SİNEMA GÜNLÜĞÜ 77. FİLM
Dünyaya geldiğimizde bizi
bekleyen hazır hikayelerin içine doğuyor, ailemizde gördüğümüzü, yaşadığımızı
normal kabul edip benimsiyoruz. Ama sonra, insanın ikinci doğuşu dedikleri
kendinden kendini doğurmak olarak da adlandırılan bir yolculuğa çıkmamız
gerekiyor. Bu yolda, ailenin, çevrenin yüklediği öğretilerden sıyrılarak hakikat
denen o özü bulmak hedefleniyor. Bunun için herkes başka bir araç kullanıyor.
Dünyayı görmek, okumak, yazmak, müziğin büyülü sesine kendini bırakmak, dağlara
tırmanmak, denizlere dalmak, sevip yücelttiği ünlü düşünürlerin ayak izlerini takip
etmek, insan denen meçhulün peşine düşmek, sıradan hayatların içindeki sıra
dışılığı fark etmek gibi bir çok yöntemi bazen tek bazen beraber deneyimlemek
gerekiyor. Her yeri dolaşıp, çok insanla oyalandıktan sonra eğer hala arama
isteği diri ise insana bir kapı daha açılıyor. Oradan da geçince dünyada var
olan her şeyin kendimizde de olduğunun keşfi heyecan uyandırıp bu uzun yolculuğa
devam etme motivasyonu sağlıyor.
Tabi kendi içinde derinleşmek o
kadar kolay değil. İnsanın kendini pür-i pak görürken, çevresinde, ailesinde
kızdığı, sevmediği bir çok özelliğin kendinde de olduğunu, meleklerden saf ve
temiz olma potansiyeli ile bir anda katil, cani olabilme, akıl sahibi olmayan
diğer varlıkların çok altına inebilme özelliklerini beraber barındırdığını hissetmesi sarsıcı bir farkındalık. İşte insanın karanlık ve aydınlık yönlerini fark edip kendini
yeniden insan olarak dünyaya getirmesi diye nitelendirilen bu süreci az çok
herkes yaşıyor. Farklı noktalara yoğunlaşıp yolda kalanlar da olduğundan tamamlanması
zorlu bu yolculuk hayatın ta kendisi oluyor.
Bu gelişim dönemi araştırmayı
teşvik eden, çocukları kendi haline bırakan, illaki bir kalıpta olması
gerektiğini düşünmeyen toplumlarda daha erken yaşlarda gerçekleşirken bizimki
gibi en ileri görüşlüsünün bile bağnazlıkla kendi düşünce elbisesini giydirerek
çocuklarını tek tipleştirdiği toplumlarda otuzlu yaşların ortalarına kadar uzuyor.
Meşhur bir söylem vardır.
İnsanın tüm dünyayı değiştireceğine inandığı için ailesinden bağımsızlaştığı,
büyüklerini başarısız gördüğü, benim bambaşka bir hayatım olacak dediği ilk
gençlik zamanlarındaki uçarılıklar, fakültenin bitip çalışma hayatının içine
girildiğinde kaybolur. Oyunu kuralına göre oynamak denen yola girilince de, o düzenin
çarkı haline gelen insan bir de aile kurup çoluk çocuğa karışınca
değiştirebileceği tek şeyin kendisi olduğunu anlar. İlerleyen yıllarda hayatın
onu ne kadar değiştirdiğini fark edince ise kendine acır hale gelir. İş, eş,
çocuklar, toplum kuralları derken her gün prangaları artan insan dünyayı
değiştirmek istediği günlerden çok uzaklaştığı, "Memleket mi, yıldızlar mı, gençliğim mi daha uzak" diye mırıldandığı yıllarda, hiçbir şeyi
değiştiremeyeceğini anlamanın umutsuzluğuna düşer. Sonra da kendini arama sürecinde yeni bir aşamaya geçilir; bu noktada en çok benzediği
insanları merak eder. Geriye dönüp aile büyüklerinin hikayelerine bakmaya,
sıkıştıkları yerlerden nasıl çıktıklarını araştırmaya başlar. Ama çoğu zaman
merak ettiği hikayelerin sahipleri hayatını kaybettiğinden kulaktan
dolma bilgilerle idare etmek zorunda kalır.
Ancak ailede genç ölümler,
dermansız hastalıklar, mecburi göçler, bitmek bilmeyen sürgünler gibi travmatik
hikayeler varsa geride kalan bireylerin “Hayat devam ediyor” gerçeğine daha
rahat tutunması için bu konuların üstü örtülür. Acıların kabuk bağlaması
istenir. Evladını kaybetmiş bir anne varsa yanında konuşulanlara dikkat edilir.
Böyle bir olay yaşanmamış gibi davranılarak onun da normal hayata dönmesine destek
olunur. Kalbi nice gizli arzu ve anılarla dolu, yaşadıklarını ayrıntıları ile hatırlayan
kadın hafızası canından can olan evladını elbette unutmaz ama sağlıklı bir süreç geçirirse, bir zaman sonra o
da acısını içine gömmeye çalışır. Aksi halde elinde kalan sevdiklerini de
üzecektir. İşte böyle böyle geçmişe perde çekilir. Eskiyi hatırlatan eşyalar
elden çıkarılır. Yavaş yavaş yeni ve gündelik olanlar hayatları işgal eder. O
zaman da aileye sonradan katılan bireyler geçmişten habersiz büyür.
Sonra bir değirmen
olan dünya önce o genç bireyleri her şeyi değiştirebileceklerine inandırır ama
ardından hayalleri ile beraber gece ve gündüz taşının arasında öğütür. Un ufak
halde yaş alan birey “Böyle gelmiş böyle gider bu düzen” diyecek kıvama gelince
onu kendi haline bırakır. Bu kadar çeldirici arasından sıyrılıp sancılı süreçlerden sonra kendi olmayı başarabilen, içindeki insanla yüzleşebilen, korkmadan geçmişi ile
bağ kurup geleceğe yürüyecek kararlılığı kendinde bulan insan sayısı oldukça
azdır. Bu nedenle topluma ve onun en küçük yapı taşı dediğimiz aileye
baktığımızda yetmiş yaşına gelmiş ama beş yaş alınganlığında dedeler, hiç sevgi
görmedim deyip olur olmaz akımlara kapılarak yaşının olgunluğundan çok uzakta
ananeler, bir türlü “Olamamış” babaanneler görürüz. İyi evlat olayım derken kendi ailesini
koruyamamış, böylelikle hayatta olsa da oğlu/kızı ile irtibatı kopmuş babalar,
aşırı korumacılığı ile evladını boğan, ona seçim hakkı vermeyen, her fırsatta emzirdiği
sütü öne sürüp burnundan getiren, zamanla telefonlarına bile dönülmediğinden herkese
ilenen, yalnız anneler de çoktur. Aslında olan her zaman evlatlara oluyor ama
işte herkes birinin evladı, diğerinin ebeveyni olduğu için bu kırılmaz zincir
ile sarmal daha da güçleniyor.
Dolayısıyla kişiler kimi zaman
öyle bunalıyor ki biran önce kendini bağlayan her şeyden kurtulmak istiyor. İnsanın, kendi duygu ve düşünceleri olduğunun kabulü ile saygı görmediği, yani
fertlerinin birey olmasına izin verilmeyen toplumlarda ya sürekli dikte
edilmesinden ya da hiç anlatılmamasından dolayı aile büyükleri ile anlamlı
bağlar kurulamadığından onlardan günümüze ulaşan miraslara sahip çıkılamıyor.
İşte yakın zamanda bir festival
filmi olarak hazırlanmış sadeliği ve gerçekliği ile çok etkileyici bir belgesel
izledim. Böylesi emek verilmiş, peşine düşülmüş bir hikayeyi de burada yazmalıyım
dedim. Tıpkı “Beni anlat” dercesine tesadüflerle önüne çıkan izleri takip
ederek Kazım’ın hikayesine hayat veren akademisyen yönetmen gibi.
Yaşar Üniversitesi’nde Sinema
bölümünde işin teorisi üzerine yoğunlaşmış Dr. Dilek Kaya’nın ilk filmi olan
Kazım, kendisinin ifadesiyle ya tamamen tesadüfen ya da hiçbir şeyin tesadüf
olmadığı bir dünyada kaderin bir cilvesi olarak karşısına çıkıyor. Filmin
başlama noktası hayli ilginç. Zaten hikayeler, olmadık zamanda beklenmedik
şekilde karşımıza çıkar ve kendini yazdırır ya, böylesi bir akışa teslim
olduğunuzda kurgudan daha başarılı öyküler ortaya çıkar. İşte Kazım da böyle rastlantılar
sonucu doğmuş bir proje olarak yönetmenin kalbine değiyor, onun dilinden
samimiyetle dökülüp kimseyi ajite etmeden izleyicinin gönlüne akıyor. Sonuçta
her insanın hayatı biriciktir ve anlatılmayı hak eder. İşte Kazım adlı başarılı
yapım her işte akışa teslim olmanın önemini bir kez daha hatırlatıyor.
Biraz filmin konusundan bahsetmek
gerekirse, Dilek Kaya Hoca rastgele dolaştığı İzmir’in Halkapınar semtinde
kurulan bit pazarında tezgahın birinden satın aldığı mektuplar ve günlüklerden
hareketle bir öykünün içine düşüyor. Daha önce de böyle materyaller satın aldığı,
eski fotoğraflardan koleksiyonlar yaptığı, sık sık bit pazarlarında dolaştığı
halde merakını bu kadar celbeden biri olmuyor. Yaşamının izlerini sürünce
detaylarını öğrendiği bu kısacık hayatı unutulmaz kılmaya karar vererek çıktığı
yolculuğu bize de izlettirdiği, bizim de içimize yeni patikalar döşediği bu
filmi yapıyor.
Bu arada şunu da belirtmek isterim.
Bit pazarları bana hep hüzünlü gelmiştir. Çocukken babam Pazar günleri hep
gider dolaşırdı. Orada ne aradığını hala bilmiyorum ama kafa dağıttığı
yerlerden biriydi bit pazarı. Şimdi düşününce, babam da, hayatta vazgeçilmez
dediğimiz bir çok eşyanın, kıymetli hazineler gibi koruduğumuz kişisel
tarihimizin belgelerinin belki bir, belki iki nesil sonra yokluğa mahkum
edilişini görerek, dünyaya çok bağlanmamak, dertlerin, karşısında susup kaldığı
tek gerçeğimiz olan ölümü hatırlamak, her şeyin zıddıyla var olduğu bu dünyada
yaşadığı güne şükrederek umudu diri tutmak istiyordu. Onca eskiliğin içinden
tazelenerek eve döndüğünü düşünürsek bu açıklama bana gayet mantıklı geliyor.
Birkaç kez beni de götürmüştü. Ancak ben sahaftan alınan kitapların sayfaları
arasında dolaşırken bile hüzünlenen yapım gereği her şeyine hayran olduğum
babamın bu zevkinin ortağı ve yaşatanı olamadım. Emekli olunca o da gitmeyi bıraktı
zaten. Gençlikte birilerinden kalan eşyalar arasında dolaşmak ile yaş
ilerleyince onca hatıranın yok olduğu yerleri adımlamak aynı duyguyu vermiyor
olmalı.
Yönetmen de, sık sık dolaştığı bu yerlerde ne aradığını anlatırken, geçmişin,
şu andan daha çok ilgisini çekmesine, belki de yaşayamadıklarına duyduğu özleme getirmiş konuyu. Bence de, yaşam yolculuğumuzda başka hayatların şahidi olmak, ruhumuzu ait hissettiğimiz zamanlarda dolaşmak ama bunu objektif kriterlerle, doğru
vasıtalarla yapmak önemlidir. Çünkü herkesin başka bir zorluğun taşıyıcısı
olduğunu görmek gündelik sorunlarla mücadelemizi kolaylaştırır. Şimdilerde
sosyal medyada sürekli olarak her yönüyle hayatlarının iyi olduğunu pozlayan
insanlar kendilerini bu yalana inandırarak tatmin etmek peşinde iken hayatın
düz bir çizgi şeklinde gitmeyeceğini bilmeyen gençleri, bunu unutan yetişkinleri
sabote ederek intihara kadar sürükleyen depresyonlara sokuyorlar ki, geldiğimiz nokta
son derece acıdır. Oysa başka hayatlara yapılan yolculuklar, bir kitabın
sayfaları arasında ya da bir filmin kareleri olarak düşünce önümüze, kendi
hayatımızı daha kolay anlamlandırma şansı tanır. Görselliğin en önemli
yönlendirici olduğu günümüzde sinema bu vasfı ile çok önemli bir sanattır.
Bu parantezden sonra tekrar
konuya dönecek olursak; şu acı durumu da işaret etmek istiyorum: Ben bit pazarı
ya da sahaf gibi yerlerde dolaşırken, sevdiği kitaplarda, kendini bulduğu
yerlerin altını çizen insanların, en değerli varlıklarını kimselere emanet
edemezken mahremlerini ortaya dökecek evlatlar, torunlar yetiştirdiklerini
bilseler kahrolacaklarını düşünerek ürperirim hep. Aile büyüklerini kaybeden
nice insanın, kendine antika eşyalarla dolu bir ev, albümler, mektuplar
kaldığında onlardan bir çırpıda vazgeçmelerini algılayamam. Ama biliyorum ki, insanın
bir şeye sahip çıkması için anlam yüklemesi gerekir. Anlamak için dinlemek,
öğrenmek, bilmek belki de en önemlisi yüreğe temas edecek bir bağ kurmak
şarttır. Zamanında kurulmamış bu irtibat birinin kalbi kadar değerli bulduğu
şeyleri ötekinin sokağa saçmasına sebep olur.
Belki de hayatın gerçeği budur: Gidenler
ve gelenlerle sürekli değişen sahnenin dekorları da değişmelidir. Ama biz olaya
iyi yönden bakalım: Burada da muhtemelen adını taşıdığı ama hikayesini hiç
merak etmediği amcasının mektuplarını, hatıratlarını bit pazarına gönderen yeğen, farkında olmadan böyle bir filmin çekilmesine sebep oldu. Demek ki kötü
dediğimiz olaylardan bile iyi neticeler çıkabilir.
Spoiler içerir.
İşte bu belgeselde hayatı anlatılan
genç Kazım, memleketim olan Bornova’nın en iyi okullarından Anadolu Lisesi’ni
bitirdikten sonra Ankara Fen Lisesi’ni kazanıyor. Dört yıl burada yatılı okuyor.
Ardından Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesine başlıyor. Daha on dokuz yaşında
iken, 1974 yılında, Kıbrıs Barış Harekatının olduğu günlerde, ODTÜ’lü arkadaşlarının
mensup olduğu Dağcılık Kulübü ile birlikte tehlikeli bir tırmanışa katılıyor.
Engin müzik bilgisi, hareketli, hayat dolu ruhu, iri vücut yapısı ile aslında uygun
olmadığı bir sporun peşinden giderken aradığı neydi, kendini bulma yolculuğunun
henüz başında iken kim bilir ne hayallerle tırmandı o kayalıklara hiçbir zaman bilemeyeceğiz
ama Kazım’ın yerinde durmayı değil yolda olmayı tercih ettiğinin şahidi
oluyoruz izlediklerimizle.
Nice insanın hayallerinin yanından bile geçemeden toprak olduğu bu
dünyada Kazım, zirveye yakın bir noktada emniyetli kısma ulaştıktan sonra, her
nasıl olduğu çözülemeyen bir şekilde kayalıklardan düşerek ölüyor. Türkiye’de
tırmanış esnasında ölen üçüncü kişi olarak acılar tarihine yazılıyor. O dağ
köyünde hala hatırlanıyor bu acı olay. Annesinin, babasının, ağabeyinin yaşamı
bir daha hiçbir zaman eskisi gibi olmuyor. Aile bireylerinin bu travmanın
gölgesinde geçen hayatları belki de tek varis yeğenini, adını taşıdığını bilse
de amcasının hikayesini merak eden biri yapmıyor. Belki de bunun sebebi takıntılı
ve kaygılı bir babaannenin herkesin hayatına fazlaca müdahale eden tavrıydı. Aşırı
uyaran geldiğinde de insan kendini kapatır ya, belki de yeğen, bir gölge gibi
babaannesinin ruhunda yaşayan amcasının hayaletinden kurtulmak, anne ve babasını ayıran bu babaanneden uzaklaşmak için köklerinden
kopup başka bir şehirde yeni bir hayat kuruyor.
Kazım, çok sevilen bir insan ama yatılı
okul yakınlığı ile birbirine bağlı lise arkadaşları da, tırmanıştaki dağcılar
da, annesi hariç ailenin kalan bireyleri de bu elim olayı unutmayı seçiyor.
Yönetmen eline geçen mektuplardan yola çıkıp bir yap-bozun dağılmış parçalarını
toplayarak bu kısa hayatı, ailesinin, evinin çevresindeki insanların, lise
arkadaşlarının, öldüğü bölgenin köylülerinin dilinden yeniden anlatıyor.
Eskiler böyle durumlarda ölümüne
gitti derler. Herkesin bir alın yazısı var ve o sayılı soluktan ne bir nefes eksik ne de fazla yaşar insan diye
eklerler. İşte bu iyi yetişmiş, yaşasa belki çok parlak bir kariyeri olacak
genç de kendi üniversitesi bünyesinde olmayan bir kulübün etkinliğine, botunu, montunu,
sırt çantasını, ipini farklı farklı insanlardan alarak heyecanla gidiyor. Adeta
ölümüne koşuyor. Ama geride büyük bir acı bıraksa da kısa
yaşamında geçtiği yerlerde hayatlara dokunmayı başarıyor. Öyle ki, tırmanışa
başladıkları köyde karşılarına çıkan çocuğa verdiği krakerin anısı, şimdilerde
yaşlanmış bir kadın olsa da o vakit küçük bir kız olan köylünün ışıldayan mavi
gözlerinde hala yaşıyor.
İrademiz
dışı geldiğimiz bu hayattan yine bilmediğimiz bir zamanda isteğimiz dışında
gidiyoruz. Yani bu dünyadan geçiyoruz. Kiminin bu geçişi uzun sürüyor ama
ardında iz bırakmadan giderken bazısı faydalı eserler, kazanılmış gönüller
bırakıyor kısa zamanda. O nedenle kimsenin kaderine karışmak, adil değil demek
haddimize değil. Hatta kendi hayatımızı bile nedenlerle yargılamak ve ruhumuzu
dar boğaza sokmak yerine olana razı olduğumuzda yaşadığımız ilginç deneyimler
bizi bir üst versiyonumuza taşıyor. Ama bunun için sakin kalmayı başarmak,
zamanında kendinden kendini doğurarak gerçek manada birey olmak gerekiyor. İşte
o zaman her acı, her musibet bize tekamül etme imkanı sunuyor. Ama nedenlerle
boğuşmak, hak etmedim ben bunu diye çırpınmak kafamızı taştan taşa vurmaktan
farksız. Sonu da herkes için kötü bir çıkmaz…
İşte bu belgesel film beni bunca
düşüncenin içine bıraktı. Epey gözyaşı döktürdü. Çekildiği zamanın anlayışına,
toplumsal normlara, insanın acımasızlığına, hayatın canlılığına, o günlerde eğitimin
kalitesine, ama zihniyet olarak böyle gelmiş böyle giden bir ülkeye dair çok
şey anlattı. Bu yüzden filmi izlemenizi şiddetle tavsiye ediyorum. Yönetmenin emeğine
sağlık. Nice başarılı çalışmalarda yine gönüllere temas etmesini diliyorum.
Uçan Süpürge Derneği’nin
Mülkiyeliler Birliği’nde gerçekleştirdiği film gösteriminin ardından yönetmen
ile söyleşi de yapıldı. Sık sık alkışlarla sözü kesilen yönetmen ilk işinde son
derece başarılı idi. İzleyicilerden biri söz alıp tüm salonu etkileyen bir
cümle kurdu. Onu da buraya not etmek istiyorum: Kızında bir yara izi olduğunu
ve bunun üzerine dövme yaptırmak istediğini söyleyen kadın, yönetmene, siz de
sevdiklerinin üzerini örtmeye çalıştığı bu yaranın üzerine bu filmle bir dövme
yapmışsınız, dedi. Bunları söylerken sesi çatallaştı ve gözyaşlarına boğuldu.
Doğruydu, geçici ve kısa bir hayat, meraklısı için bir çok ülkede festivallerde
gösterilecek ve yüreklerde kalıcı iz bırakacak şekilde resmedilmişti.
Yönetmen
de, belli ki, bit pazarında başlayan ve kayalıklara tırmanması ile süren bu
yolculuktan sonra evine döndüğünde artık aynı kişi değildi. Yaşamadığı zamanlardan, hiç tanımadığı bir arkadaş edinmişti. Kazım ise, sıkıştığı
el yazısı mektuplardan çıkıp izleyicisinin de yönetmeninin de hayatına sade ama
etkileyici bir dövme gibi girmişti…
Handan Kılıç