Yıllardır kullandığım, romanıma da aldığım, adeta dilime pelesenk olmuş bir cümlem var: “Hayat denen sürprizler ve ihtimaller manzumesinin bizi nereye götüreceği belli değil.”
İşte yine bu belirsizliği deneyimlediğimiz günlerden geçiyoruz. Dış dünya ve içerde akan nehrim ikisi de belirsizlikle coşkun.
Geçen Perşembe buraya ilk yazımı yazdıktan sonra yeni bir yerde olmanın heyecanını duymuş, aldığım dönüşlerle de mutlu olmuştum. Hafta içi notlarımı alayım da bir sonraki Perşembe yazımı kolayca yazarım demiştim. Ama tabi olmadı. İnsan hayatın içinden geçerken bir dakika burayı not almalıyım diyemiyor. Her zaman çantamda not defteri ve telefonun notlar kısmını aktif kullanan biri olmuşumdur. Bazen rüyadan uyanıp not ettiğim bazen de not ettim sanıp sabah yazarım dediğim ilham cümlelerinin sevinci ve hüznü arasında salınır dururum. Ama hayat işte bir gün önceki heyecanın ertesi gün hiç anlam ifade etmez bir hale gelebilir.
Cuma gününü arkadaşımın yeni çıkan öykü kitabını okuyarak geçirdim. Cumartesi öğleden sonra dergisi de olan bir yayınevinin kendi mekanında söyleşi ve imzası olacaktı. Sabah simsiyah bir gökyüzü ve şiddetli yağış olunca iptal durumu olup olmadığını sordum. Program var ama gelmek zorunda değilsin yazdı. Güldüm ve bir saat sonra güneş açan havanın güzelliğiyle yola koyuldum. Trafiği aşıp geldiğimde söyleşi başlamıştı. Toplantılara devam zorunluğu olan bir dergiydi ve yaklaşık yirmi kişi kitabı okuyarak gelmişti. Bu büyük bir sayıdır, yazarlar bilir. Üç yakını iki arkadaşı bir kocası derken işte yirmi altı kişi vardı. Söyleşi yazarın kısa cevap veren, az konuşan biri olması hasebiyle çabuk bitti. Birkaç foto çekimi ve imza sonrası çıkalım diyen arkadaşıma tamam dedim ve yakınlarıyla beraber çıktım. Arkamı döndüğümde derginin merkezinin kapısı kapanmış ve arkadaşım ortalarda yoktu. Muhtemelen yayıneviyle beraber bir programı var, çıkalım demesini ben yanlış anladım, yazarına sahip çıkan yayınevi ne güzel diyerek Kızılay’a doğru inmeye başladım. Hava çok güzelleşmişti, Nisan yağmuru ortalığı tazelemişti. Hemen eve dönmek istemedim. Faaliyetten faaliyete koştuğundan oralarda bir apartmanda, bir dernekte, bir imzada olabilecek bir arkadaşımı aradım, açmadı. Şimdilerde yurt dışına taşınmış epey zamandır görüşemediğim ama bir zamanlar buralarda beraber dolaşıp alışveriş yaptığımız can arkadaşlarımı düşündüm. Gözlerim dolu dolu sokaklarını dolaştım şehir merkezinin. Çok değişmişti ve değişmeye devam edecekti hepimiz gibi. Bir yere oturup çay içtim ve masalardaki insanları izledim. Ya çok genç ya çok yaşlılardı ama benden başka tek başına oturan yoktu. Hayatın sorumsuzluk çağındaki bu genç ve yaşlılar arasında benim yaşıtlarım hala çocuklarının kurslarının peşindeydi. Erken anne olmuş olduğumdan yaşıtlarımla hiç yolum kesişmemişti aslında. Ben bebek bakarken onlar kariyer peşindeydi. Ben kariyer peşindeyken onlar çoluk çocuğa karışmış hemen iki sene sonra bir yenisi derken bambaşka hayatlarda farklı kaygıların peşinde olmuştuk. Okul arkadaşlarıyla böyle uzaklaşırken devamlı vakit geçirdiğimiz işyerinden arkadaşlarla ortak bir şeyler yapar olmuştuk. İşi bıraktıktan ve online çalışmaya başladıktan sonra iyice yalnızlaşmıştım. Neyse ki yazan, çizen sanal yazı arkadaşlarım vardı. Ama insan bazen yüz yüze de konuşacağı, göz bebeğinde kendini göreceği insanların aynalığını, arkadaşlığını özlüyor. Ama dedim ya benim arkadaşlarımla arama ya zamanın eli, başka dönemleri yaşayışımız ya da ülkeler arası mesafeler giriyor. Bu da bir kader. Kaderin üzerindeki kaderin çizdiği rotada, yalnızlığımda bulmam gerekenler var sanırım diye düşünerek kendimi adaşım can arkadaşımla girince dört beş çift ayakkabı aldığımız o pasaja attım. Sevdiğimiz dükkan kapanmıştı, biliyordum ama yine de tanıdık bir şeyler aradım. İnsan selinin içinde kaybolup yalnızlıktan çığlık atmak istediğim, yirmi beş yıldır yaşadığım bu gurbet şehrinde kendimi güvende hissetmek için belki de tanıdık bir his bir mekan bir hareket aradım. Hep gittiğimiz o dükkanın yerine açılan yeni ayakkabıcı kapatmak üzereydi ve acele davranmam gerektiğini söyleyen gözleriyle üzerime baskı kurmuştu. Hızlıca turuncu renkli bir ayakkabı ve sarı renkli bir terlik denedim, çok rahat geldi ve hemen alıp çıktım. Metroyla eve dönüp inince epey bir yolu koşarcasına yürüdüm ve akşam sekiz buçuktaki zoom toplantısına yetiştim. Yaklaşık iki saat toplantı, edebiyat, öykü, bana kutusundan gülümseyen ayakkabılarımla keyifli bir akşam geçirip yattım.
Pazar günü eşim bir kaç arkadaşıyla buluşacaktı. Oğlum kütüphanedeydi. Ben de gün boyu evde yalnız olacaktım. Bu benim için son derece keyifli bir durumdur. Hele de yemek yapmam gerekmiyorsa. Vakit bana kalıyorsa. Kitaplığımın olduğu odaya girer, bilgisayarımı açarım. Pazar da yetişemediğim cumartesi söyleşilerinin Youtube kayıtlarını izlerken yaz için ördüğüm çantaya devam ettim. Sallanan sandalyemde kah durup düşündüm kah izledim. Biz yazar takımının ünlü değilse işte çevresinde aynı konuya kenetlenmiş 15-20 arkadaşı vardı. Söyleşilerde gördüğüm de buydu. Arkadaşımın yayınevi gibi her faaliyette yoklama alan, diğer katılımcıların da yayınevinin yazarları olduğu yerlerde 25-30 kişiyi buluyordu. Hepimizin hepi topu okuru zaten yazardı. Al gülüm ver gülüm mü denir yoksa alma verme dengemizi koruyarak mı devam ediyoruz diye kendimize moral mi verilir bilemedim ama yazmak son derece çileli uzun bir yolculuktan geçince bile vardığı yerle yine yalnızlık veren bir uğraştır, kabul ettim. Akşam eşim yorgunum, çalışamayacağım hadi film izleyelim dedi ve aslında tarzım olmayan ama gevşettiği gerekçesiyle sıkça tavsiye edilen bir komedi filmi izledik. O yattı ben gelmeyen uykumla kütüphaneli odama döndüm. Üç gündür yazmaya vakit ayıramamamın telaşıyla çalışmaya başladım. Aslında okumak, izlemek, insan içine karışmak da yazmaktır ama eldeki öyküde de ilerlemeliydi. Sabaha karşı başımın ağrıması ve böyle bir ağrıyı hiç çekmediğimi fark edip Google’a bakıp iyice telaşlanınca eşimi uyandırdım. Acile gidelim dedi ve yaklaşık 3-4 saati acilde geçirdik. Tansiyonum rutini 10 civarı iken hayatımda ilk defa hem de durduk yere son derece sakin geçen bir günde 16 olmuştu. Dil altı hapı filmler, EKG ler derken dinlenmem gerek bir günle devam ettim. Ertesi gün de serviste bir dizi tahlile geçti. Umarım sonuçlar bir an önce çıkar ve önemli bir durum yoktur diye endişeyle beklerken dün gece ikide oğlumu halı sahada yaralanmış halde eve getirdiler. Şimdi on beş gün evde yere basmadan ayağında alçıyla yatacak.
Sağlıktan kıymetli bir şey yok. Ve insanın canı ağrıyan yerindedir. Hani Ahlat Ağacı filminde taşralı yazar karakter genç ve idealist yazana diyordu ya, şuanda seninle konuşurken belim öyle ağrıyor ki dediklerin zerre ilgimi çekmiyor diye.
Teyakkuz halinde olmak da çok yorucu. 6.5 şiddetinde İstanbul depremi haberleri, videoları da gerdi. İzmir’de 7.1 şiddetindeki depremi yaşamış biri olarak tedirgin oldum. Zaten hiçbir şeyin çok uzun yıllardır yolunda gitmediği ama bazılarının sadece kendine yapılanı görüp bir aydır her şeyin bozulduğunu düşündüğü, belki de bunun bedelini topluca ödediğimiz bu günlerde bir çocuk bayramı daha geçti. Ama biz yine “Bu gün 23 Nisan, neşe doluyor insan.” diyemedik.
(Fotoğraflar Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesinden… Kollarım kan alımlarıyla morartılmışken gözüm hep bunlardaydı.)
Not: Bu yazı 24 Nisan 2025 tarihinde https://handankilic.substack.com/p/koca-bir-delik-yalnzlk adresinde yayınlanmıştır.