Ateş de var gül de …

 Taşeron şirketlere yaptırıyorlar böylesini. Bir nevi maşa kullanma işi. 


Hem eli yanmaz ama yakar yıkar yok eder her şeyi. Yaparken de kazanır yıkarken de, böyledir taşeron işleri!


Maazallah bir boşluğuna gelir kalbine saklarsan bu taşeron mütahitleri evinden atıp seni üstüne kira ister, aşka düşerken de başka işe girerken de dikkat etmeli.


Çam ormanının yeniden yeşermesi belki 50 senedir ya bir kalbin tekrar çiçeklenmesi peki,  o ne kadar vakit alır? 


Renk renk güllerin açması için kaç mevsim gerekir? 


İş makinaları çekilse de iz bırakır. Buldozerin paletleri ile geçer yüreğinden Taşeron işçileri. 


Elbet bir gün her şey aslına döner. Toprak da insan da silkeler üzerindekileri.


İşte o zaman bir hafifleme bir huzur bulur cesaret edenleri. 


Eğil ve kokla, ateşte var dünya da gül, gonca da!


4/8/2021

#handankılıc

#seslenenyazilar

#hayatvemandala


 

Gülü gül ile tartarlar

























 

Ayna ayna söyle bana!


 


“Ayna ayna söyle bana var mı benden aptalı bu dünyada?” 


Bu soruyu hepimiz zaman zaman sorarız değil mi? 


Tabi narsistler hariç. Keşke onlar da sorsalar da aptallıklarıyla yüzleşseler!


Yakıp yıktıkları bitirdikleri hayatları fark etseler! Ya da önemseseler😏 mi demek daha doğru? 


Egolari uğruna telafisi güç zararlar verdiklerini bilseler!


İnsan arasıra ayna tutmalı kendine ve yüzleşmeli gerçeklerle!


Mandala aynadır, dönüp içimize baktırır yüzümüze yansımalarından sezdiklerimizi çizgilerimize yansıtır. 


Gördüklerimiz bazen ağlatır ama arındırır. Gözyaşı bir ırmaktır açar yolu kalbi aydınlatır. 


Hem kendisi ile karşılaşmak insanı narsistlikten kurtarır. 


Az şey midir bu kazanç; 

Çizelim iyileşelim.

 İyi olursak iyileştiririz de, bilelim!


#handankılıc

#hayatvemandala

#hayatyaziyor

#seslenenyazilar

#mandalaart


CENNETİN CEHENNEME DÖNÜŞÜ

 "Dünya hassas kalpler için cehennemdir" diyen Goethe 2021 Türkiye'sinde yaşasa acaba ne derdi? 

Günlerdir sabaha kadar uyumuyorum. 

Yangının ortasındayız. Çok yıllardır kalbi yoran haksızlıkların yaşandığı ülkemde,  mağduru olduğum durumlar haricinde diğer olaylardaki mağdurları izlemekten içim kurumuş, kalbim ezilmişken "Ülke yangın yeri" tabirini kullanırdık. Ama bir gün cennet vatanın gerçekten cehennem ateşlerinin yükselerek yanıp kül olacağını ve bunu hep beraber izleyeceğimizi hiç düşünmemiştim.   

Öyle bir noktadayız ki, iyice tükendik. Ki bu günler daha iyi günlermiş diyebileceğimiz felaketlerin eşiğinde olduğumuz da söyleniyor astrologlarca. Onlardan başka bilgi veren olmadığı için tek kaynağımız bu olduğundan gerçeği nedir bilemiyoruz durumların. Ama bu çaresizlikler cehenneminde yangın söndürme yetkisinin kimde olduğunun tartışılması, imkanımız yok denmesi, ikram edilen çayın bile bu sıcakta, her yer ateşle kavrulurken harareti almaması, dünyadan yardım istemenin bile ithamlara sebep olmasını anlayamıyorum. 

Ne bir beklentim var geleceğe dair ne de yazı yazacak mecalim.Oysa daha gencim ama çok yorgunum. Zaten önemli olan da halen süren yangın. Ateşin şakası yoktur. Giden ağaçların, ormanların geri dönüşü belki yüz yıl alacak. Zaten dünyanın 100 yılı kalıp kalmadığı da meçhul. Ama biz hani her cümleye "Bu millet öyle bir millettir ki" diye başlayan insanlar olarak neden bile isteye bu ateşin büyümesine göz yumuyoruz? Allah korkusuna ne oldu? Kalbinde bunu taşıyanın karıncayı incitmemek için yuvasına basmaması gerekirken nasıl, hepsi birbirinden acı olaya sessizce kabul veriyor? Ateş geziyor işte ev ev, kimine deprem, kimine sel, kimine yangın, ölüm, maddi hasarlar, boğulmalar, korona ile nefessiz tutulumlar, kayıplar, hastalıklar, delirmeler, cinayetler... Bitmiyor da bitmiyor.

“Yarın kıyametin kopacağını bilseniz bile, bugün elinizdeki fidanı dikin!” diyen bir Peygamberimiz var. İnançları, Buharî'den nakille böyle bir emrin uygulanmasını gerektiren insanlar neden var olanın yok oluşunu izliyor? Ve tabi biz ne yapabiliriz ki çaresizliği. Yangın büyük, uzman, ekipman gerektiriyor. Soruların, sorunların, öfkenin, üzüntünün sınırı yok.

Sabah bir arkadaşımla yazıştık. Bu hafta Amerika'ya gitmiş. Orada onu misafir eden Türk arkadaşı ülkemizdeki bir çok olayın üzüntüsünü de yaşayan, gündemi uzaktan da olsa takip eden biri olduğu halde "İçin geçmiş gibisin. Enerjisiz, bitkin, ruhun ölmüş senin" demiş gördüğünde. Bir devlet hastanesinde pandemi döneminde kesintisiz çalışan bir doktorun gözlerinin içinin parlamasını beklemesi gündemin yoğunluğu haricinde bile mümkün değilken "Çok üzülüyoruz, hep dua ediyoruz ülkemize" diyen insanların bile buranın ağırlığını unuttuğunu gösteriyor. 

"Ateşe temas etmeyen bizleri anlayamazmış" diyen arkadaşım devam ediyor "Amerika'da dolaştıkça hep aynı şeyi düşünüyorum, tüm dünya buradaki insanlar rahat etsin diye yaşıyor, çalışıyor. Onların ise dünyadaki kimse için bir derdi tasası yok. Buradakiler bizi hayatta anlayamaz. Biz yangının içinden geliyoruz. İlla ki üzerimizde is kokusu oluyor."  Ki bu arkadaşım ülkenin en iyi gelir düzeyine sahip, eğitimli, hayatı bir düzen dahilinde devam eden, çocuklarını istediği okula gönderebilen, tatile Amerika'ya gidebilme şansına sahip bir vatandaşı. Ama pandeminin ve insan üstü çaba ile içinde bulunulan sağlık sisteminin çalışanı olduğundan gözlerinin feri sönmüş yurt dışındaki meslektaşlarına göre...

Dün kendisi de İspanya'da yaşayan, senede bir İstanbul'a gelen iyi romancılarımızdan Nermin Yıldırım da dışarıdan bakan bir göz olarak şöyle bir paylaşım yaptı:

"Sokaklar gözleri yerde, kim bilir nicedir gülümseyecek bir sebep bulamamış insanlarla dolu. Öfke, hissizlik ve daha başka pek çok şey... Ama en çok üzüntü yayıldı, salgın bir hastalık gibi. Çok üzgün bir ülkenin çok üzgün çocuklarıyız. Çok yazık oluyor her şeye"

Aynen öyle, son bir aydır ciddi üzüntüler, şahsi sıkıntılar, sağlık problemleriyle geçmişken, biraz nefes alalım bari Ağustosta derken bitmeyen Temmuzun yükü ile girdik yeni aya. Burada kışlar da yazlar da mevsimler de bitmiyor. Hele Temmuzlar, hep bir ateşle yakıyor.

Az önce önüme düşen bir haber gündemin yoğunluğunda kaynayıp gidecek eminim. Yangında kaybolduğu düşünülen bir genç kızın cansız bedenine ulaşılmış. İş için görüşmeye gittiği emlakçı suçunu itiraf etmiş: Tecavüz edip beş parçaya bölerek ormana attığını yani. Jiletle ismini yazmış bir de ölü bedene. Bir kaç saat sonra bir başka kayıp kadının ormana atılmış cesedi daha bulunmuş. Tüyler ürpertici bu cinayetleri işleyenler aramızda dolaşıyor. Hepimizin muhatap olduğu meslekleri icra ediyor. Düşündükçe delirten olaylar. Çok ilginç deneyimler. 

Özgecan Cinayetini hatırlıyorum. Geçen hafta 2015 yılında yazdığım bir çalışmamı okudum. "2016 gelsin, yeter artık" diye feryat ediyormuşuz. Yaklaşık her ay bir patlama olmuş, yüzlerce kişi ölmüş. "Bundan daha kötü yıl olur mu?" demiş arkadaşlarım, ben de not almış, üzerine yazmışım. O vakitlerdeki dertlere şimdi gülüyoruz. Her yıl daha da kötüye gidiyor hayat, dünyanın hali hep böyle derken bunun sadece bizim ülkemizde/Ortadoğu coğrafyasında böyle olduğunu dışarıdan gelen haberlerle fark etmek daha da can yakıyor. 

Hakan Günday şöyle yazmış Ziyan adlı romanında: "Ortadoğu'da kızlar kadın doğar. Ecellerinden önce ölürler. İlk yemeği anasının memesinden gelen ve yediği çanağa tükürmekte sakınca görmeyen o erkek o kadar çok kadın gömer ki, toprak bile artık dişidir. Bu yüzden toprak ana diye bilinir. Diri diri gömüle gömüle toprağı bile kadın yapmışlardır. Bu yüzden verimsiz ve çoraktır; buna da kadının intikamı denir."

Konu o kadar çok ki, felaketler, hastalıklar, hukuk, eğitim, ırkçılık...

İnsanlar seçemediği milliyeti için, kendini neden üstün gördüğü belli olmayanlarca suçlanıp ailecek öldürülüyor mesela. "Bir insanı öldüren bütün insanlığı öldürmüş gibidir" diyen bir dine inandıklarını "Allah büyüktür" nidaları attığından anladığımız varlıklarca kurşuna dizilip evleri ateşe veriliyor. Suç örgütü liderleri itidale çağırıyor. Ne oluyor anlamadan daha büyük bir ateş düşüyor, önceki mevzu unutuluyor.  

Ekonominin dibe vurduğu, sınır güvenliğinin hiçe sayıldığı, kendi ülkesinin insanı ruhen ve madden çökmüş, işsizlikle bunalmış, değer karmaşasının içinde kutsallarını kaybetmiş, her konuda zıvanadan çıkmışken tolore edilemeyecek sayıda, hem de bir salgın sürerken kayıtsız, aşısız insanları sınırdan sokarak büyütülen mülteci sorunu, iklim krizi, hızla yayılan korona, haksız tutuklamalar, kayıp insanlar, cezaevlerinden yükselen işkence var iddiaları, korona yüzünden bir buçuk yıldır süren insan haklarına aykırı bir uygulama olarak görüş yasakları, hamile kadın ve bebekli anneler ile kanser hastalarının kanunun açık hükmüne rağmen ertelenmesi gereken ceza infazlarının hem de salgın hastalıkla mücadele esnasında, tutuklu olarak hücrelerde sürmesi, sma hastası çocukların, kanser hastası insanların ilaç bulamaması gibi nice acıdan yükselen feryatların sadece twitter üzerinde hashtag olarak kalması, Haluk Levent ile bir kaç vekil dışında kimsenin bu etiketlere cevap vermemesi kalbi yoruyor. 

Ülke gerçekten yanarken, insanı yıllardır "Telef" edilmişken, hayvanlar kaybedilirken, bitki örtüsü bitip yaşamın devamı için gereken arıların yuvası çam ormanları yok olurken insanlar pet şişeyle yangın söndürüp "Yalnızlığını" dibine kadar yaşarken dışarıdan bakan bizlerin kalbi nefessiz kalsa da ateşin düştüğü yeri yaktığı malum. Evi barkı yanan, yakınını kaybedenlerin, geleceğini yitirenlerin hepsinin hayatının ortasına düşüyor o ateş. Bir daha hiç bir şeyin aynı olmayacağının miladı olan bu kayıpların yası tutulmadan ne yazık ki bir başkası geliyor. 

Yetkililerden yetkilerini etkili bir şekilde kullanmalarını istiyoruz. Söndürülecek yangınlar devam ediyor. Hava sıcaklıklarının bu hafta on dereceye kadar artacağı söyleniyor. Yeni orman yangınları ihtimali ile beraber elektrik kesintileri de başladı. Bu hengamenin içinden çıkılır mı, İzmir ve İstanbul için büyük deprem uyarıları da varken kaç kişiye nasip olacak 2022'yi görmek bilmiyorum ama 2015'leri arar hale gelmek gerçekten ürkütücü. 

Komplo teorileri kısmına hiç girmiyorum, lakin insan bir yeri ağarırken sadece orayı hisseder. Yanık acısı da çok büyüktür. Şimdi sadece söndürmek ve tedavi etmek, kayıpların yasını tutmak önemli. 

Görüntüler dehşet verici. Elimizden bir şey gelmemesi can yakıcı. Yoğurt kaplarındaki sulara yanan ayaklarını koymuş masum köpek yavrusunun gözlerindeki bakış zihnimden gitmiyor. Yavrucuk ölmüş bu gün. Köpekten korkan, hayatında hiç bir köpeğe dokunmamış bir insan olarak kucağıma alıp sarılmak, saatlerce ağlamak hissiyle doldum gördüğüm andan beri. Son yıllarda her şehirde görülen ormandan çıkıp akşamları çöplerde yiyecek arayan sessiz domuz sürülerinin ormanı, evleri, kaybedişlerinin ızdırabıyla inleyerek dolaştığını izledim, fecaatti. 

Hal böyle iken tatiline devam edenler de var. Bütün bir yıl çalışıp vergisini ödemiş, bir hafta tatilinde şansızlık ya bu olaylara denk gelmiş. Yangın söndürme yükümlülüğü de yok kimsenin ama tabi ölüye, acıya saygı da dikkat edilmesi gereken bir başka konu. 

"Eskiden mahalleden biri öldü mü bir hafta radyo açmaz, kırk gün yüksek sesle müzik bile dinlemezdi Rum komşularımız" diye anlatırdı babaannem. Doğru, o vakitler eskide kaldı. Yavaş, hayatın sevincinin de yasının da vakitlice yaşanılabildiği zamanlardı. Biz de evimizdeyiz. Tatilciler orada biz burada yemeğimizi yiyip twett atıp hayata devam ediyoruz. 

Ateşin ortasında değilsen ne kadar kahrolsan da her şey seyirlik bir malzeme. Hele de yurt dışında isen, hayatını kurtarmış, geleceğine güvenle bakıyorsan, ateşte evin yanmamış, çok yakının bir haksızlıkla hala acı çekmiyorsa buralarda, kimsen ölmediyse falan çok üzülsen de film seyretmek gibi, kapatınca keyifle yaşamına devam ediyorsun. Zaten bunlardan kurtulmak için gitmiş insanlardan, arkadaşımın arkadaşı gibi mesleğini dünyanın rüyasında yaşayarak yapan şanslılardan bizleri anlamasını beklemek safdillik. Arkadaşım da bu beyhude çabaya girmemiş. Belki de filmlerde gördüğümüz evrenler yüzünden bunların gerçek acılar olduğunu başımıza gelmeden idrak edemiyoruz.

Milas dedemin memleketi, Girit'ten göç eden ailesinin bir kısmı  oraya yerleşmiş. Koca bir şehir kül oldu. Manavgat yok, Fethiye yanıyor. Bodrum, Antalya, Adana, Mersin, Manisa, Isparta perişan. Yüzün üzerinde yangın günlerdir sürüyor. Aynı anda sekiz on yerde yangın çıkıyor. Sıcak, patlayan kozalaklar, rüzgarın yönü, hepsi yangınların boyutunu büyütüyor. Umarım dünya yardım eder de bu garip ülkede acılarından, her eve düşen ateşten kurtulan ağaçlar, insanlar, hayvanlar olur. Acılar son bulur.

Yazacak çok şey var ama benim halim yok. Son olarak Nur Bilen Yavuzer'in hesabında gördüğüm bir dua içime çok dokunduğundan bir yandan okurken düşünmemiz dileğiyle paylaşıyorum:

"Allah'ım sen yardım et!

Ne ettiysek affet!

Sen büyüksün, biz aciziz.

Gözümüzde yaş kalmadı, yardım et.

Topraktan, ağaçtan, kuştan ve kelebekten, kediden ve köpekten, denizden ve dereden, bebekten ve dededen, kainatın her zerresinden özür diliyorum. 

GÖREMEDİĞİM HER DERTLİDEN, KAPATAMADIĞIM HER YARADAN, DOKUNAMADIĞIM HER ACIDAN ÖZÜR DİLİYORUM. 

Bundan sonra DAHA İYİ OLMAYA NİYET EDİYORUM.

Yer gök dua ile ayakta duruyor biliyorum, ezanların yüzü suyu hürmetine, duamızı kabul et.

Gidecek yerimiz yok, geri çevirme kapından.

Sen Rahmansın, yardım et."          

Amin. Allah iki dünyada içine düşülen ateşleri söndürsün. Nicedir gülmeyi unutan bu ülke insanını mucizeleri ile sevindirsin.

Handan Kılıç
02/08/2021 
İzmir

ÇENGEL

 




Uyuya kaldığı kanepeden ani bir sıçrayışla kalktı. Kâbus mu gördüm, yoksa bu iç sıkıntısının yansımaları bu hal diye düşündü, karar veremedi. Bir süredir misafir kaldığı eve yabancılığını atmıştı. Elini yüzünü yıkayıp ferahlamak için banyoya girdi. Dolabı açtığında gördü onu. Biraz çekinerek de olsa eline aldı. İki ucundaki sivri çengelleri görür görmez irkildi. Tıpkı o günlerdeki gibi acımıştı canı. Sonra bir karışlık lastikten mi korkacağım diyerek eline aldı. Usulca dağınık saçlarını topladı. Lastik eskidiğinden mi, yoksa saçları yıllar yılı talimli olduğu için mi canı o kadar acımamıştı. Sonra çok sıkmadığını fark etti.


Aynaya baktı. Hala iyi sonuç veriyor, sıksa da güzel gösteriyor diye düşünüp gülümsedi. Sıkılmak istemiyorum dedi bedeni. Güzel olmak için bile olsa sıkılmak istemiyorum. Aynada sıkılan ruhunu izledi.
Artık bedenine sığmayan, neredeyse onu patlatacak kadar şişiren iç sıkıntısını bir ah çekip karşıki dağlara göndermek istedi. Neden onların taşıyamadığı bu yük üzerimde diye düşündü. Saçına sapladığı çengeli çıkarırken ruhumu kanatan diğer ucu bir dağcı edasıyla zihninin labirentlerine attı. İnsan olmak şereftir diye mırıldanan aklıyla dalga geçen kalbi, “Olmak ya da olmamak, işte bütün mesele bu” dedi.


Siyah lastiği çıkarıp aldığı yere bırakırken aynaya doğru yaklaştı, gözbebeklerine odaklandı. “Sıkma canını” diyecek o şefkat dolu silueti ararken “Sıkı can kolay çıkmaz” diyen annesi belirdi. Giderek ona benziyorum, tıpkı onun gibi sığmıyor artık içime attıklarım, bir büyük bedenini almalıyım kendimin, diyerek banyodan çıktı.


Işığı söndürürken içine sığamadığı ve üşüyen bedenini battaniyenin altına sürükledi. Şimdi, gözlerinden süzülen damlanın içine sığan ruhu ile bedenini terk edip görmek istediği rüyanın içine kendini bırakma vaktiydi. O esnada kalbindeki çengelleri fark etti. Çekip çıkarırken canı yandı, hisleri ortaya saçıldı.
Uykuya dalarken usulca saçlarını okşayan o eli hissetti: “Sıkma canını, her şey olacağına varır” dediğini duyunca başını yastıktan kaldırıp yüzüne baktı gülümserken gözlerini kapadı.


KUYU


Kuyuya düşmekle atılmak başta farklı gibi görünse de mücadele etmek zorunda olduğun şeyler aynıdır. Diplerden yukarıya tırmanmanın yolunu aşağıdaki su kaynağında boğulmadan bulman gerekir mesela.

Karanlıkta yanından geçen hatta seni ısıran hayvanlardan korkmaman, tutunacak bir dal bulman da şart. Bir destek gelene kadar sesini duyuracak kadar bilincin açık olacağı şekilde durmak da gerekir.

Yardım hiç gelmeyebilir, hatta kuyunun başına korkacağım başka hayvanlar gelip hayatını da tehdit edebilir.

Dibi karanlık bir bilinmezlik, yukarısı belirsizlikle doludur kuyunun.

Hak etmemişsindir oraya itilmeyi, düşmeği, düşürülmeyi, atılmayı, çıkartılmamayı.

Kimse hak etmez ama bunun da önemi yoktur. Hayat o kuyunun dışında başlar kimi zaman avare koşarken kimi zaman bir tehlikeden kaçarken kimi zaman meraktan o kuyuya girilmesi ile devam eder.

Gözleri karanlığa alışınca kuyunun ağzındaki o ışığın uzak olduğunu anlarsın. Her gün ölüme biraz daha yaklaştığını görürsün dolayısıyla günü gelip çıksan bile bir şeylerin aynı kalmadığını fark edersin. Her şey değişmiştir herkes gitmiştir senin de kuyudan önce hayallerim dediğin isteklerin seni terk etmiş, heveslerin dünyanın öbür ucuna gitmişçesine uzaklaşmıştır.

Hasılı kelam kuyuya düşsen de atılsan da kuyu seni çalar.


HANDAN KILIÇ

YAMUK


Deniz kenarında dolaşıyorlardı, kırmızı yeşil taşları topladı, en güzel şekilde olan, pürüzsüzleri aradı. Arkadaşı yamuk yılık delik bir sürü taş toplamıştı, şaşırdı. “İşini iyi yapsana, yamuk bunlar” diye çıkıştı. “Ben renklere baktım sadece. Işıl Işıllar, şekillerine bakmak hiç aklıma gelmedi” yanıtı gelince ağız burun büktü.

“Babam” dedi, “Babam yamuk şeyleri istemez. Annem de düzgün olmayan taşları götürürsem “Bunu mu buldun?” diye söylenir. Düzgün olmalı her şey” deyince arkadaşı boş boş bakıp sonra umursamadan taş toplamaya devam etti. O ise sanki dünyayı düzeltmeye gelmişti. Koca bir sahili yürüdüler. Yeni bir taş daha ekleyemedi. Elinde üç güzel taşı varken arkadaşı ona göre bir torba çerçöp toplamış “Ganimetlerim işte!” diye sevinçle annesine seslenmişti.

Annesi daha taşları bile görmeden “Aferin kızıma” dedi. O da kendi elindekileri gösterdi. “Seninkiler de güzelmiş, niye bu kadar az?” deyince annelerin hep bir niyesi var işte diye sevinirken “Sana ne, ben böyle istedim” demek geçti içinden ama “Bu kadarını buldum” diye eksiklendi. Öyle ki, konuşurken sesi bile çıkmamıştı.

 

Zaten soran teyze de çoktan kendi işine dönmüş arkadaşının getirdiği taşları bahçenin bir köşesine atmıştı. Çocuk da çoktan başka bir oyuna geçmişti. O ise hala elindeki üç düzgün taşa bakıyor “Neden bu kadar az topladım?” diye düşünüyordu.

Handan Kılıç

Günler ateşler gibi geçerken geriye hep kül kalıyor

Handan Kılıç May 29, 2025 Bir hafta aradan sonra selam, İhmal değil imkânsızlıktan atladığım hafta ve devamı son derece yoğun geçti. ...