden insan için vazgeçilmez ibadetlerden biri haline geldi.

İşte Kuvvetli Bir Alkış da meditasyon yapan sakin ama huzursuz bir kadın sahnesiyle açılıyor. Adı Zeynep. Gereklilikler listelerinin peşinden koşan kadınları temsil ediyor. Kocası ona uyum sağlamaya çalışan bir figüran olarak o üzülmesin diye etrafında dönen Mehmet. Zeynep Türkiye'de en çok konan kız ismi Mehmet de en çok verilen erkek ismi. Bu bile giderek birbirine benzeyen, yaş alsa da olgunlaşmayan, şımarık bir ergen havalarında yaşlanmamayı kafasına koymuş, arkadaşlarıyla beraber olduğunda bile cep telefonu ekranına bakan, sıkılgan, sürekli dışarıdan yemek söyleyen, muhabbetleri sosyal medya paylaşımları üzerinden olan insanları göstermeyi hedeflediğinin kanıtı.

Çocuğun adı da Metin. "Acılara dayanabilen, güçlü kimse." manasındaki bu ismi taşıyan çocuğun anne karnında geçen süreçteki kederli hali görülmeye değer. Perşembe pazarına benzeyen annesinin travmalarla dolu içinde yok yok. Seksenlerin okul çantaları önlükleri, doksanların kasetleri, cd'leri, iki binlerin mini kot şortları dahil bir kız çocuğunun biriktirdiği anılarla travmaların birbirine geçmiş halinin sahibi Zeynep ne kadar meditasyon yapsa da huzura eremiyor. 

Baba Mehmet ise böyle bir duygu mahzeni olmadığından yiyip içip yatınca hemen uykuya dalan bir erkek olarak karısının istediği o ideal erkek hedefine ulaşamıyor. Karısını bir türlü mutlu edemiyor. Ama yalnız kalmamak için sevgili olan, alıştığı için evlenen, ayrılmamak için çocuk yapan bu çift dertli kederli nihilist oğullarıyla mutsuz hayatlarına tüm ilişkilerin geçtiği aşamalardaki çatışmaları yaşayarak devam ediyor. Bu nedenle bize benziyorlar, günümüzden aramızdan seçilmişler. Çocukları için her şeyi yapıp kendilerini erteliyorlar. Başrol oyuncularımız zaten çok iyiler, hele Zeynep ama oğul Metin'in her yaşını oynayan oyuncular da çok başarılı. Karakter bütünlüğü sağlanmış. 

Normal denen anormallikleri içine sindiremeyen Metin, anne karnında karşılaştığı idealist dava adamı olmaya niyetli Kudret'i de boş buluyor. Yaşamda karşılaştıklarında davayı unutup narsist bir yazar olduğunu görüyor. Kendisi de anne karnının kederli ortamından daha öncesini, portakalda vitamin olduğunu düşündüğü vakitleri özlüyor. Aidiyetsizlik öyle bir boyuta geliyor ki sahilde yılanıyla oturan turunculu bir dilenci oldun diye annesi üzülüyor. Hayatı boyunca eleştirilmiş olmalı ki, kendi evladıma bunu yapmayacağım diyen Zeynep, oğlu ne yapsa arkasında duruyor. Birbirileriyle bile yüz yüze samimi gerçek hislerle konuşamayan çift çocukları doğarken yaptıkları bir telefon konuşmasında ilk defa dürüst olsalar da bu konuşmanın içeriği hayatlarının sonuna kadar Mehmet için merak konusu oluyor.

Berkun Oya, pandemiden yalnızlığımıza geçip birlikteliklerin ciddileştiği süreçte evlendi, çocuk sahibi oldu. Bebek alışverişlerinin bitmeyen temposundan yorulmuş olmalı ki, olmayan çocuk için sürekli alış veriş yapan çifti gösteriyor ilkin. 

Tıpkı günümüzün resmedildiği, idealini, umudunu, geleceğini kaybetmiş, beraber yaşama arzusu, olsa da olur olmasa da olur seviyesinde, yorgun ve mutsuz insanını kara komedi tarzında ne güzel anlatmış.     

İlk bölümlerinde Lars Von Trier'in Dogville benzettim. Yani bittiğinde tıpkı o güzel film gibi sarsılmıştım. Trier’in Amerika’ya bakınca gördüğü pisliği anlatan film gibi bizi aynılaştıran, gereklilik kalıbına sokan her konuya, belki de en çok anlamsızlığa karşı bir duruş sergilenmiş dizide. 

Tiyatro kökenli olan Berkun Oya bunu çekim tarzına da yansıtmış. Bazen dördüncü duvarı yıkarak çekilmiş dediğiniz sahneler farklı tekniklerle birbirine bağlanmış. 

Yine başarılı yönetmenin naif müzikler eşliğinde her bölümü bir başka şarkıyla bitirmesi de çok güzel. Yeni müzisyenler ve parçalarını tanımış oluyoruz. 

İşte biri buradan dinleyebilirsiniz.

İzlediğimiz absürt kara komedi de olsa hüzünlü müziklerle çok derine işleyen bir sızı ilmek ilmek örülüyor içimize. 

Hele son bölümde çalan Sızı adlı parçada anlamsızlığın zirveye taşındığı bir hayatta içimizde oluşan boşluğun ne kadar acıtabileceğini anlıyoruz. 

Netflix‘in bir başkasına göz at diyerek hemen kesmeye çalıştığı bu müthiş şarkıyı sonuna kadar dinledim. Sonra da YouTube’a gidip bir kez daha dinledim. Sezen Aksu çok dinlesem de bildiğim bir şarkısı değildi. Yüreğime oturdu. Berkun Oya'ya hem bu güzel müzikler hem de kaliteli yapıtlarıyla bizi düşünmeye davet ettiği için teşekkür ederiz. 

Hasıl-ı kelam, Kuvvetli Bir Alkış "Bir Başkadır"dan sonra içine düştüğümüz anlamsızlık bataklığını farklı bir gözle bakarak ekrana yansıtmış. Büyümenin diğer adı özlemek, yaşadıkça gördüklerimizinse hayal kırıklığından başka bir şey olmadığı hatırlatılmış. Alkış, beğeni peşinde heder olan hallerimize göndermeler yapılmış.  

Unutmayalım; insanın anlam arayışı ömür boyu bitmez. Bir anlam bulup hayatına katamayan herkes iğreti bir yaşam sürer. Ve anlamsızlığı sürdürmek yüktür. Anlamımızı bulmamız, sızılarımızın o anlamla hissedilmez hale gelmesi dileğiyle.

Handan Kılıç

5 Mart 2023 

     Not: Bloga yorum yazmak herkese zor gelir. O nedenle buraya yorum yazma zahmetinde bulunan dostlara özel teşekkür ediyorum ve yazıya WhatsApp' tan gelenleri de foto olarak ekliyorum. Herkese teşekkür ederim.




 

Çam Ağacının Gölgesinde Ekşi Sözlükte

Ekşi Sözlük sürpriziyle karşılaştım bugün.  Oradan verilen linkteki yazı aşağıdadır:  Medium sitesinde yayınlanmıştır.  Teşekkürler Handan K...