Firuze

 


“Kaçta geleceksin?”

“İşim bitince”

“Neymiş işin acaba?”

“Of anne, sal beni arkadaşlarım bekliyor görüşürüz, sen ye yemeğini.”

Bak edepsize, iyice yoldan çıktı bu çocuk, yüzüme kapattı telefonu.

Neyse on dakika geçsin bu sefer mesaj atarım.

Geçmiş, başla Firuze.

“Kaşkol var mıydı yanında, eldiven falan? Bak üşütme oğlum herkes kırılıyor mikroptan! Dikkat et olur mu, maske tak hatta, bitse de geçmez o virüs, kolonya kullan sık sık.”

Evet, çift tık tamam. Peki niye görmezden geliyor bu çocuk. Serhat’ın işleri hep bunlar. Erkek çocuklarına karışılmaz, rahat bırak çocuğu, ne istiyorsa yapsın diye diye böyle zıvanadan çıkardı oğlanı. Anası onu sıkmamış. İyi halt etmiş. Ceremesini biz çekiyoruz şimdi. Hey gidi Fırat, sen cevaplama, anneler yılmaz savaşçılardır unutma.

“Fırat, oğlum, arkadaşların kimler? Ben tanıyor muyum? Hem nereye gidiyorsunuz bu saatte? Geç kalmayın bak, sabah erken okul var, dinlenemiyorsun hiç, her gece geç geliyorsun eve.”

Bak bak interneti de kapadı. Görüyor musun Serhat Efendi? Bir de babası olacaksın. Her şeyiyle ben uğraşayım sen keyfini sür de mi oğlanın. Şimdi çift tik bile olmuyor, mavisi zaten hep kapalı beyefendinin, her şeyi şifreli, ne saklıyorsa artık bizden. Gerçi yapmaz benim oğlum kötü şey, şarjı bitmiştir. Yüzde bire kadar nasıl düşürüyor anlamıyorum ki! Ama bu da senden Serhat Efendi, nerde ihmal orda sen, şimdi bir de oğlun? Ben hep peşinizden koşayım değil mi? Yazık bu Firuze’ye. Hem insan evden çıkmadan o şarjı doldurur, yedek şarj, neydi adı hah power bank, onu da alır yanına, öyle çıkar. Vestiyerin üzerine akşamdan hazırla anahtarı, cüzdanı, kullanmasan da bir miktar nakit paranı. Atkı, bere, bot bu mevsimde zaten şart. Serhat unutmaz bunları, kendini bırakır beresini bırakmaz evde. Ama Fırat öyle mi? Neymiş efendim, amfi sıcakmış, saçı bozulurmuş, kütüphanede ayakları yanarmış! Dışarıda da donuyor o ayaklar, spor ayakkabıyla. Yok “Nuh der peygamber demez.” Ne yapacağım bu çocukla? Bak hala ulaşılamıyor. Arkadaşını mı arasam? Fırat da Serhat da kızar. Babası bey arkasına havlu da götür halı sahaya diye tersledi geçenlerde. Ne yapsam ki? Serhat’ı arayayım en iyisi. Açmıyor bak. Al oğlunu vur babasına! Ah Firuze ah, işin gücü bırak bütün gün uğraş bunlarla.

“Kızım ya bırakmıyor ki rahat, evde, okulda, kütüphanede devamlı gözetler gibi ne yapıyorsun, üstünde ne var, atkını sardın mı, halı sahada terli durma, elini dezenfekte ettin mi sürekli bir sorgu hali, yoruyor insanı çok. Ya tamam biliyorum iyiliğimi istediğini. Ama bıktım ya. Yetişkin bir insanım ben. Tek başıma yaşadım aylarca. İdare edemediğim bir şey oldu mu? Gelip başımda beklemesine gerek yok. Tamam ya, sen de benden yana mısın ondan mı karar ver. Tamam anahtarı unuttum bir kez ama bu herkesin başına gelecek bir durum değil mi? Annem unutmamıştır tamam da takıntılı kadın. Kapıyı kilitledikten sonra tekrar açıp ütü yapmadığı gün bile ütüye bakıyor. Kapalı çaycının fişini söküyor. O kadar manyak değilim. Tamam biliyorum yangının telafisi yok. İnanmıyorum. “Gelin kaynana toprağından olur” der durur annem, ütü fişte mi diye iki kere açar bakarız artık kapıyı. Hemen laf sok, iyi ki bir çilingire düştüğümüzü anlattık, yüz sene mevzu yaparsınız annemle. İnan bak ben böyle hayatıma karışılmasını sevmiyorum, baştan söyleyeyim. Kıskançlığa da gelemem. Yok sana karışırım da kıskanırım da o ayrı. Yok daha neler, o kadar da değil. Ne taş fırını yahu erkek olan doğal olarak hisseder o kıskançlığı. Fallik unsur falan başlama yine. Ben sana seminer veririm o konuda ama benim sevgilim benim dizimin dibinde olacak. Evet aynen, gak dediğimde suyum, guk dediğimde yemeğim hazır olacak. Hayır canım ev hanımı olamazsın. Hem çalışacaksın hem evi idare edeceksin hem de çocuklarla ilgileneceksin. Biz anamızdan böyle gördük. Çevirmiyorum lafı, bunaltıyor falan ama bizim bir şeyi düşünmemize de gerek kalmıyor. Biraz rahata alıştım. Babam da unutkandır. Annem peşimizi toplar. İşini de toplar, hobisine de gider. Örnek insan gerçekten emeği çok canım annem ya. Bir arayayım onu. Hadi kapatıyorum şimdi sinemaya kadar çalışacağım, geç kalma. Evet geçen gittiğimiz yerin yanı ya, hamburgeri efsaneymiş. Görüşürüz tatlım. Ben bir canım anama ifademi verip derse oturayım.”

“Tamam annem, seni seviyorum annem, bilmiyorum babamı nerde, ara sen, hadi ben kapatıyorum.”

Arıyor yine. Açmayacağım. Bak mesaja başladı. Geç kalmayacakmışım. Peh! Yüzmeye gideceğim ya bugün, kıskançlık bastı. Sen de git diyorum. Yok. İşler yetişmiyor Serhat diye ağlanıyor. Bırak yapma diyorum yüzüne. Bir gün lafımı dinlerse boku yeriz. Neyse ki inatçıdır, yap deyince yapmaz. Ben buradan yürürüm. Çok dırdırı var ama duymadın mı mis. Her iş bitiyor. Söylenir durur yardım et diye. He he der kulağımın üzerine yatarım. Nasılsa dayanamaz kalkar yapar. Bir ara yoğunluktan işten geç çıktıydı da ortalık birbirine girmişti. Yalapşap yapıyormuşum her şeyi. Eleştirdi mi top bende, canıma minnet, benden bu kadar deyip bırakıyorum. Benim adım Hıdır elimden gelen budur. Sonra dinle bir sürü tan tana. Öyle yapılmazmış da şöyle yapılırmış. Hiç bitmiyor ki istekleri. Daha beğendiği bir kimse görmedim. Hem anam benim elimi sıcak sudan soğuk suya sokmadı. Ne bileyim iş güç. Yolumu buldum ama. Konuşmaya başladı mı perdeyi indiriyorum kulağıma. Tıkaçlar da tamam. Gözlüğü de takalım. Bone sıkıyor ama şart, Firuze gibi.

Atlayalım havuza. Sen ara dur Firuze. Ancak dolapta titrersin. Ben kaçtım sıcak dırdırdan serin havuza. Oğluna sar hadi canım, rahat bırak beni. Sen bırakmazsan da ben bırakacağım kendimi, kaldırma gücüne kurban olduğum sulara.      

Handan Kılıç

Can Kızım, Cansız Kızım

 


Canım kızım,

Sensiz onuncu yıl. Kolay geçiyor sanma! Gelseydin belki çok zorlanacaktın bizimle. Neler oldu bu on yılda neler! Seninle birkaç ay arası olan Mina’nın doğum gününü yaptılar bugün. O kadar yakınken beni çağırmadılar, okul arkadaşlarını ve onların annelerini çağırmışlarmış.

“Abla senin başın kaldırmaz diye hiç söylemiyorum. Hem hediye işine giriyorsun, boş yere bir sürü masraf.” dedi Güler.

Boş yere. Boş ve yer… Kocaman bir boşluk yokluğun. Sen gideli ne yerim var ne yurdum. Seni düşünüce bazen bulutların üzerindeyim bazen de karanlık bir ormanda kaybolmuş. Sonunda herkesin gördüğü, bildiği, görmezden geldiği, yanından geçerken dikkat ettiği bir obruğa dönüşmüşüm sanki, sen gideli. Ya da daha doğru ifadeyle gelmekten vazgeçeli. Güler de haklı. Çocuğunu kaybeden bir kadının kalbini kırmak istemedi belli ki. Kırıldım yine de. Gerçi gitsem de kırılırdım. Kırgınlığım baki, Güler’e değil, Ayşe’ye, Fatma’ya, Mina’ya ya da sana hiç değil. Kader böyleymiş, karşı gelemem. Başını taşa vurup kırmaktır bilirim. Veren Allah, alan Allah. Sahibimize de emanetini aldı yanına diye kırgın olamam ya! Belki de bu benim halimin adı özlemdir. Kokuna, saçlarına, yıllarına, varlığına büyük bir özlem.

Senden sonra ilk birkaç sene herkesin kutlamasına gittim. Önceleri senin akranın olan çocuklara oyuncaklar almak sana alıyormuşum gibi sevinç veriyordu. Ama yıllar içinde her zorlukta bir başıma kaldıkça kızım olsaydı yanımda deyip ağladım. Hiçbir şey yapamasan küçücük ellerinle silerdin gözyaşımı, ağlama anne der zayıf kollarınla sarılırdın bana.

Sabah babanı işe geçirirken denk geliyoruz. Kapı açık oluyor. Güler de Mina’yı okula hazırlıyor. “Bazen benim halimi unutup “ay bu kızımız olmasa ne yapacakmışız diyoruz bizim beyle. Kızlar liseye gideli yüzlerini gören cennetlik. İnan sen şehir dışında okuyan oğlunu daha çok görüyorsundur. Başları sıkışmadan yoklar ortada. Ama bu Mina, ah bu kız canımız, ciğerimiz” diye yanaklarını sıkıştırıp yolluyor servise. “Öyle, haklısın” deyip kapatıyorum kapıyı bir an önce. Gözyaşlarımı görmesin kimse.

Sabahları “ay çekme saçımı, ay anne” diye çok bağırıyor çocuk, içim dayanmıyor. Mina’nın saçları uzun, kıvırcık, gözleri bal rengi, teni beyaz. Bana ya da babana, kime benziyorduysan senin de öyle olurdu, sarı, uzun ama düz saçlar. Gözlerse kesin mavi. Abin küçükken bu eve mavi gözlü olmayanlar giremez değil mi anne derdi, gülerdik. Baban da abin de dedelerin, ninelerin de yeşil ya da mavi gözlü. Ondan soyadımız Gökgöz ya. Memlekette lakabımızmış zaten.

Senin mavi gözlerini düşleyip tokalar da aldım ilk zaman. Sonra her gelişlerinde Mina’nın saçlarına taktım. Annesine her sabah saçlarını tararken acıtıyor diye dokundurmazken bana gelince hep saçlarıyla oynatıyor. Belki de kolay tarama tarağı aldım diyedir. Senin saçlarını da hiç acıtmazdım biliyor musun kızım. O ağladıkça sen ağlıyormuşsun gibi geliyordu, canım yanıyordu. O büyüdükçe sen de büyüyormuşsun gibi geliyor hala. Sonra kendime geliyorum canım kızım, cansız kızım.

Senin saçların düz olurdu diye emin bir şekilde söyledim ya çünkü biz de kıvırcık yok. Yine de ince telli olduğundan taraması kolay değil. Bu sene makrome örmeye başlayınca bunu iyice anladım. İp ne kadar ince o kadar zor. Geçen gece yeni bir örneğe başlarken ne geldi aklıma. Her gece bir yaprak yapsam ama yere düşüp gittiğin vakitleri hatırlatmasın diye onları dallara assam. Rengarenk yapraklarla canlanır mı evim, renk gelir mi yüzüme?

Neden her örneğe yaprak ekliyorum biliyor musun? Her gece elim tarağa gitsin istediğimden. Hem örmek gerekmiyor hem de havalı duruyor. En az on altı tane yirmi santimlik ip kesiyorsun. Ortasına da ikiye katlanmış kılavuz ip. Küçükleri bu ortadakinin üzerine bir alttan bir üstten geçirip adeta damar ağını inşa eder gibi yaprağı oluşturuyorsun. Ama ben en çok taramasını seviyorum yaprağın. Mavi, sarı, gri, turuncu yaprakları tek tek yapıp asacağım dallara. Geçen Mina’nın çantasına mavi yaprak yapıp süs niyetine taktım. Bir de ona senden bahsettim. Beraber el ele cennet bahçelerinde dolaşıp dünyaya gelmek için karanlık bir koridora girdiğinizi, senin orada kalıp Mina’nın koşarak buraya geldiğini söyledim. İyi ki geldin diyerek sarıldım. “Kızın niye gelmedi, şimdi onunla oynardık. Orası daha mı iyi hem seni üzerken sana ne dedi?” diye bir sürü soru sordu. Ben susunca “Bu dünya iyi bir yer mi peki?” dedi. Saçlarını okşadım. Aceleyle gözümdeki yaşı silip “dünya inilen bir yer, kelime manası bile deni, alçak olan demek ama annene kavuştun, bu da büyük mutluluk” diye anlattım. Yine sordu: “Peki senin kızın şimdi nerede?” “Cennette” dedim. Geri döndü geldiği yere, benimle kavuşmayı bekliyordur orada. Çocuklar sadece cennete gider, anneleri ve babaları dünyada neler işler belli olmaz her zaman yerleri cennet değildir ama önden, anne karnında düşmüş de olsa bir evlat gönderirlerse yerlerini ayırtmış sayılırlarmış. O evladın gözleri buğulanıp annemi istiyorum dedi mi, Allah da cennette gözyaşına müsaade etmediğinden “Bu sabinin ailesini getirin” der, hepsini cennetinde buluştururmuş.” diye Mina’ya anlatırken elinde onlara getirdiğim kek dilimleri ve sütlü kahveyle belirdi annesi. Onu görünce hemen sustum ama Mina durur mu? “Teyze hem kızını anlat hem de saçlarımı yine balıksırtı ör, olur mu?” diyerek fırladı odasına. Ona aldığım fırçayı getirip oturdu önüme. Güler “Mina, ıslatmadan olmaz, su sıktığımız şişe banyoda, hadi onu da getir” diye gönderdi salondan. Sonra gözlerini patlatıp “ne olur komşum, çocukların ölüme dair gerçeklik algısı bu yaşta tam oturmuyormuş, sen gidince bir sürü soru soruyor, rica ediyorum bu konuları açma” dedi. Elime aldığım fincanı dudaklarıma götürüp bir yudum aldım. Sehpaya götürürken ağzıma fermuarı çektim. Mina’nın getirdiği şişeden saçlarına su sıktım, usulca açtım bukleleri. Sonra da alın kenarından başlayıp ördüm balıksırtı modeli.

Kim bilir sen oralarda ne sırtında geziniyor, beni de izliyorsundur. Konuşacak çok şey var aslında ama insan bazen konuşmak istemiyor Kanımdan kan, canımdan can taşıyan bir evlat yanında olsun da beraber sussun istiyor. Sussun ve saçlarını tarasın. Her geçen gün artıyor özlemim, rutini bozdum, üç yaprak yapıp taradım bu gece. Sonra karşıma astım, izledim. En çok mavi yaprakları sevdim. Bu sefer on yaprak olacak, ortadakinin ipi en uzun, yanlarına doğru kısalacak boyları. Özenle tarayacağım renk renk yaprakları. İnan bana çok güzel olacak ve sana söz doğamadığını o güne yetişecek. Ne Güler’e ne Mina’ya gidecek. Tam karşımda süsleyecek duvarı.

Handan Kılıç

Pelikanların Kursağında Heveslerim

 

Pelikanların kursağındaydı heveslerim. O geniş, esnek torbada, biriken umutlar gibi sallanıp dururdu.

Pelikan, denizin bereketini gagasıyla toplar, kursağında saklar; benim heveslerim de öyle, hayatın coşkusunu avuç avuç toplar, ama bir türlü yutkunamazdım. Ne tamamen benim olurdu ne de bırakılırdı; sadece orada, pelikanın kursağındaki gibi birikir, beklerdi.

Pelikanlar gibiydim, kanatlarım geniş, ama uçuşum ağır. Heveslerim, o koca kanatların altında taşınıyordu; uzaklara gitmek isterken, hep kıyıya yakın yerlerde dolanıyordum.

Pelikanın denize dalışı gibi, ben de hayallere dalardım; bir anlık cesaretle suya gömülür, ama kursağımda sadece ıslak umutlarla dönerdim. Ne tam yakalardım ne tam vazgeçerdim.

Kursağında balık taşıyan pelikan, bazen aç yavrularına sunar avını, bazen kendi için saklar. Heveslerim de öyle; kimi zaman başkaları için parlar, kimi zaman içimde gizli kalır. Ama pelikanın kursağı gibi, heveslerim de kırılgandı; tek bir yanlış hamlede, biriken her şey dökülüverirdi. Yine de nasıl pelikanlar, her dalışta yeniden başlarsa; heveslerim de öyleydi, her tökezlemede biraz daha birikirdi.

Pelikanların kursağındaydı heveslerim ne özgür ne tutsak.

Denizin tuzlu kokusuyla dolu, uçsuz bucaksız bir gökyüzüne hasret. Tıpkı pelikanlar gibi, ben de taşırım onları.

Çünkü hevesler, kursakta bile olsa, yaşamın ta kendisidir.

Bir koku çarptı beni

 

Bir koku çarptı bugün beni. Parkta yürüyordum. Aniden yanımdan geçti ve yok oldu. Nasıl hızlı koşuyordu. Ben değil ama zihnim ona yetişti sıkıca sarıldı kokladı. Özlemenin ne olduğunu hatırlattı. Epeydir kalbimin varlığından bile haberim yoktu. Sadece kan pompalıyordu işte. Ama o koku seninle sabaha kadar yürüdüğümüz geceye götürdü beni. Üşütmeyen ama ara sıra titreten bir yaz gecesiydi. Ben çok üşürdüm ama senin yanında üşümekten de azadeydim. Ben benlikten vaz mı geçiyordum bir an önce sana karışmak mı istiyordum bilmiyorum. Yokluğunu düşleyemezken hayatım oldu. Ondan belki artık ne hayallere ne düşlere ne de insan denen canlıya güveniyorum. Kedilerim ve ben mutluyum. Bazen onlarla ilgilenecek halim bile olmuyor. Zaten eve de almıyorum bahçeden balkonuma geliyorlar. Hiç konuşmuyoruz. Bazen seviyorum. Onlarla benziyor ve birbirimizi anlıyoruz. Canımız istemedikçe hiçbir şey yapmıyoruz. Yürüyüş boyunca düşündüm seni. Bin yıl olmuş haberin bile gelmeyeli. Kokun davetti bana ama o bile fırtına gibi geçti. Hayat da öyle geçmiyor mu? Ya sen bunca yıl hiç hatırladın mı beni? Bunu hiçbir zaman öğrenemeyeceğim ve artık bir önemi yok. Bahçeye girdim kapımı kapattım. Sen dışarda kaldın. Yine de insan bir gün bir yerlerde çok sevildiğini ya da en azından sevildiğini bilmek istiyor. Annem olsa burun kıvırır bu söylediğime ve başın göğe mi erecek derdi. Ve hemen eklerdi hele de onu, beni istemeyeni ben hiç istemem. Sen baban tarafa çektin kesin, hala onu sayıklıyorsun.

Ne sayıklıyor ne yerimde sayıyorum. Geçti gitti ömrüm ben ona yanıyorum.

28/08/2025

  • Bu yazı

    ın kitap yazma ayı çalışmaları içinden “Bir kokuya çarptım bugün” tetik cümlesinden hareketle yazılmıştır.

Aşk Çantadır

 


Aşk çantadır. İçine ne koyarsan onu taşırsın, ama ağırlığı her zaman sürprizdir. Bazen bir tüy kadar hafif, bazen bir taş kadar ağır; kimi zaman omzunda bir türkü, kimi zaman sırtında bir yük. 

Aşk, tıpkı bir çanta gibi, seninle gider, sen nereye gidersen.

Bu çanta, ilk alındığında pırıl pırıldır; göz alıcı, umut dolu. İçine hayalleri, vaatleri, gülüşleri doldurursun. Ama zamanla her çanta gibi fermuarı zorlanır, dikişleri aşınır. 

Aşk da öyle; ne kadar özenle taşısan da, yıpranır. Yine de o yıpranmışlık, çantanın hikâyesidir; her leke, her çizik, bir anının izi.

 Aşk çantadır, çünkü bazen boşaltsan da bir şeylerin kaldığını fark edersin. Bir not, bir koku, bir eski fotoğraf; unutulmuş sandığın, ama hâlâ orada olan. 

Ve bazen, tıpkı çantayı karıştırırken bulduğun beklenmedik bir hazine gibi, aşk da seni şaşırtır; unuttuğun bir duyguyu yeniden avucuna bırakır.

 Ama dikkat et, aşk çantadır; fazla doldurursan taşar, dağılır. Az doldurursan eksik kalır. 

Ne çok ağır, ne çok hafif; tam kararında taşımak gerekir. Çünkü aşk, çanta gibi, seninle yol alır; ne kadar uzun, ne kadar kısa, sadece sen bilirsin.

Ve bazı çantalardan da insanlardan da kolay vazgeçemezsin. 

Aşksız ve çantasız kalma(yalım). 

Edebiyat Vantilatördür

 


Edebiyat vantilatördür. Sıcak, bunaltıcı bir yaz gününde, ruhun terleyen gözeneklerine serinlik üfler. Sessizce döner, ama varlığı hissedilir; kelimelerin ritmik fısıltısıyla havayı, yani zihni hareketlendirir. Bazen yavaş, bazen hızlı; kimi zaman bir şiirin sakin esintisi, kimi zaman bir romanın fırtınası olur.

Vantilatör gibi, edebiyat da eski bir dosttur. Teknolojinin ışıltılı yenilikleri arasında mütevazı durur ama vazgeçilmezdir. Tozlanabilir belki, bir köşede unutulabilir; fakat bir kez çalıştırıldığında, unuttuğunuz o ferahlığı yeniden hatırlatır. Her bir sayfası, kanatların dönüşü gibi, sizi başka bir dünyaya taşır ama aynı zamanda tam da olduğunuz yerde tutar.

Edebiyat, vantilatörün serinliği gibi, herkes için aynı değildir. Kimi için bir öykünün tanıdık kokusu, kimi için bir denemenin keskin soluğu. Kimi serinlemek için ona yaklaşır, kimi uzaktan hissetmeyi sever. Ama herkes, o esintinin dokunduğu yerde bir anlığına da olsa hafifler.

Ve tıpkı vantilatörün fişini çektiğinizde havanın yeniden ağırlaşması gibi, edebiyattan uzaklaştığınızda da zihin durulur, kalabalıklaşır.

Edebiyat vantilatördür; çalışırken fark edilmez belki, ama sustuğunda eksikliği yakar.

 

Menengiç Kahvesi Kırgınlıktır

 

Menengiç kahvesi kırgınlıktır. İlk yudumda buruk bir tat bırakır damakta, tıpkı bir kırgınlığın kalpte bıraktığı o tanıdık sızı gibi. 

Ne tam acı ne tam tatlı; ikisinin arasında bir yerlerde, insanın içini ısıtırken aynı anda huzursuz eden bir his. 

Menengiç, yabani fıstık ağacının meyvesinden doğar; kırgınlık da öyle, hayatın beklenmedik dallarında filizlenir, sessizce büyür.

Bu kahve, hazırlanırken sabır ister. Tohumlar kavrulur, öğütülür, ağır ağır demlenir. 

Kırgınlık da bir anda ortaya çıkmaz; küçük hayal kırıklıklarının, söylenmemiş sözlerin, biriken suskunlukların ateşiyle yavaşça kavrulur. Her bir yudumda, o birikimin izlerini hissedersiniz. 

Menengiç kahvesi aceleye gelmez; kırgınlık da çözülmek için zaman talep eder, zorla dağılmaz.

Köpüğü azdır menengiç kahvesinin, gösterişten uzaktır. 

Kırgınlık da öyle; sessizce var olur, bağırmaz, çağırmaz. Ama bir kez fark ettiğinizde, o köpüğün eksikliği gibi, kırgınlığın ağırlığı da kendini hissettirir. Fincanın dibinde biriken tortu, kahvenin en yoğun hâlidir; kırgınlığın da en derini, konuşulmamış gerçeklerdir.

Yine de menengiç kahvesi, tüm burukluğuna rağmen, bir fincanda dostluk sunar. Paylaşıldığında, o buruk tat bile tatlı bir anıya dönüşebilir. 

Kırgınlık da böyledir; konuşulduğunda, anlaşıldığında, hafifler. Belki tamamen kaybolmaz, ama bir yudum kahve gibi, içimizi ısıtan bir bağa dönüşebilir.

Menengiç kahvesi kırgınlıktır, evet. Ama aynı zamanda, o kırgınlığı bir fincanda toplayıp, dostluğa dönüştürmenin umududur.

İçelim, içirelim.

Firuze

  “Kaçta geleceksin?” “İşim bitince” “Neymiş işin acaba?” “Of anne, sal beni arkadaşlarım bekliyor görüşürüz, sen ye yemeğini.” Bak ...