LOVİNG VİNCENT 2017
SİNEMA GÜNLÜĞÜ 93.FİLM
-Spoiler içerir -
Loving Vincent, yönetmenliğini Dorota Kobiela ve Hugh Welchman'ın birlikte yaptığı 2017 çıkışlı Polonya ve Birleşik Krallık ortak yapımı biyografik animasyon film. Film, ressam Vincent van Gogh'un yaşamı ve özellikle de ölümüne zemin hazırlayan şartları konu edinmekte.
Modern sanatın kurucularından biri olarak kabul edilen Hollandalı ressam Vincent Van Gogh’un, resim disiplinindeki öneminin dahi önüne geçen enteresan kişiliğini ve hayatını kendi tabloları aracılığıyla sinema filminde izlemek, Van Gogh hayranları için enfes bir deneyim. Fırsatını bulup izleyin derim.
Sanat acıdan besleniyor. Dahilik ve delilik ince bir çizgi. Belki de ne sıklıkla çizgi aşılıyorsa gerçek sanat filizleniyor o yarıktan.
"Bizler sadece tablolarımızla konuşabiliriz" diyen sanatçı fırçayı ilk kez 28 yaşında eline almış ve 37 yaşında ölmüş. Bu sekiz yılda amatörden dahi bir sanatçıya dönüşmüş. Demek ki gizli kalmış yetenekler sonradan da ortaya çıkabiliyor. Hiç bir şey için geç kalınmış değil. Umut her zaman var. Tabi ki dahi olunmaz, doğulur ama en azından yeni bir şeyler denemek için zaman ölene kadar...
Ben sevdim doğrusu bu filmi. Hem de çok üzüldüm. Modern sanatın kurucusu kabul edilen ressam 8 yılda 800 tablo yapmış ama sefalet içinde yaşamış. Sevgisizlikten, yalnızlıktan çok acı çekmiş ve kendini tek dostu resme vermiş. Büyük sanatçının hayattayken satılan tablo sayısı ise 1:(
Onu anlatanlardan biri, her şeyi hissederdi, bu yüzden de imkansızı isterdi diyor. Onun için hayatın hiç bir detayı küçük, basit değildi. Açmış çiçekleri severdi. Her şeye değer verirdi diye ekliyor. Dünyadaki güzellikleri fark etmek için indirildiğimiz bu yerde vazifesini yapmış. Kalp gözü ile bakıp ayrıntıları okumuş, tuvale yansıtmış.
Sabah sekiz akşam beş kesintisiz resim yaparmış. Biz saati onun geliş gidişinden anlardık diyor kaldığı yeri işleten adamın kızı. Diğer zamanda da tek arkadaşına uzun mektuplar yazarmış. Düzenli cevap da gelmezmiş.
Ah be dedim, ne kadar yalnızmışsın Van Gogh, seni öyle iyi anlıyorum ki, ben de cevapsız bırakılmış öyle çok mektup yazdım ki burada, orada, şurada. Hele de son yıllarda:( "Sesime ses veren karlı dağlarmış" bile diyemedim. Belki de geceler, gündüzler, aylar mevsimlerce yazılıp blog adlı potkalın içine sıkıştırılmış bu kelimeler bir gün ihtiyacı olan biri tarafından bulunacak ve okundukça yüzüne bir tebessüm konduracak dedim yazdım durdum işte. O zaman bu bile bana mutluluk verecek, yalnız geçen bu zamanları unutturacakmış gibi geldi.
Yine onu tanıyan bir kayıkçı şöyle anlatıyor. Bu adam o kadar yalnızdı ki, kendi yemeğine göz diken hırsız kargalar bile onu neşelendirirdi. Canım ya:(
Kendi başına tarlalarda resim yaparken hakkında deli diye konuşulduğu için taşranın acımasız çocuklarınca taşlandığı sahnelerde kalbim sıkıştı doğrusu.
Hasılı kelam, 125 ressamın, 65 bine yakın kareyi, tek tek, özveri ve emekle, Van Gogh’un kendi tekniği kullanılarak yağlı boya tablolarının canlandırılmasıyla ortaya çıkardığı bu filmi izlemeli.
SARIL ONA, BİRAZ ANLASANA
“Peter Wohlleben’in ağaçlarla ilgili bilmediğimiz gerçekleri akıcı bir dille anlattığı Ağaçların Gizli Yaşamı, insanın doğaya çektirdiği ıstırabın sonuçlarını çarpıcı bir biçimde gördüğümüz şu günlerde okunması ve üzerinde konuşulması gereken kitaplardan biri. “ demiş Deniz Yüce Başarır ağaçları ve onların gizli dünyasını anlatan kitabı tanıtırken
ROMAN J. İSRAEL; ESQ 2018
SİNEMA GÜNLÜĞÜ 92.FİLM
-Spoiler içerir -
Bugün biyografik bir filmden bahsetmek istiyorum. Son zamanlarda seyrettiğim filmler arasında beni çok etkileyen bir yapım. Başrolde Denzel Washington var. Zaten Oscar'a sekiz kez adaylık iki kez de ödül alarak başarısını tescillemiş bir oyuncu. Senaryo da sağlam olunca muhteşem oyunculuk yeteneği ile sizi büyüleyen oyuncunun filmi unutulmazlar arasında yerini almış.
Ancak geçen yıl Oscar'da en iyi erkek oyuncu dalında tekrar aday gösterilse de bu sefer ödül alamamış. Bunun sebebini film önü ve film arkası programını hazırlayan Alin Taşçıyan ve Mehmet Açar şöyle yorumluyor: Amerikan Sisteminde özellikle tüm polisiyelerde devlet ve ceza sistemine güvenilmesi telkin edilir. Bu filmin desteklenmeme sebebi derin bir sistem tartışması yapması, insanları düşündürmesi bir nevi zülfüyâre dokunmasıdır.
Gerçekten de filmde idealize edilmiş bir avukat var. Tüm paragöz, hırslı, sadece kazanmaya odaklı, muhatap olduğunun insan olduğunu unutanlara inat, sistemin çarklarından biri olmayı reddeden asosyal bir dahi. Filmde çok vurgulanmasa da dünya tarihinde önemli çalışmaları sonuçlandıran bir çok bilim adamında görülen asperger sendromuna sahip.
Çok zeki ama her doğruyu en acımasız şekliyle her yerde söyleyen, otorite tanımaz, sistem yalakası olmayı asla başaramayan, insanlarla ilişkilerindeki sıkıntısını fark edip onu seven, kollayan, lider ruhlu insanlara çok iyi bir ikinci adam olan Roman, 35 yıldır çalıştığı, aynı zamanda saygın bir hukuk hocası da olan patronu avukatın bitkisel hayata girmesi ile ortada kalır ve gerçek hayatla yüzleşir.
Çünkü, en basit zevklerden dahi feragat ederek yıllarca çalışmasına rağmen hiçbir birikimi yoktur. Mecburen iş başvurusu yaptığı yerlerde kendisi gibi birini aramadıklarını görünce yıkılır. Her yerde kolaycılık, menfaat, uyanıklık geçer akçedir ve Roman için bunlar aşağılanacak şeylerdir. Ama o, kendisini Hukukun akademik ve içtihatlarla derinleşen dünyasına kapatıp hayatını vakfederken günlük hayat hızla değişmiş, idealler, onun önemsediği değerler demode hale gelmiştir. Bunları anladığında sudan çıkmış balık misali çaresizce çırpınır ve biz filmde bu sancılı süreci izleriz.
Hepimiz bir sebeple böyle dönemler yaşamış ve Kadir İnanır'ın bir filminde dediği gibi "Hepsinin canı cehenneme. İnsanlık için çalıştık, sokakta kaldık. Bundan sonra başka bir adam olacağım. Babamı mezara itenlerden daha gaddar, daha insafsız. Onun için, atom fiziğine de, profesörlüğe de lanet olsun" demişizdir. Yanımızdakiler "Sen alim adamsın abi, başka ne iş bilirsin ki" dediğinde Kadir İnanır'ın sesinden "Ama öğreneceğim, kumarbazlığı, itliği, hergeleliği. Bu güne kadar aptaldım, bundan sonra akıllanacağım" diyemesek de o sahne gözümüzde canlanmıştır.
Ya da bu günlerde popüler olan Babil dizisindeki İrfan'ın yaşadığı hale benzer durumlar yaşayıp ne yapacağımızı bilmez halde geçmiş yaşamlarımıza bakmış, etrafımızı boşaltan dostlar, işsizlik, parasızlık, ailevi sorunlarla daralmış tıpkı filmdeki kahramanımız Roman gibi yanlış yolların kavşağına gelmişizdir.
İşte ödeyeceği kiranın zamanı gelince daha önce çalışmak istemediği bir patronun kapısını çalan Roman orada işe başlamak zorunda kalır. Bir zaman sonra bu lüksle çevrili dünyada ayakta kalabilmek için onlara benzemeye karar verir. Ve genel ilkeleriyle çelişen bir yoldan tek seferlik de olsa büyük bir para kazanır. Vicdanını rahatsız eden bu hata onu derin bir sorgulamanın içine çeker.
Önce “Saflık bu dünyada varlığını koruyamaz” diyerek kendini rahatlatmaya çalışır.
Diğer hayatın tadını aldıkça “Dürüst olmak çok zor, sadece ilkelerine karşı değil kendine karşı da, başka bir hayat istediğini itiraf edip o yönde harekete geçmek gerekliymiş” der.
Ama bir gün onu idealist yaklaşımlarıyla tanımış bir kadınla yemeğe çıkar. Asosyal olduğu gibi işten başka hayatı olmayan Roman'ın ailesi de yoktur. Kadınlarla da arası iyi değildir ama bu teklif onunla ilgilenen kadından gelince artık yaşam tarzını da değiştirdiğini düşünüp kabul eder. Onu lüks bir restorana götürür. Fahiş fiyatlardaki yemeklerden söyler. Yemek boyunca kadın ona ne kadar hayran olduğunu anlatır. O ise portakallı ördeği hiç böyle hayal etmemiştim, porsiyonlar da çok küçükmüş diyerek konuyu değiştirmeye çalışır. Yaptığı hatayı sadece kendisi bilmektedir ama hakkındaki güzel düşünceleri dinledikçe bu durumdan rahatsız olur ve içinde derin bir hesaplaşma yaşar. Hoşlandığı kadın "İlerlemeye devam et burnunun dikine, ileriye" deyip onu yüreklendirdiğinde çoktan eski ilkeli insana dönmüş, hatasını telafinin yollarını aramaya başlamıştır.
Roman, hiç bir zaman o hayata ait olamaz ve kendini bırakamaz."Çelişen fikirlerle yaşama becerisi epey emek gerektirirmiş" diye düşünür ve buna alışık olmadığından zoruna gider.
Zaten öyle değil midir, insan her zaman dürüst davranır ama gün gelir hayatı boyu ilkeli davrandığı konularda tek bir hata yapar. Böylece kafa konforunu kaybeder sürekli bir vicdan azabı ve korku ile yaşar. Her şeyden aldığı zevki kaybeder. Kendini, kötü, kirlenmiş hisseder. Bu hal kendisine olan saygısını azaltır. Oysa her gün onun yaptığının kat be kat fazlasını hayat tarzı haline getirmişler vardır ama bundan rahatsız olmazlar. Hasılıkelam inandığı şekilde yaşamamak yüktür insana. İşte kahramanımız da bu yükün altında ezilir ve tekrar eski haline dönmeye karar verir
“Aklı da suçlu değilse bir tek eylem insanı suçlu yapmaz” diyerek kendi cezasını kendi keser. Bu da sonun başlangıcı olur.
Filmin detaylarına daha fazla girmeyelim ki, seyretme zevki kaçmasın.
Bu filmden hareketle şunları söylemek mümkün:
Her ne kadar ilkeli davranmaya çalışsak da hayat yolunun sarpa sardığı bazı zamanlarda yanlışlar yapabiliriz. Ama önemli olanın, bunu fark etmek ve geri dönmek olduğunu, hepimizin zaaflardan ve hatalardan oluştuğunu hatırlamak bir çıkış olabilir.
Sezen Aksu’nun dediği gibi "Masum değiliz hiçbirimiz" bir çağ yangınının içinde bazen bile isteye, bazen savrularak, kimi zaman da farkında olmadan hem yanmış hem yakmışızdır.
"Birbirimizi bağışlayalım, doğanın ilk kanunu budur" diyen kahramanımız da, bugün bir filmle taçlandırılmış hayatı yaşamış, kendi iç hesaplaşmasını yapmış, kendi normaline, vicdanın sesine dönmüştür, ağır bir bedel ödese de.
Kahramanımızın diğer insanlardan ayıran elbette dahi olması. Bunun yanında zekasını insanlığa kalıcı bir miras bırakacak çalışmalarda kullanması, kısa yoldan zengin olmanın peşine düşmemesi. Bunu yaparken kendini unutması, nefsine fazla yüklenmesi. Sosyal yanı zayıf bu adamın elinden tutacak kimsenin olmaması da hataya daha kolay kaymasına sebep oluyor. Yapayalnız kaldığınızda hata ya da sorumsuz seçimler yapmak daha kolaydır. Ama aile fertleriniz, dünyaya gelmelerine vesile olduğunuz çocuklarınız varsa daha temkinli hareket etmeniz gerekir. Yani aslında kimi zaman prangalarımız olarak gördüğümüz sorumluluklar bizi hayata bağlayan, kökleşmemizi de sağlayan unsurlardır. Zaman zaman çalışmaya ara verip yaşamayı da ihmal etmemeliyiz ki, büyük patlamalar yaşamayalım. Bu husus da filmden çıkarılması gereken önemli derslerden biri.
Amerika gibi hukukçuların çok yüksek ücretler kazandığı, bir dava açabilmek için insanların evlerini ipotek ettirdiği, hukuk sisteminin paralı olduğu, savcıların insanları avukatları aracılığıyla uzlaşmaya davet ederken yüksek cezalar isteyerek belki de aklanacakları davalarda yargı yoluna gitmeden dosyayı kapatmaya zorladığı, bu durumun istisna iken kural haline geldiği sistemde, kahramanımızın ilkeli kalması çok büyük bir başarı. Merkezine insanı almayan sisteme karşı duran Roman, "Yargı sistemi neden kurulu, bir yargılama olsun diye ama davaların çoğu (%80 gibi bir rakamdı sanırım) açılmadan insanlar savcıyla uzlaşmaya zorlanarak bitiriliyor" diyerek sistemin işlettirilmesi yönünde çalışmalar yapıyor. Onunla ilgilenen zenci kadın meslektaşı, onu anlamayan gençlere bu gün burada toplanabiliyorsak bile onun sayesinde diyerek hak ve hukuk konusunda otuz beş yıldır çaba gösteren bu adama derin bir saygı ve sevgi duyuyor. Böyle lokomotif insanlardan biri Roman J. İsrael.
Filmi başta tüm meslektaşlarıma, hukuk öğrencilerine, hak ve adalet kavramına ihtiyaç vardır diyen herkese ısrarla tavsiye ediyorum. Ülkemizde ticari gösterimi olmayan (ki bu da çok manidar, ideale yaklaşma çabasındaki hukuka dair bir sistem eleştirisinin genel seyircinin ilgisini çekmeyeceğinin düşünüldüğü bir ülkede hukukçu olmak, hukukçu kalmak ne çok zorluğu barındırıyor içinde) bu film ilk kez #trt2 de yayınlandı ancak Türkçe dublaj ve alt yazıcı seçenekleriyle açık kaynaklarda da bulmak mümkün.
Bu dünyadan öyle ya da böyle geçeceğiz ve gideceğiz. Yaşarken yiyeceğimiz miktar da belli. Açgözlülük etmemek, bizden sonra gelecek nesillere de yaşanabilir bir dünya bırakabilmek için öncelikle "Herkes yapıyor ne var bunda" demeden geride hayırla yâd edilecek bir yolculuk hikayesi bırakalım.
Kolay mı, elbette değil. Belki kahramanımız kadar kendimize yüklenmek de doğru değil o zaten bunu dahi olmasının sonucu olarak istem dışı yapıyordu.
Bir de unutmamamız gereken bir husus var: Her varlığın hareket etmesi için boşluğa gerek olduğu, tam olanın, boşlukları doldurulmuş, parçaları tamamlanmış olanın dengeye ulaştığı için hareket etmediği bilimsel bir veridir. Yani denge ölüm demektir. İnsan kelimesinin de kökenine inersek, yanılan, unutan olduğunu görürüz. Dolayısıyla yaşıyorsak yanılmamız, unutmamız her zaman olası. Büyüklerin "İş dediğin mezarda biter, zaten orada uzun uzun yatacağız" dediği hareketsizlik hali bizi ele geçirmeden önce dönüp bakalım kendimize, çevremize, yaşadığımız bu bela, musibet dolu günlere. Çekilen acılara derman olamayız belki, ama kendi acımıza da şifa olacak iyilikler yapmak belki de hatalarımızı silme fırsatıdır.
Ve artık sloganım haline gelen "Hayat yazıyor, biz oynuyoruz" a ek "Yaşıyorsan bitmemiştir" diyerek söze son verelim...
Filmden önce ya da sonra düşünmek için kendimize de bir boşluk hediye edelim derim... Sadece bize ait, kulağımızdaki o kulaklığın, uygulamaların esiri olmadan geçecek bir zaman...
HANDAN KILIÇ
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Sen geçerken sahilden sessizce ben Ortaköy'de oturmuş sadece izliyordum
“Sen geçerken sahilden sessizce gemiler kalkar yüreğimden gizlice” Zihnimde dönüp duran bu şarkı eşliğinde izledim boğazı. Kulaklıklarım o...
-
312. Film/Dizi Kuvvetli Bir Alkış dizisiyle Berkun Oya yine Netflix'te. Biz 2020 yılından beri "Bir Başkadır" dizisinin d...
-
" Bazen ama bir insanla bir şey olur" der şair. Ne sır dolu bir mısradır. "BİR ŞEY" Her şey olabilir bu ya da hiç b...
-
Ülkü Tamer şiirinde “ Çok canım sıkılıyor, kuş vuralım istersen ” diyor ya, düşündüm de ben hiç kuş vurmadım, yuvasını bile bozmaya korkarım...