İstanbul Ansiklopedisi Üzerine

 

Merhaba,

Dördüncü haftaya geldik bile. Bu koca hafta önceden alınmış doktor randevularımızın peşinde harcanıp gitti. Yarın da alçının çıkış günü. İnşallah şifayla devam diyeceğiz. Hastaneleri hiç sevmem biran önce işimi bitirip çıkmak isterim ama neyse ki oğlum çalışma mekanına karşı benim hislerimi taşımıyor hatta iki haftadır uzak kaldı diye özledi bile.

Thanks for reading Handan’s Substack! Subscribe for free to receive new posts and support my work.

Rutinim haricinde dışarıda çok kalınca bana yazı hayatımdan vakit çalıyormuşum gibi geldiğinden huzursuzlanıyorum. Zaten büyük şehirde evden çıkmak en iyi ihtimalle yarım gün kaybı demek. Hele Ankara bitmiş azizim:)) 6 Şubat depremi sonrası aldığı iç göçle trafiğe yeni dört yüz bin araç dahil oldu diye okumuştum. Maalesef şehrimiz sokağa her çıktığımızda benim neyim eksik İstanbul’dan diyerek deniz keyfi vermeden trafiğini yaşatıyor. Uzun lafın kısası bu hafta yazı açısından verimsizdi ama yazmak sadece masa başında olmaz diyerek avuttum kendimi.

Önce geçen hafta konuk olduğum okuma grubunun kurucusuyla buluştum. En az altı yıldır takipleştiğimizden birbirimizin her haline vakıf olduğumuz halde ilk kez yüz yüze gelmiştik. Verimli ve kırk yıllık dost yakınlığındaki görüşmemizden zenginleşerek ayrıldık. Plazalar arasındaki AVM’den çıkınca hasbelkader henüz peyzaj yapılmadığı için hayatta kalmış bir ağacın gölgesine sığındım. Hava bir gün palto giydirip bir gün ince gömlekten daral getirtiyor bu aralar. Resimde de gördüğünüz, rivayete göre Ankara’da yaşayan herkesin üzerinden kaymak arzusu taşıdığı heyulayı izledim. Denizsiz şehirde manzara diye pazarlanan ve bağrında sadece inşaat yetişen toprak ağaca öyle hasretti ki neden yeşillendirilmiyor diye düşünürken belediyenin parklardaki ağaçları bile görülmemiş çıplaklıkta budadığı geldi aklıma ve sustum. Zira buralar böyle, beğenmen küçük oğluna almasın dedim. Buradan uzak olduğumda özlediğimi de hatırladım.

İçerde ve dışarda tempodan yorulunca kendimi Storytel’e verdim. Bu hafta mutfakta geçirdiğim sürede çok sevdiğim Alejandro Zambra’nın 12 saat 4 dk süren Şilili Şair adlı romanını bitirdim. Bir kap yemek yapıyorsunuz, her şeyi robotlar yapıyor diyen erkeklere kronometreli cevap olsun diye sesli kitabın süresini yazıyorum. Eve Dönmenin Yolları kitabını çok sevince bütün külliyatını okuduğum yazarın tek bu kitabı kalmıştı, seslendirilmesi iyi oldu. Üslubunu, kafasının çalışma şeklini, yazı yazma konusundaki sancılı süreçlerini de anlattığı kahramanlarını beğendiğim Zambra’nın bu seferki kahramanı kendisi gibi şairdi. Kitabı genel anlatımı olarak beğensem de özellikle ilk bölümleri fazla pornografik buldum. Sonra ülke edebiyatının, yaşam tarzının normali o, benim normalim olmasa da dedim.

Mutfaktan yorulup sallanan sandalyeme kendimi bıraktığımda yeni başladığım örgümle beraber 20 gün önce Netflix’e gelen İstanbul Ansiklopedisi dizisini izlemek için fırsat buldum. İki arkadaşım da beğenmediğini söyleyince meraklanmıştım. Konusunu hiç bilmeden ve hakkında hiç bir şey okumadan arda arda 6 bölüm izledim. Kalan iki bölüme de sabah devam edip sonuna geldiğimde on sayfa not almıştım. Üzerine düşünerek ileride detaylı bir yazı yazmayı planlıyorum. Çünkü kahramanımız Zehra’nın araftaki halini anlayabiliyorum. Bu çatışmayı anane ve babanne taraflarımda izleyerek büyüdüm.

Resmi Fragmanı buradan izleyebilirsiniz.

Yazının bundan sonraki kısmı için spoiler uyarısı yapıyorum. Ben süreç insanı olduğumda sonunu bilmek izleme ya da okuma motivasyonumu etkilemez, gidiş yoluna bakarım ama Z kuşağı bir sonraki bölümden bir sahne görse adeta acı çektiğinden uyarıya mecbur hissediyorum.

Diziye dair yapılan en büyük eleştiriye ben de katılıyorum ama her ne kadar adına mini dizi dense de ikinci sezonu çekebilmek için bu kadar çok soru bırakılmış olabilir. Zehra’nın taşradaki yaşamı, annesi, babası, kardeşleri konusunda bize bir şeyler vermeliydi ki biz daha çok empati yapalım. Burada detaylı olarak Nesrin’in hayatını, açmazlarını gördük. Onu daha net anladık.

Dizi bence eksikleri olmasına rağmen güzeldi. Türk dizileri içinde dijitale yapılanlar arasında BİR BAŞKADIR kadar verimliydi. (O dönem çok sevilen analiz yazımı buradan okuyabilirsiniz.) Toplumu uyutma amaçlı çekilmemişti. Hatta uyandırmak kavramı iddialı olur ama rahatsız etmek istediği kesindi. Belki de iki arkadaşım bundan dolayı rahatsız olmuştu.

Zehra’yı anlıyorum dedim ve bence en etkileyici yer tiyatro sahnesinde yaptığı doğaçlama konuşmaydı:

…İstanbul’a geldiğim gün başımı örtmek istemedim. Planlı değildi ama yeniden etiketlenerek, kategorize edilmek, birinin zihninde kaskatı yerimi almaktan korktum. Çünkü ben uçuşkan biriyim aslında bir balon gibi. Balonun içinde de hava var ama kimse onu görmez, ilgilenmez, dışına bakarlar hep…Herkes gibi herkes kadar görülmek istedim, filtrelenmeden, bu yüzden iki ayrı alan açtım kendime. Utanmadım diyemem çok utandım ama kendimi dış dünyayla hemzemin edebilmek için aradan bazı taşları endişeli bir iradeyle kaldırdım. Şimdi dönüp bakıyorum da epeyce tenhalaşmışım ve hangi toprakta büyümek istediğimi bilmiyorum.”

Diziyi bilmeyenler ve spoilerı önemsemeyenler için kısaca özetlersem, İstanbul’a okumak için gelen ve annesiyle kendisinin başörtülü olduğunu ancak 6. bölümde öğrendiğimiz Zehra kendisine yurt çıkmayınca annesinin yirmi yıldır görüşmediği arkadaşı Nesrin’in evine sığınır ve okula ancak ikinci dönemde kaydolur.

Okulda hoca İstanbul sizin için cesur yeni dünya ve onunla ilgili kendi kavramlarınız üzerinden bir ödev yapacaksınız der. Reşat Ekrem Koçu’nun yetmiş yaşında yazmaya başlayıp ölene kadar ancak G harfine gelebildiği ve İstanbul’un öne çıkmayan ama önemli yerlerini anlattığı İstanbul Ansiklopedisini örnek almalarını ister. Zehra yaşamayı çok istediği şehirde barınma problemini çözemezken sürekli yeni ortamlara girer ve hislerini de kaleme alır. İstanbul’a geldiğinde sadece metaforik anlamda değil gerçekten de kimlik kartını kaybetmiş olan kahramanımızla İstanbul’dan nefret ederek yurt dışına taşınmaya çalışan ve tek yoldaşı kedisini kaybeden Nesrin beraber bir arayışın içinde oradan oraya savrulur.

Kendisini bir kalıba sokmasınlar isteyen Zehra başını açarak en azından eğitim hayatında Nesrin ve diğer insanlarla aynı çizgide olmaya çalışır. Ama bu bir kıyafet değişikliğiyle çözülecek mevzuu değildir. Nesrin’in evindeyken, sevgilisi, Zehra’nın alkol kullanmamasına şaşırınca “mayonez de kullanmıyorum ama onun nedenini soran yok,” diyerek gülümser. İçinde fırtınalar kopan 19 yaşında taşralı bir genç kızı dışarıya o sevimli gülümsemesiyle izleriz. İnançlarının ondan istedikleriyle yaşamın sürüklediği yer sürekli çelişkilere düşürür. O gün idare etse de yargılanmıştır ve bir sonraki alkol teklifinde hele de fakülte arkadaşları arasında bunu yaşamak istemez, eline şişeyi alıp kimseye çaktırmadan yere dökerek içiyormuş gibi yapar. Yani sadece başörtüsünü çıkarmak onu rahatlatmaz. İnanmak kayıtsız şartsız bazı gereklilikleri kabul etmektir. Bunun için zordur. Misal arkadaşlarıyla dışardayken sürekli yeni bir namaz vakti girmektedir ve sırt çantasında seccade ve namaz elbisesi taşıyarak bulduğu her yerde namazını kılmaya çalışır. Namaz için abdest gerekir, abdest için oje sürmemek gerekir. Erkeklerle mesafelenmesi, hoşlandığı erkek arkadaşıyla yakınlaşmaması da lazımdır. Başörtüsünden vazgeçse de bunlardan uzağa düşmek istemez. Ama başında örtü olsa kategorize edileceğinden kaçınması gereken hususlarla ilgili gerekçelendirme sıkıntısı çekmeyecekti. Ama şimdi onlar gibi görünüp onlar gibi yaşamadığından tutarsız bir profil çizmektedir. Yine de inançlarından ve ibadetlerinden vazgeçmez, yanlışa düştüğünde günaha girmiş olmanın vicdan azabını duyar. Çünkü bu onun şimdiye kadar ki yaşamıdır, normalidir. Ama evine sığındığı Dr. Nesrin’in normalleriyle annesi Aylin’in normalleri başkadır. Çok sevsem de Zambra’yla benim normallerimin farklı olması gibi. “Doğduğun ev kaderindir,” diye boşuna demiyorlar. Misal Nesrin ses etmese de Zehra’yı ilk kez namaz kılarken gördüğünde dehşete düşmüşçesine şaşırır. Birbirinden bu kadar uca savrulmuş iki arkadaşın da hayattaki kaskatı, adeta alçıya alınmış gibi sert duruşundan hoşlanmayan Zehra en büyük korkusunun annesi ve Nesrin’e benzemek olduğunu söyler. Ben akışkanım ve istediğim sadece kendimde gezinmek der. Henüz on dokuz yaşındadır ve hayata hükmedeceğini sanmaktadır. Oysa Aylin de Nesrin de kim bilir neler yaşayarak bu kadar katılaşmış, zamanla bu alanı konforlu zannetmişlerdir.

Bugün hala bu iki normali çatıştırarak ayakta kalan yapılara inat diziyi yazan-yöneten ve başarılı işleriyle adından söz ettiren Selman Nacar bir diyalog ortamı kurmuş, iki tarafın da insanlık ortak paydasında buluşup birbirini sevebileceğini göstermek istemiş. Bunu da taşrada sorun edilen konuların İstanbul şehrince sorun edilmediği, gök kubbe altında herkese yer olduğunu söylercesine, ah bir de insanlar anlasa birbirini demiş adeta. Ülkenin en büyük çatışma konusu gibi gösterilip iki tarafın da hassaslaştırıldığı bir dönemde bunu ortada durarak yapmaya çalışmış. Kolay bir iş değil ve bu yüzden Aylin karakteri üzerine de çalışılmalı.

Bana en absürt gelen yer de iki arkadaşın bir mesele yüzünden küstüğü, konuşmadıkları mevzuunda özellikle başta çok duruluyor. Merak uyandırılıyor. Sonuna kadar bu konuyu açıklayacak diye bekledim. Aylin, Nesrin’in sevdiğiyle falan mı evlendi diye düşündüm. Ama sonuçta yüzleştiklerinde Nesrin’in tıp fakültesi kazanıp Amasya’dan ayrıldığı, Aylin’in sınavı kazanmaması nedeniyle birlikte gitme hayallerinin yarım kaldığı, Aylin’in Nesrin’in sınav haftasında İstanbul’a gelip komiteye çalışan kız kendisiyle fazla ilgilenemedi diye küstüğünü öğreniyoruz. Öyle ki annesi arkadaşının adını anmayı yasaklıyor, onunla ortak şarkıları Büklüm Büklüm’ü Tülay Özer’den dinlemesine izin vermiyor. Tekrar üniversite sınavına girmek yerine çarşafa girip yaşı büyük bir adamla evleniyor. Beni bu küslük sebebinde ikna edemedi dizi. Hepimiz eski arkadaşlarımızla yollarımız ayrılınca uzaklaşırız. Hele de okul arkadaşı, komşu, çocukluk arkadaşı diyeceğimiz insanlarla ortak mekân ve hayat paylaşımı bitince başkaca bağlar kurulmamışsa uzaklaşırız. Ama yıllar sonra karşılaşsak konuşur, bir kahve içer, yemek yeriz. Aylin gibi üniversiteyi kazanan arkadaşını düşman belleyip adını anmayı yasaklayarak çocuklarımıza mevzu etmeyiz. Bir şeyler daha olmalı, Zehra’dan olduğu kadar seyirciden de saklanmış olup ikinci sezonda çıkmasını diliyorum.

Aylin’in yıllar sonra kızı illa ki oralardan gitmek isteyince Nesrin’e benzeyecek diye korkması normal, ilk dönem yurt çıkmayınca da göndermemesi mantıklı ama ben buralara sığamıyorum diyen Zehra da kararlı. Sonunda dayanamayıp yurt çıktı diyerek sene ortasında gidiyor. Evsiz kalınca bir gece yatsıdan sonra camide saklanıyor, kapılar kilitlenince orada kalıyor. “Burası senin evinmiş Allah’ım, ben evime sığamadım, sen de buraya sığamazsın değil mi, bana yardım et, açım,” diye ağlayarak uyuyakaldığı sahne de etkileyiciydi. Hasılı kelam on sayfa not aldığım diziden çok yazı çıkar ama burada bırakıyorum, saat 23:00 oldu.

Ayrıca bu yazının da arasına mutfak girdi. Mutfak demek Storytel demek bizim evde. Alçının çıkması umudu şerefine kuru dolma ve sarma işine girdiğim bugün de Temiz Kağıdı adlı kitabı dinledim. Son zamanlarda karşılaştığım en güzel öykü diliydi. Mustafa Çevikdoğan bu kitabı 2017 yılında Can Yayınlarından çıkarmış. Bir süre aynı yayınevinde editörlük yapan yazar şimdilerde kendi kanatlarıyla uçuyor. 2024 yılı baskısı ise Holden Yayınlarından çıkmış. Bu kitabı alıp bir de gözle okuyacağım. Storytel’de beğendiğim kitapları kütüphaneme de alıyorum. Çünkü kulak başka göz başka ayrıntıyı yakalar.

Oyuncuların hepsinin çok iyi performans sergilediği dizi bence izlenmeli üzerine de düşünülmeli. Bu kutuplaşma halinden birbirini anlamadan çıkış yok.

Ve hukukun mantalitesi, karşınızdakinin burnunun başladığı yerde sizin yumruk atma özgürlüğünüzün bittiği gerçeğini kabulle en sevmediğiniz insanların hakkını koruyacak kadar adaletli olmaktır. Hukuk ortak paydasında buluşacağımız günleri görmek dileğiyle.

Not: Bu yazı ilk kez 8 Mayıs 2025 tarihinde https://handankilic.substack.com/p/istanbul-ansiklopedisi-uzerine adresinde yayınlanmıştır.


Ne haftaydı, Nisan'ı da kapattık

 


Yine mübarek Perşembe gelmiş. Bugün yazma niyetim yoktu. Çünkü yazılarıma karşı
Yonca Tokbaş ve
Sırt Çantanda Ne Var? haricinde yaşam alameti veren olmadı. Zaten blogum, sitem, medıum, ınstagram, insta kitap hesabım vardı oralarda da yazıyordum, buraya neden başladım ki dedim kendi kendime. Aslında bu kadar çabuk pes eden biri değilimdir. Okumanın dibe vurduğu on yıl önceki verilere göre kitabın ihtiyaçlar listesinin 236. sırasında yer aldığı bir ülkede gecemi gündüzüme katıp kitap yazıyorum:) Sonra
Sırt Çantanda Ne Var? ın Perşembe buluşmasında birden onun kararlılığından etkilenip son 20 dakikada yazmaya niyet ettim. Ama tabi hiç bir yazı 20 dakikada bitmez.

Koca bir hafta geçti ne yaptın derseniz Koca bir delik, yalnızlık yazımın ertesi günü bir arkadaşım kahve içmeye çağırdı. Vay yazımı okumuş biri var dedim ve sevinçle hazırlandım. Ama sohbet esnasında substack sayfamdan haberi olmadığını gördüm. Meğer eşim tansiyonumun çıktığını laf arasında söylemiş, geçmiş olsun demek istemiş. Yine de güzel bir buluşmaydı. Her takipçim, arkadaşım yazımı okumak zorunda değil ya, insanların bin türlü derdi var.

Benim de tabi. Bizimle beraber yaşamayan oğlum alçılı ayakla eve dönünce ciddi düzen değişikliği oldu bizde de. O koltuk değnekleriyle yürümeyi öğrenirken ben insanın ani gelişen durumlara karşı adaptasyon yeteneğine hayran kaldım. Ama hareket kısıtlılığının verdiği öfke de çok zor. Allah kimseyi elden ayaktan düşürmesin diyen yaşlılar haklı, gençken de düşürmesin inşallah.

İnsanın birine muhtaç olmadan ayakta kalması kavramının metaforik karşılığını konuşurken hep fiziksel ihtiyaç halini unutuyoruz. Ve yardım istemenin bile gurur kırıcı olduğunu görüyorum. Gençken her şeyin üstesinden gelebileceğini sanıyor insan. Aslında öyle yapmamak lazımmış. Ben yoruldum, boğuluyorum, yardım edin diyebilmeliymiş. Bunu da “İnsan bir akşam üstü ansızın yorulur!” diyen şaire çok hak verecek kadar yorgun hale gelmeden söylemek lazımmış.

Oğlumu büyütürken kimseden 2 saat bile yardım görmedim. 24 saat size muhtaç birine sürekli vermek ve ev işlerinin de size bakarken hayatınıza devam etmek gerçekten zor. Bakıcı ve aile yardımı alırken bile loğusa depresyonuna girenlerin olduğu bu zor dönemde tek olmak beni çok yıpratmış aslında bunu bugün anlıyorum. İkimizin ailesi de uzaktaydı, torun görmek amaçlı 3-4 ayda bir, bir hafta gelirlerdi. Hatta doğumda bile birer hafta kaldılar. Sonra beni iki aylığına yanlarına çağırdılar. Ben de çocuktum ve bir bebekle tek başına olmaktansa gitmeyi tercih ettim. Kariyerime ara verip anne olmuştum. Eşimse fakülte sonrası kariyer basamaklarının zorlu mücadelesini veriyordu. Mecbur iki ayı doldurunca eve döndük. Üç aylıkken oğlum ateşlenip hastaneye yattığımızda annemi aradım ve sekiz saatlik yoldan otobüsle gelip sabah hastaneye ulaştı sağ olsun. İlaç gibi gelmişti. İki saatliğine eve gitmek, üzerimi değiştirmek istedim. Dört saatte dönünce kızdı, senin artık bebeğin var neredesin diye. Ben dönüş yolunda gördüğüm kitap günleri stantlarının arasında kaybolmuş bir sürü kitap almıştım. Çantamın dibindeydiler. Tıpkı babam gibi annemden saklı soktum eve. Hastanede zaten açmadım çantamı, toz toprak vardır onlarda, burada bebek var diye kızardı.

Yıllar içinde eşim biraz taşın altına elini koyup haftada bir kaç saat bana alan açtığında (yaklaşık oğlumun sekiz yaşına tekabül eder, beraber maça gitmeye başlamışlardı, ) özgür kaldığım her an kendimi kitapçılarda buldum. Hatta oğlum on yaşındayken işi ilerletip Ankara’dan İstanbul’a bir okuma grubuna uçakla gitmek gibi bir şansım oldu on üç ay. Nasıl bir özgürlüktü. Kitap kulüplerini sevmem o vakitlere dayanır.

Dün akşam yani 30 Nisan 2025 tarihinde Instagram’dan takipleştiğimiz, yarın ilk kez yüz yüze tanışacağım bir arkadaşın kurduğu Biz Kadınız Kitap Kulübüne konuk oldum. Henüz 9 kişilik bir gruptu. 120 dakikalık güzel bir sohbet gerçekleşti. İstisnasız hepsi son kitabım Dipsiz Göl’ü çok beğenmişti. Önceki aylarda okudukları kitapları bitiremediğini söyleyenler bile bu ay için seçilen 320 sayfalık kitabımı görünce yine bitiremeyecekler diye korkmuşlar, ama daha önce yarı yolda kalanlar dahi kitabı eline alır almaz kendini 100. sayfada bulmuş. Son derece akıcı ve merakla bir sonraki sayfayı çevirttiren kitabımı okuyanlar önceki kitaplarımı da alacaklarmış. Ve Dipsiz Göl serisinin devamını merakla bekliyorlarmış. 2014-2016 Türkiye’sinin mekan ve zaman sağladığı kitabı bitirince biz ne çok şeyi unutmuş, nelerin içinden geçmişiz demişler. Kitabımı geleceğe, geçmişi de anlatan haliyle de değerli bulmuşlar. Okurken sahneleri de adeta izlemişler.

Bu yorumlar bu kitabın akabinde tam da duymak istediğim şeylerdi. Umarım kalın kitaplardan korkanlar için yeni bir kapı da olur Dipsiz Göl.

Bu arada Cumartesi günü de evde durmadım. Ankara’ya İstanbul ve Bodrum’da ikamet eden ve yaşayan en büyük şairimiz geldi. Hilmi Yavuz’un 89. doğum gününü de kutladığımız güzel bir söyleşiyi dinledik. Sonrasında imza sırası beklemek bile keyifliydi. Tanpınar’ın yazarlığımın mürüvvetini göremedim demesinden esinle şairliğimin mürüvvetini gördüm dedi, hepimize nasip olsun inşallah. Son kitabı Rüya Şiirlerinde yer alan tüm şiirleri gerçekten rüyasında gördüklerini şiir formatında yazmış. Şairlik ayrı bir makam gönlümde.

“Âşinâya âşinâ, bîgâneye bîgâneyiz.” diyerek giriş yaptı konuşmasına. Divan edebiyatının en şahane hicivlerini yazmış ve bu yolda canını da vermiş Nef’î ye ait bu mısra dostluk gösterene dostluk göstermeyi, kayıtsıza kayıtsız kalmayı anlattığından telefonuma ilk aldığım not oldu. Yapay zekanın ürettiği eserleri soranlara da şu cevabı verdi: Yapay zeka yaratıcı değil, zanaatkar, malzemeyi vermezsen zanaatını yapamaz, bir nevi marangoz gibi. Sanatçı değil ama çok iyi zanaatkar.”

Kendisine Dipsiz Göl’ü takdim ettim. Bir seri olduğundan bahsettim ve şimdilik paylaşmadığım ikinci cildin adını söyledim. Gülümseyerek yüzüme baktı ve hemen bir şiirinden mısraı imzaladığı kitabın sayfasına yazdı. Benim de bu mısraı ikinci kitabımın başına epigraf yapmam farz oldu. “Göl kendi dibindeki batıktan başka nedir?”

Çıkışta aynı toplantıya gelen iki arkadaşımla Saraçoğlu Mahallesinde bir kafeye gittik.

Restore edildikten sonra ilk kez gördüğüm Kızılay’daki bu vaha çok güzel olmuş. Avrupa şehirleri gibi girdiğinden kaybolabildiğin sakin ve yeşil bir alan. Kafe dışında oturma alanları da olsaydı keşke. Kızılay AVM batıyorken yeni bir AVM yapılacak haberleri çıkmıştı, Mimarlar Odasının idari dava yoluna başvurup yürütme durdurma alması sonucu sit alanı olan bölge kurtuldu, böyle bir restorasyona gidildi. Çok da iyi oldu.

Bu arada Pazar akşamı da öykücü bir doktor arkadaşımın önerisiyle sinemacı bir doktor arkadaşının çektiği filmi izlemek için sinemaya gittik.

Tepenin Uşakları 2 -Zifin adlı film beklediğimin çok üzerindeydi. Sadece ünlülerin iyi işler çıkaracağı o kadar kazınmış ki beynimize şaşırıyoruz. Aynı tepkileri benim okurlarım da bana veriyor, bu kadar güçlü dili olan bir yazar hala bilinmesin diyor, acı acı gülüyorum. Maalesef ünlü olmadan izleyiciye/okuyucuya ulaşmak zor olduğundan bu algılarımız bizi yanıltıyor. Onun için iyi işlerle karşılaştığımızda bunu birbirimizle paylaşalım. Kitap ve filmleri önerelim derim. Arkadaşım ki kendisini de kitabıyla ilgili bir söyleşini izlediğimde tanıdım, önermese yedi yıldır kesintisiz film yazıları yazan biri olarak bu yönetmenden habersiz yaşayacaktım. Şimdiyse ortaokuldan beri kendini tiyatro ve sinemaya adamış, yani sanata aşık olmuş bir yönetmeni biliyorum.

Trabzon’un Akçabat ilçesinde çekilmiş ve kamera planlarıyla şahane bir görsel kalitenin yakalandığı filmde senaryo da ters köşe şekilde ilerledi. Yönetmen, yazar, senarist İsmet Eraydın’ı tebrik ediyorum. Birinci filmi de merak ettim. Postlarından anladığım kadarıyla çekileli 12 yıl olmuş. Ben de romanımı 10 yıla yayılan bir süreç sonunda çıkarabilmiştim. İyi bir şeyler yazmak/çekmek çok vakit alıyor. Zamanın içinden süzülmek gerekiyor. Sanat zamana ayna, zaman yaşarken çok hızlı akıyor ama yazılan/çekilen orada kalıyor işte.

Ve yazmak isteyenlere naçizane bir tavsiye, her şeyin bir mevsimi var, içinizde ateşi yanarken yazdınız yazdınız, unutmamalı zaman her ateşi kül ediyor. Bir halin içinden geçerken yazmak zordur ama nisyan, unutmak kökünden türemiş insan kelimesi kendine ad olan cinsimiz her şeyi unutuyor. Vaktinde alınan notlar, sanatsal forma dökme çabaları sonra bir eser olarak ortaya çıkabilir ama ilhamı kaçırmadan beslemek de gerek.

Hiç evden çıkmayıp üç gün üst üste hep dışarda olunca bu kadar süre evde olmaya alışık olmayan oğlum epey söylendi. Pazartesi Salıyı bu nedenle evde geçirdim. Tabi ya mutfakta ya bilgisayar başında. Bir süredir çalıştığım yeni bir kitabın sesli okumasını yaptım sabah dörtlere kadar. Çarşamba sesim kısılmıştı. Sesli okuma yapmazsak anlatım bozukluklarını göremeyiz. Kulak editörlüğünden mahrum kalmamak lazım, bu da yazanlara bir tüyo olsun. Bakalım bu kitabın kaderi ne olacak.

Geçenlerde bir yazar arkadaş Türkiye’de öykü okuyucusunun 2000 kişi olduğunu, onların da yabancı yazar ya da tanınmış öykücülere öncelik verdiğini, roman, tiyatro, sinema falan tüm sanat dallarını üreten sanatçı, talep eden, tüketen okur/izlerle beraber nerdeyse 10 bin kişi arasında kendi kendimize dönüp durduğumuzu söylüyordu. 85 milyonluk ülkede çok küçük bir azınlığız belki ama ben kalbe dokunmaya bakarak devam etme yolunu bir kez daha seçiyorum. 

 ın yazısından, yazmış olmasından ilhamla bu haftayı da tamamlamış olmanın mutluluğunu yaşıyorum.

Bir de dönüp okuyunca gördüm ki epey bir şeyler yapmışım. Mutfakta ter döktüğüm, sallanan sandalyemde oturup tığ ile örgü ördüğüm zamanları da katarsak dolu dolu geçmiş günler. Yorgun muyum hem de çok ama elimde bir yazı daha var. Kendimi de tebrik etsem, maşallah desem, sırtımı sıvazlasam olur sanırım. Bu konuda yeniyim ama öğreneceğim.

Okuyanlar bir el sallayın hadi.

Hepimize iyi haftalar dilerim. Mayıs artık baharla gelsin. (Bu satırları yazarken Ankara’da şiddetli dolu yağışı var.) Yaz değil ama bahar çok özlendin…

Not: Bu yazı 1 Mayıs 2025 tarihinde  https://handankilic.substack.com/p/ne-haftayd-nisan-da-kapattk adresinde yayınlanmıştır.

Kupa

  Seramik kupayı kahveyle ağzına kadar doldururken sırrının çatladığını gördü. Ne ara damar damar yol olmuştu! “Az pişmiş toprak işte, ne ...