LOVİNG VİNCENT 2017


SİNEMA GÜNLÜĞÜ 93.FİLM 

-Spoiler içerir -



Loving Vincent, yönetmenliğini Dorota Kobiela ve Hugh Welchman'ın birlikte yaptığı 2017 çıkışlı Polonya ve Birleşik Krallık ortak yapımı biyografik animasyon film. Film, ressam Vincent van Gogh'un yaşamı ve özellikle de ölümüne zemin hazırlayan şartları konu edinmekte.

Modern sanatın kurucularından biri olarak kabul edilen Hollandalı ressam Vincent Van Gogh’un, resim disiplinindeki öneminin dahi önüne geçen enteresan kişiliğini ve hayatını kendi tabloları aracılığıyla sinema filminde izlemek, Van Gogh hayranları için enfes bir deneyim. Fırsatını bulup izleyin derim. 

Sanat acıdan besleniyor. Dahilik ve delilik ince bir çizgi. Belki de ne sıklıkla çizgi aşılıyorsa gerçek sanat filizleniyor o yarıktan. 

"Bizler sadece tablolarımızla konuşabiliriz" diyen sanatçı fırçayı ilk kez 28 yaşında eline almış ve 37 yaşında ölmüş. Bu sekiz yılda amatörden dahi bir sanatçıya dönüşmüş. Demek ki gizli kalmış yetenekler sonradan da ortaya çıkabiliyor. Hiç bir şey için geç kalınmış değil. Umut her zaman var. Tabi ki dahi olunmaz, doğulur ama en azından yeni bir şeyler denemek için zaman ölene kadar... 

Ben sevdim doğrusu bu filmi. Hem de çok üzüldüm. Modern sanatın kurucusu kabul edilen ressam 8 yılda 800 tablo yapmış ama sefalet içinde yaşamış. Sevgisizlikten, yalnızlıktan çok acı çekmiş ve kendini tek dostu resme vermiş. Büyük sanatçının hayattayken satılan tablo sayısı ise 1:(

Onu anlatanlardan biri, her şeyi hissederdi, bu yüzden de imkansızı isterdi diyor. Onun için hayatın hiç bir detayı küçük, basit değildi. Açmış çiçekleri severdi. Her şeye değer verirdi diye ekliyor. Dünyadaki güzellikleri fark etmek için indirildiğimiz bu yerde vazifesini yapmış. Kalp gözü ile bakıp ayrıntıları okumuş, tuvale yansıtmış.  

Sabah sekiz akşam beş kesintisiz resim yaparmış. Biz saati onun geliş gidişinden anlardık diyor kaldığı yeri işleten adamın kızı. Diğer zamanda da tek arkadaşına uzun mektuplar yazarmış. Düzenli cevap da gelmezmiş. 

Ah be dedim, ne kadar yalnızmışsın Van Gogh, seni öyle iyi anlıyorum ki, ben de cevapsız bırakılmış öyle çok mektup yazdım ki burada, orada, şurada. Hele de son yıllarda:( "Sesime ses veren karlı dağlarmış" bile diyemedim. Belki de geceler, gündüzler, aylar mevsimlerce yazılıp blog adlı potkalın içine sıkıştırılmış bu kelimeler bir gün ihtiyacı olan biri tarafından bulunacak ve okundukça yüzüne bir tebessüm konduracak dedim yazdım durdum işte. O zaman bu bile bana mutluluk verecek, yalnız geçen bu zamanları unutturacakmış gibi geldi.     

Yine onu tanıyan bir kayıkçı şöyle anlatıyor. Bu adam o kadar yalnızdı ki, kendi yemeğine göz diken hırsız kargalar bile onu neşelendirirdi. Canım ya:(

Kendi başına tarlalarda resim yaparken hakkında deli diye konuşulduğu için taşranın acımasız çocuklarınca taşlandığı sahnelerde kalbim sıkıştı doğrusu.    

Hasılı kelam, 125 ressamın, 65 bine yakın kareyi, tek tek, özveri ve emekle, Van Gogh’un kendi tekniği kullanılarak yağlı boya tablolarının canlandırılmasıyla ortaya çıkardığı bu filmi izlemeli. 





SARIL ONA, BİRAZ ANLASANA

“Peter Wohlleben’in ağaçlarla ilgili bilmediğimiz gerçekleri akıcı bir dille anlattığı Ağaçların Gizli Yaşamı, insanın doğaya çektirdiği ıstırabın sonuçlarını çarpıcı bir biçimde gördüğümüz şu günlerde okunması ve üzerinde konuşulması gereken kitaplardan biri. “ demiş Deniz Yüce Başarır ağaçları ve onların gizli dünyasını anlatan kitabı tanıtırken


ROMAN J. İSRAEL; ESQ 2018

SİNEMA GÜNLÜĞÜ 92.FİLM 

-Spoiler içerir -
                                          

Bugün biyografik bir filmden bahsetmek istiyorum. Son zamanlarda seyrettiğim filmler arasında beni çok etkileyen bir yapım. Başrolde Denzel Washington var. Zaten Oscar'a sekiz kez adaylık iki kez de ödül alarak başarısını tescillemiş bir oyuncu. Senaryo da sağlam olunca muhteşem oyunculuk yeteneği ile sizi büyüleyen oyuncunun filmi unutulmazlar arasında yerini almış. 

Ancak geçen yıl Oscar'da en iyi erkek oyuncu dalında tekrar aday gösterilse de bu sefer ödül alamamış. Bunun sebebini film önü ve film arkası programını hazırlayan Alin Taşçıyan ve Mehmet Açar şöyle yorumluyor: Amerikan Sisteminde özellikle tüm polisiyelerde devlet ve ceza sistemine güvenilmesi telkin edilir. Bu filmin desteklenmeme sebebi derin bir sistem tartışması yapması, insanları düşündürmesi bir nevi zülfüyâre dokunmasıdır. 

Gerçekten de filmde idealize edilmiş bir avukat var. Tüm paragöz, hırslı, sadece kazanmaya odaklı, muhatap olduğunun insan olduğunu unutanlara inat, sistemin çarklarından biri olmayı reddeden asosyal bir dahi. Filmde çok vurgulanmasa da dünya tarihinde önemli çalışmaları sonuçlandıran bir çok bilim adamında görülen asperger sendromuna sahip. 

Çok zeki ama her doğruyu en acımasız şekliyle her yerde söyleyen, otorite tanımaz, sistem yalakası olmayı asla başaramayan, insanlarla ilişkilerindeki sıkıntısını fark edip onu seven, kollayan, lider ruhlu insanlara çok iyi bir ikinci adam olan Roman, 35 yıldır çalıştığı, aynı zamanda saygın bir hukuk hocası da olan patronu avukatın bitkisel hayata girmesi ile ortada kalır ve gerçek hayatla yüzleşir. 

Çünkü, en basit zevklerden dahi feragat ederek yıllarca çalışmasına rağmen hiçbir birikimi yoktur. Mecburen iş başvurusu yaptığı yerlerde kendisi gibi birini aramadıklarını görünce yıkılır. Her yerde kolaycılık, menfaat, uyanıklık geçer akçedir ve Roman için bunlar aşağılanacak şeylerdir. Ama o, kendisini Hukukun akademik ve içtihatlarla derinleşen dünyasına kapatıp hayatını vakfederken günlük hayat hızla değişmiş, idealler, onun önemsediği değerler demode hale gelmiştir. Bunları anladığında sudan çıkmış balık misali çaresizce çırpınır ve biz filmde bu sancılı süreci izleriz. 

Hepimiz bir sebeple böyle dönemler yaşamış ve Kadir İnanır'ın bir filminde dediği gibi "Hepsinin canı cehenneme. İnsanlık için çalıştık, sokakta kaldık. Bundan sonra başka bir adam olacağım. Babamı mezara itenlerden daha gaddar, daha insafsız. Onun için, atom fiziğine de, profesörlüğe de lanet olsun" demişizdir. Yanımızdakiler "Sen alim adamsın abi, başka ne iş bilirsin ki" dediğinde Kadir İnanır'ın sesinden "Ama öğreneceğim, kumarbazlığı, itliği, hergeleliği. Bu güne kadar aptaldım, bundan sonra akıllanacağım" diyemesek de o sahne gözümüzde canlanmıştır.  

Ya da bu günlerde popüler olan Babil dizisindeki İrfan'ın yaşadığı hale benzer durumlar yaşayıp ne yapacağımızı bilmez halde geçmiş yaşamlarımıza bakmış, etrafımızı boşaltan dostlar, işsizlik, parasızlık, ailevi sorunlarla daralmış tıpkı filmdeki kahramanımız Roman gibi yanlış yolların kavşağına gelmişizdir. 

İşte ödeyeceği kiranın zamanı gelince daha önce çalışmak istemediği bir patronun kapısını çalan Roman orada işe başlamak zorunda kalır. Bir zaman sonra bu lüksle çevrili dünyada ayakta kalabilmek için onlara benzemeye karar verir. Ve genel  ilkeleriyle çelişen bir yoldan tek seferlik de olsa büyük bir para kazanır. Vicdanını rahatsız eden bu hata onu derin bir sorgulamanın içine çeker. 

Önce “Saflık bu dünyada varlığını koruyamaz” diyerek kendini rahatlatmaya çalışır. 
Diğer hayatın tadını aldıkça “Dürüst olmak çok zor, sadece ilkelerine karşı değil kendine karşı da, başka bir hayat istediğini itiraf edip o yönde harekete geçmek gerekliymiş” der.

Ama bir gün onu idealist yaklaşımlarıyla tanımış bir kadınla yemeğe çıkar. Asosyal olduğu gibi işten başka hayatı olmayan Roman'ın ailesi de yoktur. Kadınlarla da arası iyi değildir ama bu teklif onunla ilgilenen kadından gelince artık yaşam tarzını da değiştirdiğini düşünüp kabul eder. Onu lüks bir restorana götürür. Fahiş fiyatlardaki yemeklerden söyler. Yemek boyunca kadın ona ne kadar hayran olduğunu anlatır. O ise portakallı ördeği hiç böyle hayal etmemiştim, porsiyonlar da çok küçükmüş diyerek konuyu değiştirmeye çalışır. Yaptığı hatayı sadece kendisi bilmektedir ama hakkındaki güzel düşünceleri dinledikçe bu durumdan rahatsız olur ve içinde derin bir hesaplaşma yaşar. Hoşlandığı kadın "İlerlemeye devam et burnunun dikine, ileriye" deyip onu yüreklendirdiğinde çoktan eski ilkeli insana dönmüş, hatasını telafinin yollarını aramaya başlamıştır. 

Roman, hiç bir zaman o hayata ait olamaz ve kendini bırakamaz."Çelişen fikirlerle yaşama becerisi epey emek gerektirirmiş" diye düşünür ve buna alışık olmadığından zoruna gider. 

Zaten öyle değil midir, insan her zaman dürüst davranır ama gün gelir hayatı boyu ilkeli davrandığı konularda tek bir hata yapar. Böylece kafa konforunu kaybeder sürekli bir vicdan azabı ve korku ile yaşar. Her şeyden aldığı zevki kaybeder. Kendini, kötü, kirlenmiş hisseder. Bu hal kendisine olan saygısını azaltır. Oysa her gün onun yaptığının kat be kat fazlasını hayat tarzı haline getirmişler vardır ama bundan rahatsız olmazlar. Hasılıkelam inandığı şekilde yaşamamak yüktür insana. İşte kahramanımız da bu yükün altında ezilir ve tekrar eski haline dönmeye karar verir 

“Aklı da suçlu değilse bir tek eylem insanı suçlu yapmaz” diyerek kendi cezasını kendi keser. Bu da sonun başlangıcı olur.

Filmin detaylarına daha fazla girmeyelim ki, seyretme zevki kaçmasın. 

Bu filmden hareketle şunları söylemek mümkün:
Her ne kadar ilkeli davranmaya çalışsak da hayat yolunun sarpa sardığı bazı zamanlarda yanlışlar yapabiliriz. Ama önemli olanın, bunu fark etmek ve geri dönmek olduğunu, hepimizin zaaflardan ve hatalardan oluştuğunu hatırlamak bir çıkış olabilir.  

Sezen Aksu’nun dediği gibi "Masum değiliz hiçbirimiz" bir çağ yangınının içinde bazen bile isteye, bazen savrularak, kimi zaman da farkında olmadan hem yanmış hem yakmışızdır. 

"Birbirimizi  bağışlayalım, doğanın ilk kanunu budur" diyen kahramanımız da, bugün bir filmle taçlandırılmış hayatı yaşamış, kendi iç hesaplaşmasını yapmış, kendi normaline, vicdanın sesine dönmüştür, ağır bir bedel ödese de. 

Kahramanımızın diğer insanlardan ayıran elbette dahi olması. Bunun yanında zekasını insanlığa kalıcı bir miras bırakacak çalışmalarda kullanması, kısa yoldan zengin olmanın peşine düşmemesi. Bunu yaparken kendini unutması, nefsine fazla yüklenmesi. Sosyal yanı zayıf bu adamın elinden tutacak kimsenin olmaması da hataya daha kolay kaymasına sebep oluyor. Yapayalnız kaldığınızda hata ya da sorumsuz seçimler yapmak daha kolaydır. Ama aile fertleriniz, dünyaya gelmelerine vesile olduğunuz çocuklarınız varsa daha temkinli hareket etmeniz gerekir. Yani aslında kimi zaman prangalarımız olarak gördüğümüz sorumluluklar bizi hayata bağlayan, kökleşmemizi de sağlayan unsurlardır. Zaman zaman çalışmaya ara verip yaşamayı da ihmal etmemeliyiz ki, büyük patlamalar yaşamayalım. Bu husus da filmden çıkarılması gereken önemli derslerden biri.   

Amerika gibi hukukçuların çok yüksek ücretler kazandığı, bir dava açabilmek için insanların evlerini ipotek ettirdiği, hukuk sisteminin paralı olduğu, savcıların insanları avukatları aracılığıyla uzlaşmaya davet ederken yüksek cezalar isteyerek belki de aklanacakları davalarda yargı yoluna gitmeden dosyayı kapatmaya zorladığı, bu durumun istisna iken kural haline geldiği sistemde, kahramanımızın ilkeli kalması çok büyük bir başarı. Merkezine insanı almayan sisteme karşı duran Roman, "Yargı sistemi neden kurulu, bir yargılama olsun diye ama davaların çoğu (%80 gibi bir rakamdı sanırım) açılmadan insanlar savcıyla uzlaşmaya zorlanarak bitiriliyor" diyerek sistemin işlettirilmesi yönünde çalışmalar yapıyor. Onunla ilgilenen zenci kadın meslektaşı, onu anlamayan gençlere bu gün burada toplanabiliyorsak bile onun sayesinde diyerek hak ve hukuk konusunda otuz beş yıldır çaba gösteren bu adama derin bir saygı ve sevgi duyuyor. Böyle lokomotif insanlardan biri Roman J. İsrael. 

Filmi başta tüm meslektaşlarıma, hukuk öğrencilerine, hak ve adalet kavramına ihtiyaç vardır diyen herkese ısrarla tavsiye ediyorum. Ülkemizde ticari gösterimi olmayan (ki bu da çok manidar, ideale yaklaşma çabasındaki hukuka dair bir sistem eleştirisinin genel seyircinin ilgisini çekmeyeceğinin düşünüldüğü bir ülkede hukukçu olmak, hukukçu kalmak ne çok zorluğu barındırıyor içinde) bu film ilk kez #trt2 de yayınlandı ancak Türkçe dublaj ve alt yazıcı seçenekleriyle açık kaynaklarda da bulmak mümkün. 

Bu dünyadan öyle ya da böyle geçeceğiz ve gideceğiz. Yaşarken yiyeceğimiz miktar da belli. Açgözlülük etmemek, bizden sonra gelecek nesillere de yaşanabilir bir dünya bırakabilmek için öncelikle "Herkes yapıyor ne var bunda" demeden geride hayırla yâd edilecek bir yolculuk hikayesi bırakalım. 

Kolay mı, elbette değil. Belki kahramanımız kadar kendimize yüklenmek de doğru değil o zaten bunu dahi olmasının sonucu olarak istem dışı yapıyordu. 

Bir de unutmamamız gereken bir husus var: Her varlığın hareket etmesi için boşluğa gerek olduğu, tam olanın, boşlukları doldurulmuş, parçaları tamamlanmış olanın dengeye ulaştığı için hareket etmediği bilimsel bir veridir. Yani denge ölüm demektir. İnsan kelimesinin de kökenine inersek,  yanılan, unutan olduğunu görürüz. Dolayısıyla yaşıyorsak yanılmamız, unutmamız her zaman olası. Büyüklerin "İş dediğin mezarda biter, zaten orada uzun uzun yatacağız" dediği hareketsizlik hali bizi ele geçirmeden önce dönüp bakalım kendimize, çevremize, yaşadığımız bu bela, musibet dolu günlere. Çekilen acılara derman olamayız belki, ama kendi acımıza da şifa olacak iyilikler  yapmak belki de hatalarımızı silme fırsatıdır. 

Ve artık sloganım haline gelen "Hayat yazıyor, biz oynuyoruz" a ek "Yaşıyorsan bitmemiştir" diyerek söze son verelim... 

Filmden önce ya da sonra düşünmek için kendimize de bir boşluk hediye edelim derim... Sadece bize ait, kulağımızdaki o kulaklığın, uygulamaların esiri olmadan geçecek bir zaman...

HANDAN KILIÇ  

ULAY ÖLDÜ DİYELER ... MARİNA ABRAMOVİC'E YA DA AŞKA BAŞSAĞLIĞI




Ben dün hastanelerde kendimden geçmiş koştururken duymamışım. Bambaşka bir şey yazmak için bilgisayarı açtığımda fark ettim haberi, Ulay ölmüş dün. 

Ölümlerin gözyaşı olup aktığı bu günlerde acıdan dilsizdi yüreğim. Büyük acılar sessiz yaşanır çünkü. Lakin dışarı çıkınca yeniden fark ettim ki, hayatın bir döngüsü var ve ateşin düşmediği her yere bahar gelmiş. İnsanlar nefes almak için kendini güneşli sokaklara atmış. Koca bir cenaze evi gibi olan memleketimin dağlarına, kırlarına, caddelerine gelen erken baharı kutluyor. 

Hayat hızlı akıyor, yaslar da aşklar da kısa sürüyor artık. Bu benim canımı yakan bir durum olduğundan belki de Ulay'ın ölümü haberi dikkatimi çekti.


Herkesin birini bulup birbirini bulmasının mucize olduğu bu dünyada, hele de şimdilerde pek rastlanmayan bir aşkın uzun yıllar taşıyıcısı olmuş bir adam Ulay. Öyle olunca benim de yanaklarımdan bir kaç damla yaş süzüldü, yitirdiğimiz her şeyle beraber aşk için, geride kalan aşıklar için... Ulay için.  Oysa onu hiç tanımıyorum. Adını da 2010'da Marina'nın performansına aniden çıkıp gelişinin tüm dünyada TT olması ile duydum, herkes gibi. İzlemeyenlere mutlaka tavsiye ederim. 

Ölüm haberini okur okumaz Marina'yı düşündüm hemen. Otuz bir yıl önce ayrıldığı adamın arkasından ne hissetti kim bilir dedim. Bir kaç kelam edip başsağlığı dileyeyim istedim. Bir o eksikti demeyin de kulak verin, videolara göz atın. Aşkın en duru haliyle sığındığı o damlada kalbi terk edişini izleyin. 

Acaba bu ölüm haberi ile, yirmi bir yıl sonra onu gördüğü gün tutamadığı gözyaşları yine istemsiz dökülmüş müdür? Yoksa bile isteye birlikte geçen zamanların anılar gelgitinde hüngür hüngür ağlamış mıdır?, diye düşünmeden edemedim. 

Bunca zaman sonra, artık ölmüş birinin ellerini eskisi gibi sıkıca tutma isteği duymuş mudur?, diye de merak ettim.

Uzun yıllar ayrı hatta birbiri ile davalık olan yetmiş dört yaşındaki eski çiftin 2018 de barıştığı haberleri de çıkmıştı. Bir kitap hazırlayacaklardı ama sonra Marina'nın kitap haberi geldi. Dünyanın en cesur gösterilerini yapmış bir asi, üzerine kurulmuş her baskıya karşı durmuş bir kadın olarak yetmiş yılın muhasebesini yapan Marina, hayatını evrelere ayırıp doğrusu yanlışı, aşkları ve pişmanlıklarını tıpkı performanslarında olduğu gibi tüm çıplaklığı ile yazmış İngilizce yayınlanan kitapta. 

Verdiği röportajda Şöhretin başını döndürüp döndürmediğini soran gazeteciye "25’imde şöhret olsaydım belki durum değişirdi. Aman canım, 50’sinden, 60’ından sonra gelen şanı şöhreti kim ne yapsın… Değişecek halim mi kalmış? 60’sından sonra ünlü olmak angaryadan başka bir şey değil. Woody Allen’ın dediği gibi: “Doğru. Bugün bir yıldızım. Yarınsa koca bir kara delik” diye cevaplayan kadın kendini hiç bir yere ait hissetmediğini de şöyle ifade etmiş: "Amerikan değilim. Sırp değilim. Hollandalı değilim. Ben kimseyim. Göçmenim. Benim memleketim dünya. Ülkelere, bölgeleri ayrılmamış, tek başına kocaman bir memleket olan dünya." 
Bu arada sanatçının büyük annesi de Türk imiş. Kendisi de Yugoslavya'da büyümüş. Hayatı boyunca iki büyük aşkı olmuş. İşte Ulay bunlardan biri. Bilmeyenler için hikayenin kısa bir özetini geçelim, detay isteyenler burayı tıklayabilir.

Bana her şeyi yapabilirsin” adlı birperformans çalışması ile 1974  yılında adını duyuran Marina Abromovic’in 1975’te aşık olduğu adam Ulay. 1976'da ilk eşinden boşanan sanatçı, tam on iki yıl, yani 1988 yılına kadar filmlere konu olacak derinlikte bir aşk yaşadığı Umay ile Çin Seddinde bir performans sergilemek ve orada evlenmek istiyor. Ama çok bilinmeyenli bir denklem olan hayat, performans sanatlarının ustası olan kadına bambaşka bir sürpriz hazırlıyor. Çin Seddi performansı için bir türlü gerekli izinleri alamıyorlar. Bir gün bekledikleri o iznin haberi geliyor ama ikilinin ufak dedikleri bir sorunları var. Ulay, büyük aşkını aldatmış ve beraber olduğu kadın hamile. 

Ulay, insanlık halleri üzerine sanat yapan, insan seven büyük bir sanatçı ve yaratımın mucizesi olan yeni bir insanın dünyaya gelişinde babası ile olması gerektiğine inanıyor. Büyük bir fedakarlık yaparak aşkından vazgeçiyor. 

Ama birbirlerine uzun yıllar tutku ile bağlı bu çift kendilerine yaraşır bir karar alıyor. “Her ayrılık vedayı hak eder” diyerek 6000 kilometre uzunluğundaki Çin Seddinin iki ayrı ucundan birbirlerine doğru yürümeye başlıyorlar ve iki buçuk ay sonra buluştukları noktada vedalaşıp ayrılıyorlar. 

Neye niyet neye kısmet dedikleri bu olsa gerek. Evlenmeyi istedikleri yerde ayrılmak... Ulay o kadınla evleniyor, Marina tek başına performanslarına devam ediyor. Belki de, uzun zaman onda tutuklu kalıyor ama ne de olsa hayat yalnız yürünen bir yol. Kimse kimseye sonuna kadar eşlik edemiyor. Bazen eşlik ettiğini sandıkların da yollarda kalıyor işte.

Şimdi olayın bir başka boyutu üzerine sesli düşünmek istiyorum. (Eşlik etmek isteyenler okumaya devam ederken bir yandan da, linkleri de tıklayıp yeni sekmede açılan şarkıyı dinleyebilir.)  

Bağlı olmak, bağımlı olmak hep tartışılan, bağlılık idealleştirilirken bağımlılık kınan bir olgu. Oysa birçok ilişki pataolji barındırır. Bunu anlamak için Sezen Aksu parçalarını dinlemek kafidir. Aklı başında yaşanacak bir şey değildir aşk. Ya da aşk sandıklarımız hep bir eksiğin yeri dolsun diyedir. Bireyler, anne ve babalarından alamadıkları ya da alırken çeşitli sebeplerle kesilen, yarım kalan, eksikliğini hissettikleri ilgi ve sevginin peşinde bir ömür geçirirler. 

Bu yolda bir çok kalbe girer çıkar, her ne kadar “Uzak benden aşk uzak artık” deseler de kilidine uyacak anahtarı aramaktan vazgeçmezler bir zaman. 

Ama sonra bir gün vazgeçmek zorunda kalır "Mutlu ol sevgilim, ben olmasam da yanında hayat gülsün sana, günahın boynunda ağlayan bir çift göz bıraktın arkanda" derken bile çelişkiye düşer, "Git, git, gitme dur yalan söyledim, daha şimdiden deliler gibi özledim" diyerek oldukları yerde mırıldanırlar acıtan, kanatan şarkıları. "Ah bu şarkıların gözü kör olsun" diye sitem yollarken "Gel gönlümü yerden yere vurma güzel ne olursun" diye de eklerler. Aslında "İyiyim"lerin arkasında nice acılar saklıdır da kimse nasıl olduğunuzu gerçekten sormadığından her şey içte yaşanan bir fırtına olarak kalır. 

Kendinde olmayanı ararken insan, tabi ki travmaları üzerinden hareket eder. Sonuç her aşk patalojiktir. İki kişinin arasında ne yaşandı, ne yaşanamadı kimse bilmez ama biraz tahmin yürütsek de ders çıkarsak kendimize hiç fena olmaz. 

Marina Abramovic baskıların yoğun olduğu bir dönemde çok da sevgi ve ilgi görmeden büyümüş, baskılara karşı duruş olarak sanatı seçmiş özgür ruhlu bir kadın. Sanki bir yanı her şeye karşı durmak istiyor ama bir yandan da kendine işkence yapılmasına müsaade edecek kadar bilinçaltı yaralı. İnsanların kötülüğünü, duyarsızlığını gösterirken kullandığı yöntemler de patalojik ama sanatın olduğu her yerde çılgınlık da bulunduğundan kabul ediyoruz kimsenin cesaret edemeyeceği şeyleri deneyen bu insanı. Bütün gençliği boyunca bedeninden nefret ettiğini söyleyen sanatçı onu çırılçıplak performanslarda sergileyerek başka gözlerden onay aradı ve buldu belki ama bunu ileri yaşlarına kadar kendinde hissedemediğini, ne zaman kendi ile aşk yaşamaya başladı ancak o zaman bedenini de sevdiğini itiraf ediyor. Belki de o da tüm kadınlar gibi tek kalıba sokulmak istendikçe, özünden uzaklaşmasına sebep olan eril düşüncenin iktidarına onların dediklerine karşı gelerek direniyor. Bir yandan da seçtiği performanslarla farkında olmadan kendini eril dilin kendisine layık göreceğini düşündüğü şekillerde cezalandırıyor. 

Her gösterisine "Bu sefer öleceğim" diyerek çıkan kadın, hem bir 
meydan okumanın hem de kendini yok etmenin yollarını aynı yerde arıyor. Kendinden soyundukça karşılaştığı benliği ile var oluşunu kutluyor. Bu esnada hayatına değip geçenler olduğu gibi uzun yıllar eşlik edenler de oluyor. Ulay da onlardan biri, belki en derini. 

Gerçek bir sanatçı olan Marina mazoşist yanı ile bağlı olduğu sanatının yanında Ulay’a da bir bağımlık geliştiriyor.  Önce rakibi iken birlikte bütün olmayı başarıyorlar. Bunda ikisinin de muhteşem insanlar olaması değil etkili olan. Bilakis marazi bir ilişki, biri bağımlılık düzeyi yüksek mazoşist, tutkulu, çılgın bir kadın diğeri de muhtemelen bu denklemin ihtiyacına cevap veren X kişisi. Adının Ulay olması bir denk geliş. Bir bağımlının aynasında kendini gören, bundan doyum sağlayan narsistik, kendine aşık bir adam. Ve ne zaman Marina ya da onun gibi kadınlar asıl aşkı yaşadığı sanata/çocuğa/hayata ve benzeri konulara daha fazla zaman ayırıp, sevgisine alıştığı adamın egosunu beslemeyi bıraktığında, emmeye alışık ilişkinin tarafı yeni arayışlara giriyordur. Tabi burada kadın/erkek taraflar değişebilir, narsist bir kadın bağımlılık geliştiren bir adamla oyuncak gibi oynayabilir. Dışarıdan sağlıksız olduğu apaçık görülen bu ilişkilerde taraflar istediğini aldığı sürece sorun çıkmaz. Ama biri değişirse dengeler alt üst olur.  

Aslında bütün uyumlu ilişkiler böyledir. Marazlı insanların birbirine iyi gelmesine mutlu aşk diyoruz ama aslında mutlu aşk yoktur diyen Aragon da haklıdır. Galiba yer yüzündeki insan sayısınca aşk var. Birliktelikler kadar ilişki çeşidi ve iyileşmeyi beraber seçmeyince ayrılıkla neticelenen sonlar...

Çeşidi, dozu, bağımlılığı, eziyeti, beni yak kendini yak, her şeyi yak diye bağırışları olsa da bu dünyada aşk var. İnanmayan tekrar izlesin, 21 yıl sonra karşılaştıklarında Marina'nın gözlerinden süzülen o dupduru duyguyu, Ulay'ın yüzündeki özrü, kadınını gördüğünde gözlerinde beliren ışıltıyı.

Dininle dinlen, toprağında Ulay... Başın sağolsun aşkın kadını Marina!    

Çam Ağacının Gölgesinde Ekşi Sözlükte

Ekşi Sözlük sürpriziyle karşılaştım bugün.  Oradan verilen linkteki yazı aşağıdadır:  Medium sitesinde yayınlanmıştır.  Teşekkürler Handan K...