Gitti gidiyor!

Dünden devamla... 


“Koza gibi burası. Hem bitsin istiyorum hem de buradan hiç ayrılmamak.”

İşte tam da bu, alıştığını bırakamamak, moda tabirle konfor alanı. Oysa sığmıyorsun işte o kozaya.

Gün geldi. Çıkmak zorundasın. Ya kanatlanacak ya öleceksin. Değişimin bedeli var ne de olsa.

Dışarısı güvenli değil elbette. Rüzgârı, yağmuru, kışı, sıcağı, börtü böceği, ilacı zehri var. Ama belirlenen bir ömür de var hepsine. Mecburen biçilen süreye riayet edeceksin.

Bitti bitiyor!

 

Büyüyordu işte… Her şey kendi döngüsünde ilerliyordu. En çok da doğan büyüyor, büyüyen yaşlanıyor, yaşlanan yolculuğun sonuna geliyordu.

Her yolun bir sonu vardı çünkü. “Her gecenin sabahı, her karanlığın aydınlığı” klişesi işte.

Ama tünelde ilerlerken her yer çok karanlıktı. Klişelere sığınmak saflık, ışığı yok saymak, bir yerleri aydınlatan, neşelendiren, hayat veren güneşin varlığına saygısızlıktı.

Assassin's Creed Netflix'te

 SİNEMA GÜNLÜĞÜ 286. FİLM



Assassin's Creed ciddi sayıda hayranı olup çok oynanan bilgisayar oyunlarından imiş. Oyunun bağımlıları için film nasıldı bilmiyorum ama farklı konusu ile ilgi çekici bir bilim kurgu olmuş. İnsanların atalarının kaderini yaşadığı, suikastçi, katil sıfatların tıpkı sağlık sorunları gibi genlerle gelecek nesillere aktarıldığı iddiasıyla yapılan araştırmalarda dünyadan şiddeti silmek amacını perde yapıp aslında gücü elinde tutma mücadelesinin verildiğini gördüğümüz film görsel efektleri, ses düzeni itibariyle sinemada izlemeye çok uygun. 

Kıvırcık mı? Düz mü?

 

Saçlar insanın en doğal süsüdür. Yüzün güzelliğini çerçeveler. Onu canlandırır, ortaya çıkarır, kusurları gizler, hareket verir ya da söndürür. 


Saç tipleri de insanlar gibi çeşit çeşittir ve yine herkesin kendinde olmayanı istemesi kuralı burada da geçerlidir; kıvırcık saçlılar düzleri, düzler kıvırcıkları beğenir. 


Kendi saç tipi ile barışık olup doğal haliyle kullananlar bile “Acaba diğeri nasıl olurdu?” merakına yenilir ve çeşitli yollarla saçının modelini, rengini şeklini değiştirir. 


Mesela kıvırcıklar düz saç rahatlığına özenir en çok. Bir zamanlar şampuan reklamlarının sloganı olan “yıka ve çık” sanki düz saçlar için söylenmiştir. Oysa kıvırcıkların yıkadıktan sonra evden çıkma aşamasına gelene kadar saçlarını zapturapt altına almak için çeşitli yağlardan, köpüklerden, bukle belirginleştiricilerden, elektriklenmeyi önleyen saç kremlerinden geçerek bir dizi seremoniyi tamamlamaları gerekir.  


Yine de hangi tarafa kabaracağı belli olmaz kıvırcık saçların.


Hele de ıslak bir şekilde yatarsa sabah hepsi ayrı bir yöne savrulmuş buklelerle karşılaşır. Yastıkla başın arasında sıkıştığından ne istenen ne de istediği gibi olabilen saç bölgeleri ile kıvırcıklar için tam bir kaostur sabahlar.


Çeşitli tokalar, bandanalar yardıma koşabilir böyle vakitlerde. İşiniz acele değilse en iyisi baştan yıkamak ve kururken köpük, jöle, briyantin, bukle bakım yağı ve sair sürerek tekrar şekil vermekten geçer. 


Çünkü yıkmadan, yıkamadan yenisi yapılamaz. O kaostan dönüş kolay değildir.


Saçları dümdüz hele de iyice kalın telliler ise her daim fönlü halleriyle sadece yıkayıp kuruttuklarında bile bakımlı görünürler. 


En iyileri pırasa gibi diye nitelendirilen dümdüz olanlarıdır ama genelde onlar da dalgalı saçlara özenirler ve bunun görüntülerine yansıtacak şekilde yollarını ararlar ama alışmadık saçta bukle durmaz ve saatlerce uğraşsalar da kısa bir süre sonra saç kendini özgürleştirir, dümdüz haliyle devam eder güne, geceye.


Kıvırcıklar için de tersi söz konusudur onlar da her zaman düz fönlü, daha uzun boylu, daha zayıf gösteren bir saçı tercih etmek isterler ama havadaki nem, boyundaki ter dahi saçın tekrar kendi haline dönmesine sebep olur. 


Bu satırları yazarken saçları kıvırcık olanların daha düz insanlar olduğunu fark ettim ve dümdüz saçlıların hayata bakışlarının, insanlarla ilişkilerininse daha esnek olduğunu düşünmeye başladım.


Yani çevremi gözlemlediğimde saç formuyla yaşama bakış tarzının ters orantılı olduğunu düşünüyorum.


Bu tarz çıkarımlar yaptığımda çevremdeki üç örnekten hareketle genellemelere varmamı, bilimsellikten uzak olması sebebiyle eleştiren oğlum üzerinden de olaya bakarsam ne düz ne de tam kıvırcık olan saçlarıyla arafta bir esnekliğe sahip olduğunu söyleyebilirim:)) 


Ne düz saçlılar kadar kıvırır, ne de kıvırcıklar kadar düz ifade eder kendini :)  (Yine denek oldum oğlum bana:) Ne yapayım sen bir tanesin 😘)


Peki sizce nasıl, saçla karakter arasında böyle bir ters orantı olabilir mi ? 🧐☺️🙃 


19 Ağustos 2021


#handankılıc

Edebiyat Gazetesi Yayında!

 Merhaba,

Günler geceler geçiyor. 

İlkler yerini yeni ilklere bırakıyor. 

Doğan büyüyor. 

Yaşayan, yapılan, gelişiyor. Yazı maceram dallanıp budaklanıyor, bin şükür. 

Bundan 7 yıl önce ilk kitabım çıkmıştı. Facebook'un hatırlattığını arkadaşlarım anımsattı. 

Nasıl bir heyecandı! Şahitleri, emek verenleri, tanıtım yazıları yazanları, kapak için koşanları, görseller hazırlayıp tanıtanları, editörlüğünü canı gönülden yaparak dostluğunu pekiştirenleri çoktu. Bu gün hala yanımda olanları da var, gidenleri de! 

Aynı gün doğan yeğenim Erdem ve beni mutlu eden bir yılın ilk günlerinde doğan yeğenim Mesut, var bir de, ikisi de bu yıl okula başlıyor. 

Okul, hayatın yeni bir evresi. Şimdiye kadar ki zamanda kendilerini geliştirdiler, seyrettiler, öğrendiler. 

Bundan sonra ise öğrendiklerine ilaveten performansları da ölçülecek. 

Dolayısıyla, Akışına Bırak adlı kitabım da 7 yaşında. Ardından gelen kitaplar, derlemeler, dergi yazıları, yazıyorum dergi internet sitesi yazıları, blog, podcastler, youtube, hepsi bir başka okul oldu, oluyor. Şimdi yeni bir heyecan daha var. 

Bana çok şey öğreten, adeta benden yeni bir ben inşa etmemi sağlayan bu yedi koca yıl epey zor geçti ama 7'ler 40'lar önemli dönemeçlerdir. İbretle ve keyifle izliyorum. Çokça gözyaşı döktüğüm de oluyor elbette ama Akışına Bırak diyorum. Her yazar önce kendine yazar, kendine söylermiş anlıyorum.

Bir devrin kapanışını izliyorum aylardır. Hayatımdan çıkan o kadar çok insan oldu ki bu dönemde, en sevdiklerim bile beraber yolculuk ettiğimiz trenden kendi istekleri ile indi. Olabilir. Herkesin gücü, hedefi, istekleri farklıymış demek. Durağı, kapasitesi, kalbi, sevgisi, dostluğu, arkadaşlığı da. 

Bunları bilirsin ama olanı olduğu gibi kabul etmek kolay değildir. Boğazına bir şey takılsa misal, sevgisinden, insanlığından sırtına yumruk atıp yardım edeceğini sandıklarının kılını kıpırdatmayışlarını görür, üzülür, ne yaptım ben ona diye dövünür, nefessizliğine bir yenisini eklersin önce. Zamana bırakırsın. Sonra bir gün bir bakarsın, hayat sana sergilediği tavrı bir şekilde yaşatmış, vagondan indiğinde. 

Kahvenin bile kırk yıllık hatırı olmadığını, suyu uçunca telvelerin boğazında kalabileceğini hissedersin. Sen bilirsin der, sessizce yaşarsın acını. Kelime kelime dökersin duygularını. Satır satır üstene eklenir, gün gelir yazılanlar kitap olur ama muhatabı artık başka bir trenin yolcusudur.

Hayat böyledir. Birileri iner trenden, vagonumuza misafirliği bitince. Ardından gözyaşı döksen de gitmesinin bereketini görürsün. Hayatının baş aktörü, treninin daimi yolcusu olduğunu anlarsın. Ve ardından kalbini kanatlandıran, seni sen olduğun için sevmeyi başaran, hislerini söyleyebilen, desteğini veren nice güzel insan tanırsın.

Hasılı kelam güzel günlerin, güzel dostların, mutlu yıldönümlerinin artması temennisiyle 7. yıla denk düşen bir ilk yazıdan bahsetmek istiyorum. 

Edebiyat Gazetesi dün yayın hayatına başladı ve ilk yazım yayınlandı. Akışına bırak gibi onun da burcu aslan oldu. Ateş ve parlama enerjisi uğurlu gelsin dilerim.  Yeni bir yazı tarzı bulacaksınız.

Linki tıklayarak EDEBİYAT GAZETESİNDEKİ yazımı okuyabilirsiniz.


Bu arada Akışına Bırak adlı kitabımın ikinci baskısını tüm internet satış noktalarında bulabilirsiniz. 

Mesela:


Çalışmalarımla ilgili her türlü linke https://linktr.ee/SeslenenYazilar
buradan ulaşabilirsiniz. 

Tek bir ss alınamayacak kadar genişleyen link ağacım mutluluk kaynağım.
Hep birlikte nice güzel yıllara.

Handan Kılıç

14. Ağustos 2021
İzmir



Sevgilimden Son Mektup 2021 Netflix

SİNEMA GÜNLÜĞÜ 285. FİLM



Kitap uyarlamalarını hep sevmişimdir. Senaryoya sağlam bir dayanak oluyor kitaplar. Bu film de Jojo Moyes'in aynı adlı romanından uyarlanmış.

Uslanmaz Romantiklere etiketiyle #netflix te yakın zamanda gösterime giren film, duygusu, müzikleri, oyunculukları itibariyle (ara sıra klişelere kaçsa da) son derece başarılı. 

Filmin diğer bir güzelliği hüzünlü bir aşk hikayesini gün yüzüne çıkarırken kendileri aşka düşen genç bir çiftin varlığı. Hikayesi, geçmişte ve şimdide akan iki öykünün birbirine geçmiş hali alt metni sağlamlaştırmış. 

Bundan sonrası "Spoiler İçerir."

Bir gazeteci hakkında, ölümünden sonra yazacağı yazı için araştırma yapan genç meslektaşı 1965 yılında yazılmış, gazeteciye gönderilmiş ve muhatabına ulaşmamış bir dizi aşk mektubu bulur. Arşivde görevli genç adamla beraber hikayenin peşine düşerler ve bu yasak aşkın taraflarına ulaşırlar. 

İlk evliliğinden eşini aldatarak boşanan erkeğe ilk görüşte aşık olsa da bir türlü güvenemeyen genç ve evli kadın "Gel, buradan uzaklara gidelim" teklifine olumlu cevap veremez. Ama sonradan bu kararından vazgeçer buluşma noktasına varmak üzereyken kaza geçirir ve kısmi hafıza kaybı yaşar. Zaman içinde acılarla yaşarken çocuğu da olunca kendini ona adar. Yıllar sonra tekrar karşılaştıklarında erkek aynı teklifi yapar ama kadın çocuğunun küçük olduğunu, kocasının onu kendisine göstermeyeceğini gerekçe göstererek yine yok der. Adam İngiltere'den Amerika'ya gider. 

Kadın kısa süre sonra boşanır ve sevdiği adama ulaşmak için çok uğraşır. Her gün çeşitli gazeteler alır, satır satır okur, aşkının izini arar. Bulamayınca ona yazdığı mektupları en son çalıştığı gazeteye gidip editöre bırakır. İşte genç gazeteciler arşivde buldukları bu tutkulu aşkın kanıtları üzerinden, tarafların hayatını araştırırlar. Ve onları bir araya getirmek isterler. Bir süre direnir yaşlı aşıklar. Ama erkek kadın ilişkilerinin kilit noktası olan duygu paylaşımı kelimelere dökülünce gönül kapıları açılır.

Kadın bunca aramasına rağmen adamı bulamadığından yıllar içinde gazete almayı da bırakmıştır. "Bulunmak istemediğini düşündüm" der. Umutlanmaz ama kendi posta kutusunu hep açık tutar. Adam kadının kararını değiştirip peşinden geldiğini ve kaza geçirdiğini bilmemektedir. Genç çift taraflara bu eksik parçaları tamamlattırarak adeta bir kalbin iki yarısı olan aşıkların içindeki ateşi alevlendirmenin yollarını ararlar. Aslında ikisi de aynı güçlü tutkuyu bir daha kimseyle yaşamadıklarından hayatlarına tek başlarına devam etmişlerdir. 

Kadın, genç gazeteciye "Kalplerimizin de bir sınırı var ve korkarım yaşım gereği o sınıra ulaştım." dediğinde gözyaşlarınızı bırakıyorsunuz. 

Ama güçlü kadın devam ediyor: "Geçmiş sarhoş edici olabilir. Sizi içine çekip geçmişte hayatın daha iyi olduğunu, daha mutlu olduğunuz ya da deneyimlerin daha zengin olduğu illüzyonunu yaratabilir. Aynı zamanda sizi zayıflatabilir. Acı, kalp kırıklığı ve hüsran dolu anlarına takılıp kalmamızı sağlar. Mutluluğa tekrar yürümenizi engeller." 

Pes etmeyen genç gazeteci, "Hatalarımızdan ders almazsak onları tekrar ederiz, derler. Ama aynı zamanda geçmişimizden vazgeçip hayata devam etmeyi öğrenirken bu bilgiyi unutmayıp tekrar deneme ve hissetme yeteneğimizi ele geçirmesine de izin vermemeliyiz."  diyerek iknada bir aşamaya getirir yorgun aşığı.

Diğer genç de aşık adamı cesaretlendirerek yeniden mektup yazmasını sağlar. 

"Birbirimizden ayrı ve uzak geçen yıllarda kabul etmekten çekindiğimiz bir bağlılıkla hep seni düşündüm. Seni özledim. O yüzden bir parça endişeyle tekrar girişimde bulunacağım" diyerek ilk buluştukları parka çağırır.

İki eski aşık aynı heyecanla son anda da olsa gelirler ve birbirlerine özlemle bakıp sarıldıkları o an, yıllara meydan okuyan öyle güçlü bir tutkuları vardır ki, bu hal bize geçmişte kavuşmuş olma olasılıkları üzerinden gösterilir. 

Sonuçta aşka inanmayan, onu modern ve hızlı yaşam temposuna feda etmiş gençler de bu yıllanmış aşkın gölgesinde boy veren aşklarının fidanına canları gibi bakmaya karar verirler.

Aşkın geçen uzun zamana rağmen hala kalpteki yerini korumasının gerçekten etkileyici bir dille anlatıldığı filmi romantiklere ve yaşanan bunca kötülük arasında kalbi kurumuşlara kendini unutma fırsatı verdiğinden tavsiye ediyorum. İyi seyirler.

Handan Kılıç
12/8/2021   


Ne Yerdesin Ne Gökte!

 

Yerdesin. Bir zamanlar gökteydin ya da öyle uzak bir bilinmezlikte. Sonra bir de baktın ki yerdesin. Büyüdükçe daha da yaklaştın yere. Ayağın sağlam bassın dediler, itiraz etmedin, hayallerim var diye. 

Gün geldi aşkla savruldun göğe. Zamanla o da eskidi, işte buradasın, yine yerde. 

İnsan kah göktedir kah yerde. Bu kadar salınmak iyi bir şey mi bilmiyorum; orta yoldan gitmek iyidir lakin rutin de sıkıcıdır derler. 

Çizginin dışında olmak, çok yükselmek, hemen ardından alçalmak ve bu halin sık tekrarı jet lag kadar yorucu. 

Öyleyse rutin rahatlatıcı. Zaten rutininin değeri kaybedince anlaşılır. Hayat, bu gerçeği geçmişi yıkıp geleceği yeniden inşa ederken herkesin ömründen başka başka geçerek yaşatır. 

Yerdesin; kolay değil yeryüzünün bin bir çileyle hemhal çehresine bakmak. 

Kabuğu hala kızgın; depremler, yangınlar, susuzluk, ihmal, çirkin ama yükseldikçe revaçta olan betonlar, her şeye zarar veren ve giderek çoğalan insanlar. 

Hepsi ile çevrelenmişken yer kabuğu kızmakta haklı elbette ama biz de seçimimiz dışında geldiğimiz bu yerde maruz kalıyoruz kötülere, kötülüklere. Ve çoğu zaman yerin altına batasıca katillerle, vicdansız ve aymazlarla aynı toprağa ayak basmaya, aynı atmosferi solumaya devam ediyoruz. 

Çünkü gidecek başka bir yer yok. Öyleyse dünyadan aldıklarını kaliteli bir şekilde yine ona sunmaktan başka çıkar yol da görünmüyor.

Yerdesin, göğe de yükselebilirsin. Kanatlarını kırdılarsa balonla yükselmeyi deneyebilirsin. Yeter ki, ağırlıklarını tek tek bırakmayı ve seni yere bağlayan o ipi kesmeyi unutma. 

Umut ne yerde ne gökte. Uzakta değil, içinde...  

Handan Kılıç 

11/08/2021

#handankılıc

Yüz yüzeyken Konuşuruz Sen varsın diye...


"Boşluğu doldur" Bu tarz sorularda istenen cevaplar önceden belli midir, bizi bir yere zorla sevk eder mi şıklarıyla yoksa serbest akışa kapı mı açar?

Boşluk kelimesinin kendisi kapıdır. Tabii ki seçenekleri sunulmuş üzerine boşluğu yerleştirilmiş her soru alternatifler arasından biriyle doldurulacaktır ya da evet hayır gibi kısa kelimelerle net yanıtları vardır.

Ama boşluk kelime olarak bile insanı içine çeken bir anafor gibidir. Bu girdaptan kurtulmanın yolu var mıdır, içine çekildiğin, düştüğün ve nerede duracağı belli olmayan bir kayboluşta kelimeleri de kaybeder insan.

Boş yani dolu olmayan.

Bir de boşluğu doldurulamayanlar vardır. 

Bu cümle genelde sevdiklerimizin ölümlerinin ardından söylenir aslında.


Bir daha geri gelmeyecek olandır boşluğu doldurulamayan.


Yoksa gidenlerin yeri dolar bir şekilde, sonuçta kimse vazgeçilmez değildir.

Kimse, sonsuza kadar kimsenin değildir. 

Kalan, koca bir boşlukta beklemez. Zaten insan bir şeyi bekliyorsa beklediği yer doludur orada boşluk yoktur. 

Hem dolu olan kolay devrilmez. Rüzgâra yenilip çamura düşmez. Onu alt edip çamura atsalar üzerine bulaşan toz toprak dökülür, sıçrayan çamurlar güneşin sıcağında kurur ve gider.

Hem böyle bir durumda çamurun yaptığı boşluk doldurmak değil bir nevi tacizdir. Nihayetinde güneş ona gününü gösterir de içlere su serper.

Bir de boşluğu anlaşılmasın diye kendini saklayanlar vardır konuşunca mesela anlaşılacaktır cehaleti, tıntın edecektir teneke gibi. Atasözlerinin "Sus da adam sansınlar" dediği gibi cahillerin akıllıları yani, içlerine konuşur çoğu zaman. İyi ki öyledir, aksi halde cahille muhabbeti kesmeli. Rüzgâr çanları bile daha ahenklidir, gözleri kapatıp onları dinlemeli.

Hem atalarımız ne demiş "Dolu başağın boynu eğri olur." Olgun insanlar ne zaman ne yapacağını bilir manasında söylenen bu atasözünün mefhumu muhalifinden anlıyoruz ki, boş beleş başaklar dimdik duruyor.

Zaten boşluk boşluğu doldurmaz, kapsamaz, sarıp sarmalamaz.

Ne güzeldir yüz yüzeyken konuşuruz' un "Sen varsın diye" adlı şarkısı:




"Seni bir kere görsem belki rahatlar içim
Yıllar oldu görmedim, belki de biraz özledim
Nasıl bir sevdaysa ancak kalbimi dağladım
Seni kaybedip ağladım
Üstümden sanki trenler geçti, yine el salladım
Belki sen varsın diye
Belki duyarsın diye
Beni anlarsın, soru sormazsın
Ah, yetmedi mi be

Bir yere varacak hâlim yok saatim geç oldu
Buradan kaçabilenler gitmiş çok göç oldu
Nereye gizlenmiş bilmem bu işin anahtarı
Çoğumuzun berbat hayatları
Birden durdum bak içimden geldi, nasıl da afalladım
Çünkü sen varsın diye
Orada duyarsın diye
Beni anlarsın, soru sormazsın
Ah, yetmedi mi be
Belki sen varsın diye
Belki duyarsın diye
Beni anlarsın, soru sormazsın
Ah, yetmedi mi be
Gel saklanacak bir yer bulalım
İkimiz bir, sen benim sırdaşım ol
Bak ne kaldı inadından
Seni soludum dumanımdan
Sen benim yanlışım ol
Belki sen varsın diye
Belki duyarsın diye
Beni anlarsın, soru sormazsın
Ah, yetmedi mi be" diye biter ya işte, yetmez insana. 

Çünkü boşluğa boşluk sığdırılamaz.

4/8/2021
Handan Kılıç

YALNIZ VE YANAN ÜLKEM

 





"Rüya

Gözlerimi kapatıp

Rüyalar elimden tutup götürebilseydi

Yükselir, süzülürdüm yeni bir gökyüzünde

Kederlerimi unuturdum.

Hayalimde seyehat edebilseydim

Aşkın ve umutların yeşerdiği, acının dindiği

Saraylar ve geceler yaratırdım.

Yarattığımız her şeyi yok eden

Acımasız gerçeklerin bıraktığı

Zulüm, ızdırap ve çileyle gölgelenmiş

İnsanlar gördüğün bir dünya.

Bizi, düşlerimizi ezen

Tüm yürekleri karanlık ve aç gözlülükle dolduran

Zorbaların yükselen duvarlarını gördüğün bir dünya." 


Ateş de var gül de …

 Taşeron şirketlere yaptırıyorlar böylesini. Bir nevi maşa kullanma işi. 


Hem eli yanmaz ama yakar yıkar yok eder her şeyi. Yaparken de kazanır yıkarken de, böyledir taşeron işleri!


Maazallah bir boşluğuna gelir kalbine saklarsan bu taşeron mütahitleri evinden atıp seni üstüne kira ister, aşka düşerken de başka işe girerken de dikkat etmeli.


Çam ormanının yeniden yeşermesi belki 50 senedir ya bir kalbin tekrar çiçeklenmesi peki,  o ne kadar vakit alır? 


Renk renk güllerin açması için kaç mevsim gerekir? 


İş makinaları çekilse de iz bırakır. Buldozerin paletleri ile geçer yüreğinden Taşeron işçileri. 


Elbet bir gün her şey aslına döner. Toprak da insan da silkeler üzerindekileri.


İşte o zaman bir hafifleme bir huzur bulur cesaret edenleri. 


Eğil ve kokla, ateşte var dünya da gül, gonca da!


4/8/2021

#handankılıc

#seslenenyazilar

#hayatvemandala


 

Gülü gül ile tartarlar

























 

Ayna ayna söyle bana!


 


“Ayna ayna söyle bana var mı benden aptalı bu dünyada?” 


Bu soruyu hepimiz zaman zaman sorarız değil mi? 


Tabi narsistler hariç. Keşke onlar da sorsalar da aptallıklarıyla yüzleşseler!


Yakıp yıktıkları bitirdikleri hayatları fark etseler! Ya da önemseseler😏 mi demek daha doğru? 


Egolari uğruna telafisi güç zararlar verdiklerini bilseler!


İnsan arasıra ayna tutmalı kendine ve yüzleşmeli gerçeklerle!


Mandala aynadır, dönüp içimize baktırır yüzümüze yansımalarından sezdiklerimizi çizgilerimize yansıtır. 


Gördüklerimiz bazen ağlatır ama arındırır. Gözyaşı bir ırmaktır açar yolu kalbi aydınlatır. 


Hem kendisi ile karşılaşmak insanı narsistlikten kurtarır. 


Az şey midir bu kazanç; 

Çizelim iyileşelim.

 İyi olursak iyileştiririz de, bilelim!


#handankılıc

#hayatvemandala

#hayatyaziyor

#seslenenyazilar

#mandalaart


CENNETİN CEHENNEME DÖNÜŞÜ

 "Dünya hassas kalpler için cehennemdir" diyen Goethe 2021 Türkiye'sinde yaşasa acaba ne derdi? 

Günlerdir sabaha kadar uyumuyorum. 

Yangının ortasındayız. Çok yıllardır kalbi yoran haksızlıkların yaşandığı ülkemde,  mağduru olduğum durumlar haricinde diğer olaylardaki mağdurları izlemekten içim kurumuş, kalbim ezilmişken "Ülke yangın yeri" tabirini kullanırdık. Ama bir gün cennet vatanın gerçekten cehennem ateşlerinin yükselerek yanıp kül olacağını ve bunu hep beraber izleyeceğimizi hiç düşünmemiştim.   

Öyle bir noktadayız ki, iyice tükendik. Ki bu günler daha iyi günlermiş diyebileceğimiz felaketlerin eşiğinde olduğumuz da söyleniyor astrologlarca. Onlardan başka bilgi veren olmadığı için tek kaynağımız bu olduğundan gerçeği nedir bilemiyoruz durumların. Ama bu çaresizlikler cehenneminde yangın söndürme yetkisinin kimde olduğunun tartışılması, imkanımız yok denmesi, ikram edilen çayın bile bu sıcakta, her yer ateşle kavrulurken harareti almaması, dünyadan yardım istemenin bile ithamlara sebep olmasını anlayamıyorum. 

Ne bir beklentim var geleceğe dair ne de yazı yazacak mecalim.Oysa daha gencim ama çok yorgunum. Zaten önemli olan da halen süren yangın. Ateşin şakası yoktur. Giden ağaçların, ormanların geri dönüşü belki yüz yıl alacak. Zaten dünyanın 100 yılı kalıp kalmadığı da meçhul. Ama biz hani her cümleye "Bu millet öyle bir millettir ki" diye başlayan insanlar olarak neden bile isteye bu ateşin büyümesine göz yumuyoruz? Allah korkusuna ne oldu? Kalbinde bunu taşıyanın karıncayı incitmemek için yuvasına basmaması gerekirken nasıl, hepsi birbirinden acı olaya sessizce kabul veriyor? Ateş geziyor işte ev ev, kimine deprem, kimine sel, kimine yangın, ölüm, maddi hasarlar, boğulmalar, korona ile nefessiz tutulumlar, kayıplar, hastalıklar, delirmeler, cinayetler... Bitmiyor da bitmiyor.

“Yarın kıyametin kopacağını bilseniz bile, bugün elinizdeki fidanı dikin!” diyen bir Peygamberimiz var. İnançları, Buharî'den nakille böyle bir emrin uygulanmasını gerektiren insanlar neden var olanın yok oluşunu izliyor? Ve tabi biz ne yapabiliriz ki çaresizliği. Yangın büyük, uzman, ekipman gerektiriyor. Soruların, sorunların, öfkenin, üzüntünün sınırı yok.

Sabah bir arkadaşımla yazıştık. Bu hafta Amerika'ya gitmiş. Orada onu misafir eden Türk arkadaşı ülkemizdeki bir çok olayın üzüntüsünü de yaşayan, gündemi uzaktan da olsa takip eden biri olduğu halde "İçin geçmiş gibisin. Enerjisiz, bitkin, ruhun ölmüş senin" demiş gördüğünde. Bir devlet hastanesinde pandemi döneminde kesintisiz çalışan bir doktorun gözlerinin içinin parlamasını beklemesi gündemin yoğunluğu haricinde bile mümkün değilken "Çok üzülüyoruz, hep dua ediyoruz ülkemize" diyen insanların bile buranın ağırlığını unuttuğunu gösteriyor. 

"Ateşe temas etmeyen bizleri anlayamazmış" diyen arkadaşım devam ediyor "Amerika'da dolaştıkça hep aynı şeyi düşünüyorum, tüm dünya buradaki insanlar rahat etsin diye yaşıyor, çalışıyor. Onların ise dünyadaki kimse için bir derdi tasası yok. Buradakiler bizi hayatta anlayamaz. Biz yangının içinden geliyoruz. İlla ki üzerimizde is kokusu oluyor."  Ki bu arkadaşım ülkenin en iyi gelir düzeyine sahip, eğitimli, hayatı bir düzen dahilinde devam eden, çocuklarını istediği okula gönderebilen, tatile Amerika'ya gidebilme şansına sahip bir vatandaşı. Ama pandeminin ve insan üstü çaba ile içinde bulunulan sağlık sisteminin çalışanı olduğundan gözlerinin feri sönmüş yurt dışındaki meslektaşlarına göre...

Dün kendisi de İspanya'da yaşayan, senede bir İstanbul'a gelen iyi romancılarımızdan Nermin Yıldırım da dışarıdan bakan bir göz olarak şöyle bir paylaşım yaptı:

"Sokaklar gözleri yerde, kim bilir nicedir gülümseyecek bir sebep bulamamış insanlarla dolu. Öfke, hissizlik ve daha başka pek çok şey... Ama en çok üzüntü yayıldı, salgın bir hastalık gibi. Çok üzgün bir ülkenin çok üzgün çocuklarıyız. Çok yazık oluyor her şeye"

Aynen öyle, son bir aydır ciddi üzüntüler, şahsi sıkıntılar, sağlık problemleriyle geçmişken, biraz nefes alalım bari Ağustosta derken bitmeyen Temmuzun yükü ile girdik yeni aya. Burada kışlar da yazlar da mevsimler de bitmiyor. Hele Temmuzlar, hep bir ateşle yakıyor.

Az önce önüme düşen bir haber gündemin yoğunluğunda kaynayıp gidecek eminim. Yangında kaybolduğu düşünülen bir genç kızın cansız bedenine ulaşılmış. İş için görüşmeye gittiği emlakçı suçunu itiraf etmiş: Tecavüz edip beş parçaya bölerek ormana attığını yani. Jiletle ismini yazmış bir de ölü bedene. Bir kaç saat sonra bir başka kayıp kadının ormana atılmış cesedi daha bulunmuş. Tüyler ürpertici bu cinayetleri işleyenler aramızda dolaşıyor. Hepimizin muhatap olduğu meslekleri icra ediyor. Düşündükçe delirten olaylar. Çok ilginç deneyimler. 

Özgecan Cinayetini hatırlıyorum. Geçen hafta 2015 yılında yazdığım bir çalışmamı okudum. "2016 gelsin, yeter artık" diye feryat ediyormuşuz. Yaklaşık her ay bir patlama olmuş, yüzlerce kişi ölmüş. "Bundan daha kötü yıl olur mu?" demiş arkadaşlarım, ben de not almış, üzerine yazmışım. O vakitlerdeki dertlere şimdi gülüyoruz. Her yıl daha da kötüye gidiyor hayat, dünyanın hali hep böyle derken bunun sadece bizim ülkemizde/Ortadoğu coğrafyasında böyle olduğunu dışarıdan gelen haberlerle fark etmek daha da can yakıyor. 

Hakan Günday şöyle yazmış Ziyan adlı romanında: "Ortadoğu'da kızlar kadın doğar. Ecellerinden önce ölürler. İlk yemeği anasının memesinden gelen ve yediği çanağa tükürmekte sakınca görmeyen o erkek o kadar çok kadın gömer ki, toprak bile artık dişidir. Bu yüzden toprak ana diye bilinir. Diri diri gömüle gömüle toprağı bile kadın yapmışlardır. Bu yüzden verimsiz ve çoraktır; buna da kadının intikamı denir."

Konu o kadar çok ki, felaketler, hastalıklar, hukuk, eğitim, ırkçılık...

İnsanlar seçemediği milliyeti için, kendini neden üstün gördüğü belli olmayanlarca suçlanıp ailecek öldürülüyor mesela. "Bir insanı öldüren bütün insanlığı öldürmüş gibidir" diyen bir dine inandıklarını "Allah büyüktür" nidaları attığından anladığımız varlıklarca kurşuna dizilip evleri ateşe veriliyor. Suç örgütü liderleri itidale çağırıyor. Ne oluyor anlamadan daha büyük bir ateş düşüyor, önceki mevzu unutuluyor.  

Ekonominin dibe vurduğu, sınır güvenliğinin hiçe sayıldığı, kendi ülkesinin insanı ruhen ve madden çökmüş, işsizlikle bunalmış, değer karmaşasının içinde kutsallarını kaybetmiş, her konuda zıvanadan çıkmışken tolore edilemeyecek sayıda, hem de bir salgın sürerken kayıtsız, aşısız insanları sınırdan sokarak büyütülen mülteci sorunu, iklim krizi, hızla yayılan korona, haksız tutuklamalar, kayıp insanlar, cezaevlerinden yükselen işkence var iddiaları, korona yüzünden bir buçuk yıldır süren insan haklarına aykırı bir uygulama olarak görüş yasakları, hamile kadın ve bebekli anneler ile kanser hastalarının kanunun açık hükmüne rağmen ertelenmesi gereken ceza infazlarının hem de salgın hastalıkla mücadele esnasında, tutuklu olarak hücrelerde sürmesi, sma hastası çocukların, kanser hastası insanların ilaç bulamaması gibi nice acıdan yükselen feryatların sadece twitter üzerinde hashtag olarak kalması, Haluk Levent ile bir kaç vekil dışında kimsenin bu etiketlere cevap vermemesi kalbi yoruyor. 

Ülke gerçekten yanarken, insanı yıllardır "Telef" edilmişken, hayvanlar kaybedilirken, bitki örtüsü bitip yaşamın devamı için gereken arıların yuvası çam ormanları yok olurken insanlar pet şişeyle yangın söndürüp "Yalnızlığını" dibine kadar yaşarken dışarıdan bakan bizlerin kalbi nefessiz kalsa da ateşin düştüğü yeri yaktığı malum. Evi barkı yanan, yakınını kaybedenlerin, geleceğini yitirenlerin hepsinin hayatının ortasına düşüyor o ateş. Bir daha hiç bir şeyin aynı olmayacağının miladı olan bu kayıpların yası tutulmadan ne yazık ki bir başkası geliyor. 

Yetkililerden yetkilerini etkili bir şekilde kullanmalarını istiyoruz. Söndürülecek yangınlar devam ediyor. Hava sıcaklıklarının bu hafta on dereceye kadar artacağı söyleniyor. Yeni orman yangınları ihtimali ile beraber elektrik kesintileri de başladı. Bu hengamenin içinden çıkılır mı, İzmir ve İstanbul için büyük deprem uyarıları da varken kaç kişiye nasip olacak 2022'yi görmek bilmiyorum ama 2015'leri arar hale gelmek gerçekten ürkütücü. 

Komplo teorileri kısmına hiç girmiyorum, lakin insan bir yeri ağarırken sadece orayı hisseder. Yanık acısı da çok büyüktür. Şimdi sadece söndürmek ve tedavi etmek, kayıpların yasını tutmak önemli. 

Görüntüler dehşet verici. Elimizden bir şey gelmemesi can yakıcı. Yoğurt kaplarındaki sulara yanan ayaklarını koymuş masum köpek yavrusunun gözlerindeki bakış zihnimden gitmiyor. Yavrucuk ölmüş bu gün. Köpekten korkan, hayatında hiç bir köpeğe dokunmamış bir insan olarak kucağıma alıp sarılmak, saatlerce ağlamak hissiyle doldum gördüğüm andan beri. Son yıllarda her şehirde görülen ormandan çıkıp akşamları çöplerde yiyecek arayan sessiz domuz sürülerinin ormanı, evleri, kaybedişlerinin ızdırabıyla inleyerek dolaştığını izledim, fecaatti. 

Hal böyle iken tatiline devam edenler de var. Bütün bir yıl çalışıp vergisini ödemiş, bir hafta tatilinde şansızlık ya bu olaylara denk gelmiş. Yangın söndürme yükümlülüğü de yok kimsenin ama tabi ölüye, acıya saygı da dikkat edilmesi gereken bir başka konu. 

"Eskiden mahalleden biri öldü mü bir hafta radyo açmaz, kırk gün yüksek sesle müzik bile dinlemezdi Rum komşularımız" diye anlatırdı babaannem. Doğru, o vakitler eskide kaldı. Yavaş, hayatın sevincinin de yasının da vakitlice yaşanılabildiği zamanlardı. Biz de evimizdeyiz. Tatilciler orada biz burada yemeğimizi yiyip twett atıp hayata devam ediyoruz. 

Ateşin ortasında değilsen ne kadar kahrolsan da her şey seyirlik bir malzeme. Hele de yurt dışında isen, hayatını kurtarmış, geleceğine güvenle bakıyorsan, ateşte evin yanmamış, çok yakının bir haksızlıkla hala acı çekmiyorsa buralarda, kimsen ölmediyse falan çok üzülsen de film seyretmek gibi, kapatınca keyifle yaşamına devam ediyorsun. Zaten bunlardan kurtulmak için gitmiş insanlardan, arkadaşımın arkadaşı gibi mesleğini dünyanın rüyasında yaşayarak yapan şanslılardan bizleri anlamasını beklemek safdillik. Arkadaşım da bu beyhude çabaya girmemiş. Belki de filmlerde gördüğümüz evrenler yüzünden bunların gerçek acılar olduğunu başımıza gelmeden idrak edemiyoruz.

Milas dedemin memleketi, Girit'ten göç eden ailesinin bir kısmı  oraya yerleşmiş. Koca bir şehir kül oldu. Manavgat yok, Fethiye yanıyor. Bodrum, Antalya, Adana, Mersin, Manisa, Isparta perişan. Yüzün üzerinde yangın günlerdir sürüyor. Aynı anda sekiz on yerde yangın çıkıyor. Sıcak, patlayan kozalaklar, rüzgarın yönü, hepsi yangınların boyutunu büyütüyor. Umarım dünya yardım eder de bu garip ülkede acılarından, her eve düşen ateşten kurtulan ağaçlar, insanlar, hayvanlar olur. Acılar son bulur.

Yazacak çok şey var ama benim halim yok. Son olarak Nur Bilen Yavuzer'in hesabında gördüğüm bir dua içime çok dokunduğundan bir yandan okurken düşünmemiz dileğiyle paylaşıyorum:

"Allah'ım sen yardım et!

Ne ettiysek affet!

Sen büyüksün, biz aciziz.

Gözümüzde yaş kalmadı, yardım et.

Topraktan, ağaçtan, kuştan ve kelebekten, kediden ve köpekten, denizden ve dereden, bebekten ve dededen, kainatın her zerresinden özür diliyorum. 

GÖREMEDİĞİM HER DERTLİDEN, KAPATAMADIĞIM HER YARADAN, DOKUNAMADIĞIM HER ACIDAN ÖZÜR DİLİYORUM. 

Bundan sonra DAHA İYİ OLMAYA NİYET EDİYORUM.

Yer gök dua ile ayakta duruyor biliyorum, ezanların yüzü suyu hürmetine, duamızı kabul et.

Gidecek yerimiz yok, geri çevirme kapından.

Sen Rahmansın, yardım et."          

Amin. Allah iki dünyada içine düşülen ateşleri söndürsün. Nicedir gülmeyi unutan bu ülke insanını mucizeleri ile sevindirsin.

Handan Kılıç
02/08/2021 
İzmir

Baby Reindeer Dizisi Üzerine Değerlendirmeler

  Afişiyle dikkatimi çeken bu diziyi, edebi zevklerine güvendiğim bir kaç arkadaşımın hikayesinde "çok etkileyici, bitince iki gün kend...