DAĞ KADINI WOMAN AT WAR 2018




SİNEMA GÜNLÜĞÜ 87.FİLM


-Spoiler içerir -




Dağ Kadını olarak dilimize çevrilen ve dün gece TRT2' de gösterilen harika bir filmden bahsetmek istiyorum. Cannes Film Festivalinden ödüllü yapım 2018 İzlanda-Fransa-Ukrayna ortak çalışması. Yönetmeni, Atlar ve İnsanlar’la tanınan Benedikt Erlingsson.


Bir gizli kadın kahramanın, bir eko-savaşçının hikayesini hicivli bir dilde anlatan senaryo annelik kavramı ile zenginleştirilmiş. Toprağını ana kabul eden, bu kadın, ülkesinin küresel sermayeye yenilmemesi için tek başına bir mücadele veriyor. Aslında bir koroyu çalıştıran, hayatının merkezinde müzik olan bu kadın yıllar önce evlat edinmek için başvuruda bulunmuş ancak olumlu bir cevap çıkmayınca yine çevreci aktivist mücadelesine dönmüş. Tam bu hayalinden vazgeçmiş ve eylemlerine devam ederken Ukrayna'da savaşta anne babasını yitiren kimsesiz bir kız çocuğunu evlat edinebileceği haberi geliyor. 


Kan bağı olmadan savaş mağduru bir çocuğa annelik yapmak ile milletini doyuran topraklara, dünyaya sahip çıkması arasında bir bağ kurulurken birini tercih etmemek zorunda kalmaması ve ortaya çıkan kardeşi ile beraber hareketi seyretmeye değer eğlenceli ama aksiyon sahneleri ile söylemek istediklerini göstermeyi, daha doğru ifade ile hissettirmeyi başaran bir film oluyor. 


Yaptığı protestolarla terörist muamelesi gören kadın yerine turist olarak gezen bir başkasının defalarca gözaltına alındığını gösteren yönetmen ülkedeki yabancı düşmanlığına, özellikle de İslamafobiye vurgu yapmış. Eylemlere Twitter üzerinden destek bulan bu gizli kahramana karşı hükümet üyeleri bazı taktiklerle baş edebiliriz diyor. Hemen algı operasyonları ile tabiatı korumak ve topraklarının küresel sermayenin kurbanı olmamasını isteyen kadını ülkenin geleceğini tehdit eden, yazdığı manifestoda kanunlar üstündeki kanunlara dikkat çektiğinden işaretle konuyu çarpıtarak tüm televizyon kanallarıyla ortak hareket edip onu terörle özdeşleştiriyorlar. Böylece halkın destek vermesini engelliyorlar. Film bu açılardan da oynanan oyunları göstermesi açısından son derece başarılı. 


Bu çok katmanlı ve meselesi olan değerli filmi, (buraya linklerini bıraktığım) iki uzman görüşü eşliğinde izlerseniz çok daha zenginleşmiş olarak bitirirsiniz günü. TRT2' nin Film Önü ve Film Arkası programlarını filme katkıları nedeniyle çok seviyorum. 


Şimdi biraz da bu programlardan aldığım notlar ve filmin düşündürdükleri ile devam edeyim:


Öncelikle filmin müzikleri şahaneydi. Hele de her duruma uygun şekilde müzik yapan bir grup ile Ukraynalı üç kadının belirip söylediği şarkılar çok güzeldi. Bu teknikler başka filmlerde de kullanılmış ama burada kadının kafasında çalan bu ayrıntıların çekimler esnasında oyunculara, izlerken de bizlere dinletilmesi ve seyrettirilmesi çok eğlenceli bir film ortaya çıkarmış.


Bunu sevme sebebim sanırım benim de her duruma göre zihnimin sekmelerinde açılan şiirler, müzikler, hikayeler olması. Bunun somutlaştırılarak verilmesi insanı gülümsetiyor. 


Tragedyalarda Yunan Korosunun ortaya çıkışı gibi filmde müziğin kullanılması özel bir durum diyor Alin Taşçıyan ve hiç bilmediğim sadece festivallerde gösterilmiş yukarıda afişi olan bir Türk filmden bahsediyor. Bunu da bulmalı, izlemeli. 


Sonra kocaman elektrik direklerine ok atmasında mitolojik bağlantılar kuruyor Alin Usta. Amazonun savaşçı kadınları ile Davut ve Golyat'ın hikayesine atıf olduğunu söylüyor. Bir de Mandela ve Gandhi posterlerinin evinin duvarlarında olması ile mesaj veriyor. Eli kolu bağlı evde oturmayıp dünya için bir şeyler yapmayı, aktivist olmayı, sıradan insanların da yapacağı şeylerin çok olduğunu söylüyor. 


Daha az tüketmek, karbon salınımı azaltmak, doğanın katline dur demek gibi bireysel tercihlerle bize emanet edilen dünyaya sahip çıkmamız gerektiğini hatırlamalıyız. Umutsuz olmamalıyız ama gidişat bu umursamazlıkla pek parlak değil. 

Küresel ısınma dünyayı kasıp kavururken, Avusturalya kıtası içimizle beraber yanarken aktivist kadının da ülkesinin yakın olduğu kuzey denizinde buzullar eriyor. Dünya hem içindeki insanların çürümüş kalpleri, umutsuz halleri ile bir çöküşe doğru giderken mevsimsel dengelerin değişimi, iklim krizinin patlak vermesi ile komplo teorilerinin işlendiği, yıllarca önce çekilen kıyamet senaryolarındaki sahnelere ev sahipliği yapıyor. Tek tek herkes üzerine düşeni yapmaz ise yakında açlık oyunları, tokluk savaşları başlayacak. 

Bu nedenle meselesi olan bu filmi ve linklerini bıraktığım programları izlemenizi şiddetle tavsiye ediyorum. Bu sefer az spoiler veriyorum. Çünkü şaşırtıcı bir final var. 

Bu dünyayı atalarımızdan emanet aldık. Torunlarımıza teslim edeceğiz. Unutmayalım ki, emanet önemlidir, hele ki böyle kitleleri ilgilendiren konularda. Ve hıyanetin cezasını herkes çeker. 












KAR YAĞMIŞ YOLLARA, ÖRTÜLMÜŞ İZLER... CEM ADRİAN



Her şey yılbaşında erken doğum günü kutlaması isteyen yeğenim Mesut Emir'in kardan adamlı pastayı seçmesiyle başladı. Dün yani 5 Ocak onun doğum günü idi. 5 yaşını doldurdu. 

Yıllar ne çabuk geçiyor. Doğumu beklediğimiz o gece hala aklımda... Onu karşılamaya İzmir'e gidişim ama geç kalışı... Bütün geceyi uyanık ama neşeli geçirip tam benim duruşma için Ankara'ya dönmem gerektiği sabah hava alanına giderken kardeşimin alelacele hastaneye yatırılışı, Ankara'ya o gece ilk yoğun karın yağması, yıllar önce İzmir'e bir gün yağan karda babamın içinde bulunduğu servisin devrilip elinin parçalanması, aylarca geçirdiği ameliyatlar, bunun içimize saldığı korkularla Ankara'da nasıl araba kullanacaksın diye endişelenmesi, arabanın hava alanı otoparkında olması sebebiyle toplu taşım kullanamayacak olmam, Esenboğa'nın adının boş yere böyle zorlu olmayışı, Atakule'ye yakın evimin bütün yokuşlarının karla kaplanması, yine de yavaş ve seyirlik manzaralar eşliğinde keyifli bir yolculukla eve varıp duruşmaya kadar kestirecek vakit bulmam, bu arada yeğenimin son anda sorun çıkarıp bu dünyaya gelmeme konusunda inatlaşması sonucu doğum şeklinin değişmesi derken 5 Ocak hatıraları ve heyecanları ile hep içimde kalacak bir tarih:)) 

İşte yine Mesut Emir, yine o meşhur inadı, illa ki kardan adam diye tutturuşu ve Avusturalya yanarken Ankara'nın ilk yoğun kar yağışının başlaması. 

Yine de çok özlemişim beyazı, karı, yeğenlerimi... Bir İzmirli olarak ayrı sevinç dolsa da içime, ne zaman çıkıp yürürüm bilmiyorum. Yıllardır kar görmemiş biri olarak şimdilik camın arkasından bakıyorum sabah sürprizine:)) 

Umarım sokaklarda yaşayan insanlar için Büyükşehir Belediyesinin çalışmaları yeterli gelmiştir. Üniversite öğrencilerinin (iki günde biri tıp fakültesi öğrencisi dört genç) gelecek görmeyerek, yaşamak için sebebim yok, işsizim, cebimde bir TL var diyerek intihar ettiği şu günlerde karın gerçekleri örten bir örtü olmaması dileğiyle... 

Muhteşem sesi ve yorumu ile Cem Adrian huzurlarınızda...   



Sen Gel Diyorsun (Öf Öf)

Cem Adrian
Aramıza girmiş dağlar, denizler
Gelemem diyorum öf öf, sen gel diyorsun
Kar yağmış yollara, örtülmüş izler
Örtülmüş izler
Bulamam diyorum öf öf...
Sen bul diyorsun
Sen bul diyorsun
Kar yağmış yollara, örtülmüş izler
Örtülmüş izler
Bulamam diyorum öf öf...
Sen bul diyorsun
Sen bul diyorsun
Sanma bu sevgimiz sence yaygara
Ne dertler bıraktın öf öf, hep sıra sıra
Sen yoksun ya böyle ıssız Ankara
Sensiz Ankara
Duramam diyorum öf öf...
Sen dur diyorsun
Sen dur diyorsun
Sen yoksun ya böyle ıssız Ankara
Sensiz Ankara
Duramam diyorum öf öf...
Sen dur diyorsun
Sen dur diyorsun
Kızıltuğ'um baharı…

Söz: Ali Kızıltuğ

Müzik: Aşık Emrah (Hamza Başyurt)


Düzenleme: Cem Adrian











The End of The F***ing World Dizisi Üzerine


SİNEMA GÜNLÜĞÜ 86 

-Spoiler içerir -

Sevgi hayatı yaşanır kılan vazgeçilmezimizdir. Şanslı isek sevgiyi bize verebilecek evlerde doğarız. Kültürümüzde yeni doğan bebekler için yapılan en önemli temennilerden biri "Allah analı babalı büyütsün"dür. Bu diziyi izleyince bunun ne denli değerli bir dua olduğuna bir daha inandım. 

The End of the F***ing World, Charles Forsman'ın aynı adlı bir grafik romanına dayanan, İngilizlerin karanlık komedi-drama türünde çektiği bir dizi. Süresi yirmi dakikadan oluşan sekiz bölümlük dizinin iki sezonu var. 17 yaşında iki gencin yaşadıkları talihsizlikler üzerine çekilen dizi, kısa süresi ile tam da süreçlerden sıkılan sabırsız ve robotlaşmış günümüz gençlerince severek izlenen bir yapım olmayı başarmış. Sürekli küfürlü konuşan ve bunu normal gören gençler de isminden ve alışık oldukları İngiliz aksanından farklı diziye ayrı bir sempati duymuş olmalı. 

İMBD 8.4, Netflix'te de tam not alan bu diziyi bana ergenlik çağında olan oğlum tavsiye etti. Ben de onu ve günümüz gençlerini daha iyi anlamak için seyrettim. Ama doğrusunu söylemek gerekirse, duygusal yönü güçlü biri olarak bu kadar duygusuz, sevgisiz gençlerin olduğu bir yapımdan irkildim. Çok sevilen bir dizi olması, şiddetin bu kadar sıradanlaştığı şu günlerde beni iyice düşündürdü.

Dünyanın nereye gittiğini sürekli sorguladığımız günlerdeyiz. Her yeni acı olayla bir öncekini unutuyor, zamanla da duyarsızlaşıyoruz. Akıl sağlığımızı korumak için normalde bir insanın dengesini yitirmesine sebep olacak bunca acıyı, haksızlığı görmezden geliyoruz. Ama bu üç maymunu oynama, susma halleri de ayrı veballer yüklüyor omuzlarımıza. Sustukça toplum olarak, belki de dünya olarak bir lanete maruz kalıyoruz. 

Her yerden cinnet haberleri geliyor. Özellikle de bizim coğrafyamızda. Bu nedenle insanların umudunu yitirip topraklarını terk ettiğini ve gittiği yerde "Dünyada cennet varmış" derken ülkesini hiç özlemediğini biliyoruz. En fazla akıllarına gelenin kokoreç olduğunu, kimisinin de kalan dostlarını ara sıra anımsayıp hey gidi derken keyifli içeceklerini yudumladığını sosyal medya hesaplarından görüyoruz. 

Ama biz ne kadar haber izlemesek de TT olan isimleri tıkladığımızda her gün başka bir fenalığın tanığı daha oluyoruz. Özellikle intiharlar, cinayetler, çocukların gözü önünde yaşanan travmatik boşanma süreçleri, şiddetin normalleşmesi sonucunu doğuruyor. 

Kimse artık analı babalı büyürken mutluluk dolu yuvalarda yaşamıyor. Sevginin bittiği, herkesin buna aç halde yaşadığı evler sadece bir çatı. Dışarının kaosundan kurtulup sığınılan mekanlar da, sevgi ile yuvasında yenilenen kadınlar ve erkekler de yok. Herkes kendi derdinde ve çocuklar ellerindeki tabletlerle şiddetin sıradan, kanın oluk gibi aktığı filmlerle, dizilerle, oyunlarla oyalanıyor. Sanırım o nedenle giderek duygusuzlaşıyorlar.

Aslında bu globalleşen dünyada yaygın bir tehdit. Zaten dizi de 2017 yılında İngiltere'de çekilmiş.  

Yazar- Akademisyen Nihan Kaya'nın "İyi Aile Yoktur- İyi Toplum Yoktur-  Bütün Çocuklar İyidir" isimlerindeki kitap serisini okumanın tam vakti. Aslında psikoloji doktorası yapmış olan yazarın kitaplarda bahsettiği aileler bizim huzurlu sandığımız, taciz, ensest yaşamamış normal ailelerdeki çocukların yaşadıkları içsel kırgınlıklar, yoğunluktan ve yorgunluktan çocuklara vakit ayrılmaması, tercihlerinin sorulmaması, birey değil de aman çocuk işte diye geçiştirilmiş olmanın ruhlarda bıraktığı yaralar, travmalar. Toplum baskıları, okullardaki tek tip insan yetiştirme politikalarının yarattığı emme basma tulumba gibi başını sallayan, tepkisiz insanlar anlatılmış kitaplarda. Yani bu dizideki gibi ciddi psikolojik rahatsızlıkları olan bireyler değil konu. Ama çocuklar öyle hassas varlıklar ki, okuyunca görüyor, kendi hayatlarınızdan pay biçip hak veriyorsunuz. Bu durumda ciddi travmalar yaşayanları da algılayabiliyorsunuz. 

Nihan Kaya, kendini her türlü kavgadan, huzursuzluktan sorumlu hisseden insanlara, maruz kaldığı hareketler yüzünden bu duyguları yaşadığını anlatan, bir nevi yüreklerine su serpip kendi çocuklarına daha dikkatli davranma farkındalığı kazandırmak isteyen bir kitap serisi yazmış diyebiliriz. Ama şu notu düşmeli, akıcı ve okuması kolay gibi duran kitap kendinizle yüzleşmenizi gerektirdiğinden epey efor sarf ettiriyor. Yine de farkındalık için okunmalı.  ( Ayrıca kitaplarda bahsettiği konuları anlattığı bir youtube kanalı ve ciddi paylaşımlar yaptığı sosyal medya hesapları var. Okumaya fırsat bulamayanlar da izleyerek/ dinleyerek mevzudan haberdar olabilirler. ) 

Tekrar konumuza dönersek Charles Forsman'ın çizgi romanından uyarlanan The End of The F***ing World, karanlık ve karmaşık zihinlere sahip iki gencin hikayesini konu ediniyor. 

İlk sezonda 17 yaşında bir genç olan James, beş yaşlarında iken annesi gözleri önünde intihar etmiş, babasının tüm ilgisine rağmen anne sevgisinden mahrum ve kaybı travmatik olması sonucunda sosyopat bir genç olup çıkmış. Hayvanları keserek başladığı canilik kariyerine insanlarla devam etmek istiyor. Bu sebeple seçtiği Alyassa ise çok sevdiği babasının terk edip gittiği, genç annesinin bir başka adamla evlendiği, ondan ikiz kardeşleri olan, üvey babanın tacizi ve annesinin ilgisizliğinin travmalarını yaşayan bir kız. 

İki karakter de buz gibi soğuk. Sanki yaşamıyorlar gibi. Sevginin nasıl sıcak ve kuşatıcı olduğunu, insanın içinden gelen o gücü harekete geçirdiğini anlıyorsunuz. Bu çocuklar yaşadıklarından kaçıyorlar ve başlarına yol boyu daha da kötü olaylar geliyor. 

İkinci sezonda bir karakter daha katılıyor. Aşırı mükemmelliyetçi bir annenin sürekli cezalandırarak büyüttüğü, cezanın sebebinin sevgisi olduğuna inandırdığı, babasız büyürken kendinden çok büyük bir adama aşık olan zenci genç bir kadın. Aslında adam Hocası olduğu üniversitenin kız öğrencilerine şiddet uygulayıp onlarla beraberliklerini kayda alan, bu nedenle yargılansa da güçlünün kendini kurtardığı bu dünyada paçayı mahkeme önünde sıyıran yazar. Ama hayatında sevgi görmemiş bu kadını bir kaç sözüyle kendine bağlıyor ve kadın tam bir büyülenme ile intikam meleği oluyor. 

Sevgi yoksunluğu çeken insanların sorununun sevginin ne olduğunu bilmemeleri ve çabuk kandırıldıkları bazen de bunun farkında olsalar da sahte bile olsa sevgi ile temas etmek için kendilerine yalan söylediklerini ifade eden anlatıcı gençlerin iç konuşmalarını da veriyor ki, bazı duygu kıpırtılarını böylelikle görüyoruz. Ama daha fazlasına müsaade etmiyorlar. Bir nevi tekrar terk edilme acısı yaşamamak için gardlarını alıyorlar. 

İnsanın travmatik olaylara takılı kaldığı, bu konuda yardım almazsa kendine yarattığı parmaklıklar arkasından hayata dahil olmadan yaşadığı gerçeğini güzel anlatan dizi gençlerden ziyade büyüklerce izlenmeli derim. 

Bu dünyaya çocuk getirmek kararı, girdiğin sorumluluğun farkına vardığında insanın tüm özgürlüklerini elinden alan ağır bir durum. Bu nedenle iyi düşünülmesi gerek. 

Zaten dizide de genç kız, annesinin ilgisizliği, üvey babanın tacizlerinden bıkıp öz babasını bulmak için umutla yola çıkıyor. Babası ile karşılaştığında hayal kırıklığına uğruyor. Bunu "Birini yıllarca görmeyince vereceği cevapları kafanızda büyütüyorsunuz" diye ifade ediyor. Sorumsuz babasına da, "Eğer onu terk edeceksen gidip çocuk yapmamalısın. Çünkü ömürleri boyunca o çocuklar ne yaptıklarını düşünürler" diyerek isyan ediyor.

Babası ise son derece duygusuz bir şekilde, başka bir kadından olan oğlunu da terk ettiğine şahit olan kızına "Bu kurban numaralarını bırak, beni de sevmediler. Ne anne kucağı gördüm, ne emzirildim, herkesin bir sebebi var." diyebiliyor. 

Evet, herkesin bir sebebi, ihmal edilmişliği, yalnızlığı var. Bunlara takılı kaldığında ya da sevgi ipi koptuğunda bir baş dönmesi ile denize düşen insan yılana sarılacak kadar ciddi hatalar yapıyor. En iyi ihtimalle ise kendisi gibi bir yaralı bulup el ele kıyıya çıkacakları zannını yaşıyor ama psikolojide iki yarım bir tam etmiyor.   

Madem bir insanın ruh ve beden dünyası anne ve babasının ellerinde, onların tavrına göre dünyayı kurtaracak güzel işler yapan insanlar ya da dünyanın sonunu getirecek kötülüğü büyüten canavarlar yetiştirmek şansları var, o zaman ebeveynler tercihlerini bu sorumlukla beraber yapmalılar. 

Dizide, "Olacakları engelleyemezsiniz, ancak olduğunda baş etmeye çalışırsınız" diyor kahraman. İşte insanın hayatın getirdikleri ile mücadele yerine dans ederek akışına bırakması için psikolojik olarak sağlam, tek başına bir bütün olması gerekiyor. Huzurlu, sağlıklı bir toplum için bu gerekli. 

Kötünün seyredilerek ibret alınması mümkün oluyor mu yoksa dizilerde açıkça gösterilen bu kötülükler içlerinde bu yönde dürtüler olan insanlara bir cinnet anında fırlayacak şekilde bilinçaltına depolanıyor mu bilmiyorum ama bu dizilerin çok seyredildiği, şiddetin de giderek yaygınlaştığı ortada.   

Ruhun yitirildiği, maddi ihtiyaçları karşılansa da sevgisizlik ve ilgisizlik bahtsızlığının her eve bulaştığı bu çağda insanın iyi olarak kalabilmesi için, farkındalığını geliştirmesi, kendine bir ideal, uğruna yaşanacak bir uğraş bulup içindeki sevgi ırmağının debisini arttırması gerek. Yoksa kendisi de susuz kalır. 

Sevin, sevginizi sunun. Kendinizle bütünleşin, evlatlarınızın ve sevdiklerinizin de kendilerini bulmaları, tam olma çabalarını destekleyin. Yoksa kötülük bir yerde yolunuzu keser.    

#ouroboros ya da #ıspanaklıpırasalıbörek





#ouroboros :)) ya da #ıspanaklıpırasalıbörek :)))

Kendi kuyruğunu ısıran bu yılan kendini yaratmayı sembolize eder. Börek de yaşam döngüsünün bir parçasıdır. Bitkiden hayvana dünyadaki her şey insan için çalışır. Hepsi elimize gelir. Dünyaya zarar veren faydasız varlığın istisnası  anneler de azot döngüsünün fedakar varlıkları olarak onları yaşam için gerekli şekilde bizle buluşturur:) Annem olmayınca yanımda yaşam döngüsünde yerimi aldım #2020yeniyıl ına misafirlerim için böreklerimi sararak hazırlandım ☺️

Rahmetli #ouroboros u düşünerek doğradığım pırasalar beş su yıkadığım ıspanaklarla beraber can verirken peynirle canlanıp soğudular bir kenarda. İçimizin soğuması önemli ne de olsa:)) İnsanın ateşi sönmeli ki sağ duyulu yaklaşabilsin, boş yere kendini yemesin. İşte sonra bizim bu yılanı düşünerek döndürdüm yufkaları :)) 

#nietzsche #böylebuyurduzerdüşt de der ya “Her şey gider, her şey geri gelir, sonrasızca döner varlık çarkı. Her şey ölür, her şey yine çiçeklenir, sonrasızca sürer varlık yılı” 

Kendi kuyruğunu yiyen yılan temel anlamıyla öz yaratımı temsil eder. Kendinden kendini doğurmak, benliğinin fazlalıklarını törpüleyerek kendimizden kendimizi inşa etmeye kadar genişleyen anlamları vardır.

Sonuçta bize hizmet eden bir azot döngüsünün farkındalığı ile hakikati aramak hepimizin yaşam sınavı. Eee aç karnına da hiç bir şey olmuyor. İnsanın kendini bulması, bu koca kainatta varlık sebebini sorgulaması için bile ihtiyaçlar hiyerarşisi piramidinin zirvesine yol alması, güvenlik, fiziki ihtiyaçları karşılaması gerekiyor ki, sanata vakit ayırabilsin. Varoluş kaygıları çekebilsin. Epey lüks bir durum yani kendinden kendini inşa etmek. 

İşte anlamları böyle çok derin olsa da en kısa şekliyle “Başlangıçtan beri şeyin içinde var olan ya da kendini yok edilmez kudreti veya tabiyatıyla sürdüren ilkel birlik ve bütünlük iddiasını simgeler" diyor vikipedi. 

Tüm kadim toplumlardan karşılığı olan bu kavramın üzerine düşünmeli derim. Yılın son günü lafı çok uzatmayalım: Kendi kendini faydasız, müdahale şansı olmayan konularda boş yere üzmemeli. Kendi kendini yememeli börek yemeli. Kendimizden kendimizi doğurmak için fazlalıklarımızdan kurtulduğumuz bir yıl olsun 2020 diyerek yeni yılı kutlayalım 

#mutluyillar


Yaşam döngüsü:))



VAY VAY VAY KİMLER GELMİŞ



"Vay vay vay kimler gelmiş" diyerek kapattım kapıyı. 
Bakıştık. 
Yeniden aynı heyecan. 
"Çok pis özlemişim zaten" diyen Nazan Öncel ve Manuş Baba'ya selam çakarak açtım paketi. 
O koku... 
Derin derin içime çektim. 
Çayı demledim. Onun vakti saati gelene kadar da kahve yaptım. Beraber içeriz. Göz göze, diz dize... 
Kokusunu görüp, tadına dokunacak kadar,  beş duyunun hepsi hatta daha fazlası ile hissederek.

"İnsan bazen susmak ister, susmak da güzeldir bazen" diye düşünürken mırıldanmaya başlamak... O sesli kahkahadan hemen öncesi. Gülümsemek ve mırıldanmak...

ÖLÜLER KONUŞMALI
Dirilerin HER ŞEYE SUSTUĞU bu dünyada evet, evet ölüler konuşmalı. Söylenmemişleri haykırmalı. Sevdiğini söyleyememişlere ibret olmalı. 

"Ölüm var, geç kalma" diye hatırlatmalı.
Bu günün işini yarına bırakma, sözü erteleme, hayatı perdeleme demeli.

"Susma, sustukça sıra sana gelecek" gerçeğini başına iş gelmeden fark etmeli. Haksızlıklar karşısında ses olmalı, ses, tepki, kurtuluş için uzatılan bir el, masumun, mazlumun sevgiyle tutmalı elini.

Ama önce en yakınlarımızın, kalbimizin sahiplerinin hakları verilmeli. Çünkü ölüm var.

Çalakalem başladığım bu yazıyı uzatmayayım, çünkü beni bekleyen iş çok. Yılın son ve ilk haftasının beraber yaşandığı bu özel zamana bir not düşeyim de bu da burada dursun istedim. 

30 Aralık 2019... İçinde öykümle yer aldığım "ÖLÜLER KONUŞMALI" adlı kitap çıktı ve kargodan elime ulaştı. Söylenememişlerin yazıldığı derleme kitap SIFIR YAYINLARI'ndan basıldı. 

Kitaba yakın zamanda yayınevinin internet sayfaları üzerinden ulaşabilirsiniz. Ama imzalı isterseniz bana   yazdikcayazasingelir@gmail.com  adresinden bir ileti göndermeniz gerekmekte. 

2019 gider ayak yüzümde bir tebessüm bıraktın. Teşekkür ederim. 

2020 de fısıltılar nehir gibi çağıldayan bir konuşmaya dönsün...
Akışı seyredelim, gülelim. 

Anda kalmayı, akışına bırakmayı idrak edip uygulayabildiğimiz bir yıl olması temennisiyle...

MUTLU YILLAR:)

   




VE 2019'DA BENİ MUTLU EDEN BİR ŞARKI İLE MUTLU YILLAR... PİNK MARTİNİ, AMADO MİO 


NOT: Bu şarkının sözleri ve çevirisi için tıklayınız.

AYDİLGE HALİL SEZAİ AŞK YÜZÜNDEN


















Anlatsam kim anlar ki
Yarım kalmış hikayem var
Anlatsam kim anlar ki
Yarım kalmış hikayem var
Bu yalnızlık geçer belki
Nasıl hain bu akşamla?
Yandı canım biter mi yakanlar?
Yandı canım kim üflerndağlanır yaralar?
Yandı canım söner mi hala?
Bende yine de aşkın var
Ben vurulduğum yerlerden yaralanmış izlerden
Yorgunum ezelden aşk yüzünden aşk yüzünden ben
Vurulduğum yerlerden yaralanmış izlerden
Kim sever içinden? en derinden en derinden ben
Kalbimden düşen yazlar
Kışa döndü sokaklar kar
Kırıldıkça keser camlar
Senin de cam bir kalbin var
Yandı canım biter mi yakanlar?
Yandı canım kim üfler dağlanır yaralar?
Yandı canım söner mi hala?
Bende yine de aşkın var
Ben vurulduğum yerlerden yaralanmış izlerden
Yorgunum ezelden aşk yüzünden aşk yüzünden ben
Vurulduğum yerlerden yaralanmış izlerden
Kim sever içinden? en derinden en derinden ben


21 ARALIK EN UZUN GECE ŞEB-İ YELDA


   
En UZUN gece... 21 Aralık...

Coğrafya biliminin tespitine göre böyle. Dünyanın hareketleri işte :)) Bu konuyu hiç sevmezdim. Üniversite hazırlıkta iken denemelerde üç soru çıkardı bir türlü bu konu yüzünden sosyali ful çekemezdim. Sanırım bu nedenle ya da dünyanın bir bir hali işte bu konu beni hep germiştir. Dolayısıyla en çok çalıştığım konu olmuş sınavda da bu soruları doğru cevaplayınca puanım fırlamış, öylesine tepeye yazdığım hukuk tercihine yerleşmiştim. Tercih dediysem şimdiki gibi değil. Gençler şanslı, şimdilerde ellerindeki puana göre sıralama yapıp ayaklarını yorganlarına göre uzatıyorlar. Biz, üniversite sınavına girmeden bu tercihleri yapmak zorunda kalan, piyangodan çıkmışcasına sürprizlerle karşılaşıp aslında istemediği yerlerde kendini bulan insanlardık. 

Ben de bu dünyanın hareketleri konusunu öğrenmesem belki bu gün yaşadığım zorlu hukuk yolculuğuna çıkmayacaktım ama kader işte. Hayat yazıyor, biz oynuyoruz. O yüzden hem geceleri yaşayan biri olarak en uzun geceyi sever hem de içimde arka akaya devrilen keşkeler bloklarının altında kalırım her 21 Aralık'ta. Oysa senaryosuna çok da müdahale şansımız olmayan yaşamlarımızda hepimiz bir oyuncuyuz. Sinopsis de elimizde yok. Dolayısıyla hayat belirsizliklerle dolu. Bu bazen bir nimet, misal öleceğimizi bilip tarihini bilmememiz gibi bazen de imtihan sebebi: Uzun gecelerin hiç bitmemesi gibi.


O yüzden fizik aleminde en uzun gece şuan içinde bulunduğumuz 21 Aralık olsa da, ruhen uzun geceler başka başkadır:

Ölüm döşeğindeki bir hastanın hali ile ameliyattan çıkan ve o geceyi atlatırsa yaşama bağlanacak bir insan ile onu dışarıda bekleyen ailesinin ruh hali 21 Aralık'la kıyaslanamaz. 

Yine sancılarla doğumu bekleyen bir kadının korku dolu gecesi ile dışarıda dokuz doğuran babanın en uzun gecesi de mucizeye şahit olana kadar sürer.

Bir gün evinden çıkıp işine giderken başına gelen kötü bir kaza sonucu kendini nezarette bulan, cinnet geçirip katil olan ya da bir iftiraya maruz kalıp haksız şekilde gözaltına alınan bir insanın demir parmaklıklar ardından geçirdiği uzun gece(ler) dünyanın hareketleri ile kıyaslanamaz. 

Evde anne ya da babasının geleceği zamanı bekleyen yavruları için hayat o gecede durmuş, yıldızlar kaybolmuştur. Bunu uzaktan seyreden hatta o çocuklara yardım eden insanlar o uzun gecelerin ne olduğunu hayal bile edemez. Çünkü sarsıntılar her yürekte ayrı etki yapar. Herkes bunu bazen, gel sen ne çektiğimi bir de bana sor diyerek haykırır. Kimi zaman da gözyaşlarını içine akıtır.

Depremlerde yıkılan yapılar bazen güvenli olduğu söylenip oturma izni verilse, güçlüdür dense de, sarsıntının merkez üstüne yakın olan yerlerdir. O yüzden göçük altında bekleyen insanların uzun geceleri ile 21 Aralık boy ölçüşemez. 

Sevdiğinin nerede olduğunu bilmeden onu bekleyen bir kayıp yakının her gecesi uzundur. Nasıl olduğunu anlamadan bir yere kapatılan bir insanın, ne zaman çıkacağını bilmediği hücresinde yaşadığı gecelerin uzunluğuna gündüzler de katılır. 

İstemediği bir adamla evlendirilen çocuk gelinlerin ilk gecesinden son gecesine kadar hayatları bu bitmez zulmün pençesindedir. Sevdiğinin başka birine yar olduğunu gören gencin ızdırabı uzun geceler sürer. Aşkına karşılık bekleyen bir kalbi kırığın ise her gecesi şeb-i yeldadır.   

Gidenleri bekleyen kara sevdalılar için de geceler zor geçer. Unutmak nimeti ile kalpleri taçlandırılanlar için de bazen 21 Aralık o bitmez beklemelerini anımsatır. Şarkılar o gece kalbe değmez adeta delip geçer. 

Zamanın hükmünü yitirdiği bir konudur aşk. Eğer kalp, o çilesi bitmez çöle bir defa düştüyse ona her gün en uzun gecedir. Kavuşma anı, en çok beklenen, maşuk en çok özlenendir. Bazen bunu hiç bir zaman bilmez ki, müthiş bir ışıktan uzaktadır. Bazen de özleyenin ateşi maşuk için yetersiz kalır yine kaybeden taraflardır. Ama en çok acıyı her zaman bekleyen çeker. Çünkü belirsizlikler kadar insanı yoran hiç bir şey yoktur. Bu şarkı bu acıyı ne güzel anlatır.

Hayat bir beklemeler manzumesi... İrademiz dışında geldiğimiz bu dünyadan yine aynı şekilde gideceğimiz dışında kesin bir bilgi yok. Yayalım diyeceksek tek gerçek bu: Öleceğiz. Hiç bir yaşam sonsuz değil. Dertler de sevinçler de baki değil. Uzun geceler, bitmeyen kışlar da yok. 

Bu gün işte en uzun gece, bundan sonra hem kış başlıyor hem de gündüzler uzuyor. Bu ironik durum bile karanlık ve soğuğun ışık ve sıcakla hayatlarımıza dönüşümlü olarak konuk olduğunu anlatan bir döngü. Ve çok şükür ki, günler de insanlar arasında döndürülüyor. 

Uzun gecelerin parlak gündüzlere yerini bıraktığı bu döngüsel gecede 2020 için iyilik, yerleştiği kalplerden hayatlara aksın diyelim. 

Bolluk, bereket, huzur beklemekten yorulan, istemek arzusunu çoktan kaybetmiş, bir nevi yaşayan ölüye dönmüş, bir türlü gelemeyen güzel günlere bazen umutla bazen sitemle türküler yakan insanımıza Suavi'nin sesinden Tükenme diye seslenelim. Çünkü döngü der ki, bu gün çocuklar ağlıyorsa yarın "Çocukların ellerinde güzel günler var" MFÖ' nün mısraları ile sözü bitirelim: "Bırakmazlar Sahibim var"



NOT: Bu yazı plansız, çalakalem yazılmıştır. Başlarken instagram hikayelerinden yola çıkarak ritüellerden bahsedecektim ama içimden bunlar geldi. O konu bir dahaki yazıya kaldı.
                  

Çam Ağacının Gölgesinde Ekşi Sözlükte

Ekşi Sözlük sürpriziyle karşılaştım bugün.  Oradan verilen linkteki yazı aşağıdadır:  Medium sitesinde yayınlanmıştır.  Teşekkürler Handan K...