#ouroboros ya da #ıspanaklıpırasalıbörek





#ouroboros :)) ya da #ıspanaklıpırasalıbörek :)))

Kendi kuyruğunu ısıran bu yılan kendini yaratmayı sembolize eder. Börek de yaşam döngüsünün bir parçasıdır. Bitkiden hayvana dünyadaki her şey insan için çalışır. Hepsi elimize gelir. Dünyaya zarar veren faydasız varlığın istisnası  anneler de azot döngüsünün fedakar varlıkları olarak onları yaşam için gerekli şekilde bizle buluşturur:) Annem olmayınca yanımda yaşam döngüsünde yerimi aldım #2020yeniyıl ına misafirlerim için böreklerimi sararak hazırlandım ☺️

Rahmetli #ouroboros u düşünerek doğradığım pırasalar beş su yıkadığım ıspanaklarla beraber can verirken peynirle canlanıp soğudular bir kenarda. İçimizin soğuması önemli ne de olsa:)) İnsanın ateşi sönmeli ki sağ duyulu yaklaşabilsin, boş yere kendini yemesin. İşte sonra bizim bu yılanı düşünerek döndürdüm yufkaları :)) 

#nietzsche #böylebuyurduzerdüşt de der ya “Her şey gider, her şey geri gelir, sonrasızca döner varlık çarkı. Her şey ölür, her şey yine çiçeklenir, sonrasızca sürer varlık yılı” 

Kendi kuyruğunu yiyen yılan temel anlamıyla öz yaratımı temsil eder. Kendinden kendini doğurmak, benliğinin fazlalıklarını törpüleyerek kendimizden kendimizi inşa etmeye kadar genişleyen anlamları vardır.

Sonuçta bize hizmet eden bir azot döngüsünün farkındalığı ile hakikati aramak hepimizin yaşam sınavı. Eee aç karnına da hiç bir şey olmuyor. İnsanın kendini bulması, bu koca kainatta varlık sebebini sorgulaması için bile ihtiyaçlar hiyerarşisi piramidinin zirvesine yol alması, güvenlik, fiziki ihtiyaçları karşılaması gerekiyor ki, sanata vakit ayırabilsin. Varoluş kaygıları çekebilsin. Epey lüks bir durum yani kendinden kendini inşa etmek. 

İşte anlamları böyle çok derin olsa da en kısa şekliyle “Başlangıçtan beri şeyin içinde var olan ya da kendini yok edilmez kudreti veya tabiyatıyla sürdüren ilkel birlik ve bütünlük iddiasını simgeler" diyor vikipedi. 

Tüm kadim toplumlardan karşılığı olan bu kavramın üzerine düşünmeli derim. Yılın son günü lafı çok uzatmayalım: Kendi kendini faydasız, müdahale şansı olmayan konularda boş yere üzmemeli. Kendi kendini yememeli börek yemeli. Kendimizden kendimizi doğurmak için fazlalıklarımızdan kurtulduğumuz bir yıl olsun 2020 diyerek yeni yılı kutlayalım 

#mutluyillar


Yaşam döngüsü:))



VAY VAY VAY KİMLER GELMİŞ



"Vay vay vay kimler gelmiş" diyerek kapattım kapıyı. 
Bakıştık. 
Yeniden aynı heyecan. 
"Çok pis özlemişim zaten" diyen Nazan Öncel ve Manuş Baba'ya selam çakarak açtım paketi. 
O koku... 
Derin derin içime çektim. 
Çayı demledim. Onun vakti saati gelene kadar da kahve yaptım. Beraber içeriz. Göz göze, diz dize... 
Kokusunu görüp, tadına dokunacak kadar,  beş duyunun hepsi hatta daha fazlası ile hissederek.

"İnsan bazen susmak ister, susmak da güzeldir bazen" diye düşünürken mırıldanmaya başlamak... O sesli kahkahadan hemen öncesi. Gülümsemek ve mırıldanmak...

ÖLÜLER KONUŞMALI
Dirilerin HER ŞEYE SUSTUĞU bu dünyada evet, evet ölüler konuşmalı. Söylenmemişleri haykırmalı. Sevdiğini söyleyememişlere ibret olmalı. 

"Ölüm var, geç kalma" diye hatırlatmalı.
Bu günün işini yarına bırakma, sözü erteleme, hayatı perdeleme demeli.

"Susma, sustukça sıra sana gelecek" gerçeğini başına iş gelmeden fark etmeli. Haksızlıklar karşısında ses olmalı, ses, tepki, kurtuluş için uzatılan bir el, masumun, mazlumun sevgiyle tutmalı elini.

Ama önce en yakınlarımızın, kalbimizin sahiplerinin hakları verilmeli. Çünkü ölüm var.

Çalakalem başladığım bu yazıyı uzatmayayım, çünkü beni bekleyen iş çok. Yılın son ve ilk haftasının beraber yaşandığı bu özel zamana bir not düşeyim de bu da burada dursun istedim. 

30 Aralık 2019... İçinde öykümle yer aldığım "ÖLÜLER KONUŞMALI" adlı kitap çıktı ve kargodan elime ulaştı. Söylenememişlerin yazıldığı derleme kitap SIFIR YAYINLARI'ndan basıldı. 

Kitaba yakın zamanda yayınevinin internet sayfaları üzerinden ulaşabilirsiniz. Ama imzalı isterseniz bana   yazdikcayazasingelir@gmail.com  adresinden bir ileti göndermeniz gerekmekte. 

2019 gider ayak yüzümde bir tebessüm bıraktın. Teşekkür ederim. 

2020 de fısıltılar nehir gibi çağıldayan bir konuşmaya dönsün...
Akışı seyredelim, gülelim. 

Anda kalmayı, akışına bırakmayı idrak edip uygulayabildiğimiz bir yıl olması temennisiyle...

MUTLU YILLAR:)

   




VE 2019'DA BENİ MUTLU EDEN BİR ŞARKI İLE MUTLU YILLAR... PİNK MARTİNİ, AMADO MİO 


NOT: Bu şarkının sözleri ve çevirisi için tıklayınız.

AYDİLGE HALİL SEZAİ AŞK YÜZÜNDEN


















Anlatsam kim anlar ki
Yarım kalmış hikayem var
Anlatsam kim anlar ki
Yarım kalmış hikayem var
Bu yalnızlık geçer belki
Nasıl hain bu akşamla?
Yandı canım biter mi yakanlar?
Yandı canım kim üflerndağlanır yaralar?
Yandı canım söner mi hala?
Bende yine de aşkın var
Ben vurulduğum yerlerden yaralanmış izlerden
Yorgunum ezelden aşk yüzünden aşk yüzünden ben
Vurulduğum yerlerden yaralanmış izlerden
Kim sever içinden? en derinden en derinden ben
Kalbimden düşen yazlar
Kışa döndü sokaklar kar
Kırıldıkça keser camlar
Senin de cam bir kalbin var
Yandı canım biter mi yakanlar?
Yandı canım kim üfler dağlanır yaralar?
Yandı canım söner mi hala?
Bende yine de aşkın var
Ben vurulduğum yerlerden yaralanmış izlerden
Yorgunum ezelden aşk yüzünden aşk yüzünden ben
Vurulduğum yerlerden yaralanmış izlerden
Kim sever içinden? en derinden en derinden ben


21 ARALIK EN UZUN GECE ŞEB-İ YELDA


   
En UZUN gece... 21 Aralık...

Coğrafya biliminin tespitine göre böyle. Dünyanın hareketleri işte :)) Bu konuyu hiç sevmezdim. Üniversite hazırlıkta iken denemelerde üç soru çıkardı bir türlü bu konu yüzünden sosyali ful çekemezdim. Sanırım bu nedenle ya da dünyanın bir bir hali işte bu konu beni hep germiştir. Dolayısıyla en çok çalıştığım konu olmuş sınavda da bu soruları doğru cevaplayınca puanım fırlamış, öylesine tepeye yazdığım hukuk tercihine yerleşmiştim. Tercih dediysem şimdiki gibi değil. Gençler şanslı, şimdilerde ellerindeki puana göre sıralama yapıp ayaklarını yorganlarına göre uzatıyorlar. Biz, üniversite sınavına girmeden bu tercihleri yapmak zorunda kalan, piyangodan çıkmışcasına sürprizlerle karşılaşıp aslında istemediği yerlerde kendini bulan insanlardık. 

Ben de bu dünyanın hareketleri konusunu öğrenmesem belki bu gün yaşadığım zorlu hukuk yolculuğuna çıkmayacaktım ama kader işte. Hayat yazıyor, biz oynuyoruz. O yüzden hem geceleri yaşayan biri olarak en uzun geceyi sever hem de içimde arka akaya devrilen keşkeler bloklarının altında kalırım her 21 Aralık'ta. Oysa senaryosuna çok da müdahale şansımız olmayan yaşamlarımızda hepimiz bir oyuncuyuz. Sinopsis de elimizde yok. Dolayısıyla hayat belirsizliklerle dolu. Bu bazen bir nimet, misal öleceğimizi bilip tarihini bilmememiz gibi bazen de imtihan sebebi: Uzun gecelerin hiç bitmemesi gibi.


O yüzden fizik aleminde en uzun gece şuan içinde bulunduğumuz 21 Aralık olsa da, ruhen uzun geceler başka başkadır:

Ölüm döşeğindeki bir hastanın hali ile ameliyattan çıkan ve o geceyi atlatırsa yaşama bağlanacak bir insan ile onu dışarıda bekleyen ailesinin ruh hali 21 Aralık'la kıyaslanamaz. 

Yine sancılarla doğumu bekleyen bir kadının korku dolu gecesi ile dışarıda dokuz doğuran babanın en uzun gecesi de mucizeye şahit olana kadar sürer.

Bir gün evinden çıkıp işine giderken başına gelen kötü bir kaza sonucu kendini nezarette bulan, cinnet geçirip katil olan ya da bir iftiraya maruz kalıp haksız şekilde gözaltına alınan bir insanın demir parmaklıklar ardından geçirdiği uzun gece(ler) dünyanın hareketleri ile kıyaslanamaz. 

Evde anne ya da babasının geleceği zamanı bekleyen yavruları için hayat o gecede durmuş, yıldızlar kaybolmuştur. Bunu uzaktan seyreden hatta o çocuklara yardım eden insanlar o uzun gecelerin ne olduğunu hayal bile edemez. Çünkü sarsıntılar her yürekte ayrı etki yapar. Herkes bunu bazen, gel sen ne çektiğimi bir de bana sor diyerek haykırır. Kimi zaman da gözyaşlarını içine akıtır.

Depremlerde yıkılan yapılar bazen güvenli olduğu söylenip oturma izni verilse, güçlüdür dense de, sarsıntının merkez üstüne yakın olan yerlerdir. O yüzden göçük altında bekleyen insanların uzun geceleri ile 21 Aralık boy ölçüşemez. 

Sevdiğinin nerede olduğunu bilmeden onu bekleyen bir kayıp yakının her gecesi uzundur. Nasıl olduğunu anlamadan bir yere kapatılan bir insanın, ne zaman çıkacağını bilmediği hücresinde yaşadığı gecelerin uzunluğuna gündüzler de katılır. 

İstemediği bir adamla evlendirilen çocuk gelinlerin ilk gecesinden son gecesine kadar hayatları bu bitmez zulmün pençesindedir. Sevdiğinin başka birine yar olduğunu gören gencin ızdırabı uzun geceler sürer. Aşkına karşılık bekleyen bir kalbi kırığın ise her gecesi şeb-i yeldadır.   

Gidenleri bekleyen kara sevdalılar için de geceler zor geçer. Unutmak nimeti ile kalpleri taçlandırılanlar için de bazen 21 Aralık o bitmez beklemelerini anımsatır. Şarkılar o gece kalbe değmez adeta delip geçer. 

Zamanın hükmünü yitirdiği bir konudur aşk. Eğer kalp, o çilesi bitmez çöle bir defa düştüyse ona her gün en uzun gecedir. Kavuşma anı, en çok beklenen, maşuk en çok özlenendir. Bazen bunu hiç bir zaman bilmez ki, müthiş bir ışıktan uzaktadır. Bazen de özleyenin ateşi maşuk için yetersiz kalır yine kaybeden taraflardır. Ama en çok acıyı her zaman bekleyen çeker. Çünkü belirsizlikler kadar insanı yoran hiç bir şey yoktur. Bu şarkı bu acıyı ne güzel anlatır.

Hayat bir beklemeler manzumesi... İrademiz dışında geldiğimiz bu dünyadan yine aynı şekilde gideceğimiz dışında kesin bir bilgi yok. Yayalım diyeceksek tek gerçek bu: Öleceğiz. Hiç bir yaşam sonsuz değil. Dertler de sevinçler de baki değil. Uzun geceler, bitmeyen kışlar da yok. 

Bu gün işte en uzun gece, bundan sonra hem kış başlıyor hem de gündüzler uzuyor. Bu ironik durum bile karanlık ve soğuğun ışık ve sıcakla hayatlarımıza dönüşümlü olarak konuk olduğunu anlatan bir döngü. Ve çok şükür ki, günler de insanlar arasında döndürülüyor. 

Uzun gecelerin parlak gündüzlere yerini bıraktığı bu döngüsel gecede 2020 için iyilik, yerleştiği kalplerden hayatlara aksın diyelim. 

Bolluk, bereket, huzur beklemekten yorulan, istemek arzusunu çoktan kaybetmiş, bir nevi yaşayan ölüye dönmüş, bir türlü gelemeyen güzel günlere bazen umutla bazen sitemle türküler yakan insanımıza Suavi'nin sesinden Tükenme diye seslenelim. Çünkü döngü der ki, bu gün çocuklar ağlıyorsa yarın "Çocukların ellerinde güzel günler var" MFÖ' nün mısraları ile sözü bitirelim: "Bırakmazlar Sahibim var"



NOT: Bu yazı plansız, çalakalem yazılmıştır. Başlarken instagram hikayelerinden yola çıkarak ritüellerden bahsedecektim ama içimden bunlar geldi. O konu bir dahaki yazıya kaldı.
                  

SİS HAYDAR ERGÜLEN






















İki şehri var gecenin, biri gözümde tütüyor, birinin dumanı üstünde yağmur 
gibi çöken siste, bana bu uykusuz
şehri niye bıraktın, göze alamadığım
bir şehrin yerine bütün şehirlerdesin,
gece değil istediğin hayli karanlık
bakışlı bir şehrin gözleriyle çarpışmak
hevesindesin! Gözlerini anlıyorum henüz
bağışlayabileceği gözleriyle çarpışmadı kimsenin;
gözlerimizi uzaklıklar değil ki yalnız
göze alamadığımız yakınlıklar da acıtır,
ve gözleri ancak gözler bağışlayabilir,
öyle acıyor ki gözlerim kim bağışlayacak,
sis değil, uykusuzluk değil, iki uzak
şehir gibi ayrılıktan kavuşmuyor gözlerim:
Biri hepimizle gözgöze gibi hala uykusuz,
biri sis içinde kirpiklerine kadar açık,
bu sessizliği kim bıraktıysa, göremiyorum
konuşkan gözlerinde tek sözcük bile,
gözlerimiz birbirine değmiyor gecenin iki şehrinde
Kimsenin kimseye gözü değmiyorsa şiir niye?


Not: Bu müthiş şiiri Selçuk Yöntem çok güzel okur

YENİ BİR HABER, YENİ BİR KADER BUNLARI İÇİN BANA ŞANS LAZIM

2020, 2020 Söyle bana ne hediyelerle geliyorsun :)) diyelim de güzellikler bizi bulsun.

2020'den neler bekliyorsunuz diye sorarak  mimledim herkesi ama sonra da hayat beni mimledi dönemedim:) Dün ziyaretime gelen kardeşimle çekildiğimiz fotoğrafı gören diğer kardeşim "Ablamın nesi var?" diye sordu endişe ile ve bizim ufaklık yanıtladı: "Hayat yazıyor" yazamıyor:)) Evet bu benim için sorun. Okuyup yazamamak... Zamansızlık, sağlık sıkıntıları, üst üste gelen dertler, tasalar... Yazamamanın, benim dışımda gelişen bir hayat örgüsünün sonucu olması ve uğraştığım sorunların karşısında yazmak ve okumanın büyük lüks kalması can sıkıcı. 

Epeydir modum şu:



Oysa bu yüzyıla böyle mi girmiştik.  2000 yılında Milenyum Çağı diye her yerde abartılı yılbaşı kutlama hazırlıkları vardı. İnsanın kendi yaş gününün kendi yeni yılı olduğunu düşünür, özel kutlamalara girmezdim yeni yıllarda ama bir muhasebe zamanı olduğuna inanırım. Ne yaşadık, neler bekledik, neler bulduk oturur düşünürüz. En çok dinlediğimiz şarkıları, kullandığımız uygulamaların değil, zihnimizle hep bir didişme halinde olan kalbimizin hatırlattığı yıllardı. Ama ben daha çocuk denecek yaşlardayken bile nostalji seven biri olarak o zamanlar terk edilmeye başlamış olan bir adeti yerine getirmiş, sevdiklerime kart atmıştım. Geçen bir kitabın arasından cevaben gelen kartlardan birini buldum ve çok mutlu oldum. Canım dostumu İzmir'e gidince mutlaka görmek istiyorum. Umarım denk geliriz. 

Şimdi 2020'nin kapısındayız, en fazla sevdiklerimize bir ileti atarız ki onda da artık mütekabiliyet kuralını işletiyorum. Sonuçta israf haram, geçen gün ömürden...

Yirmi koca sene geçmiş milenyuma gireli ve biz ülkecek aynı tas aynı hamam yaşayıp gidiyoruz demek isterdim ama yirmi yıl öncenin alım gücüne, yüzü gülen insanlarına, zamanın bereketine bakarsak epey geriledik diyebiliriz. Hatta sevgili Nagihan'ın "Size bir sır vereyim mi" başlıklı yazısında dediği gibi "Bu saçma sapan ülkede" artık güzel bir şeyler olsun da biz de gün yüzü görelim 2020'de.

Az önce ajandalarımı aldım diye sevinçle evde dolaşırken, (iki boş deftere sevinen insanlardık, kıymetimiz bilinmedi) yukarıdaki fotoğrafı çektim. Koskoca 2020 yazıyor, onu gösterip bir blog yazısı yazayım başlık da "2018' e hazırım, sen bana hazır mısın yeni yıl!" olsun dedim. Oğlum üzülerek baktı yüzüme, sarıldı sonra, "Anne, 2020 ye giriyoruz" dedi. 

"Gözümün gördüğünü kabul etmeyen beynim, zamanın geçiş hızına uyamıyor" derken gözyaşlarımı tutamadım. "Hayat yazıyor! Zaman durmuyor, hayat geçiyor, hadi ben halı saha maçına gidiyorum" dedi ve çıktı. Ben de "Duydunuz zilin sesini, yarışma başladı" neslinden olarak çamaşır makinesinin bitiş sesine doğru yürüdüm. Çamaşırları silkerken hayatın geçiciliğini düşündüm. "Asmayalım da besleyelim mi?" diye diye çamaşırları evin içine astım. "Hey gidi Ankara hey /Beni de benzettin kendine/ Astın suratımı resmileştirdin beni/ Yüzümde bürokrat gülümsemesi, içimde politik çıkmazlar, hava ne soğuk ah, ev halkına bir çay vereyim bari, bahaneyle ben de otururum iki dakika" diye mırıldandım. 

Aslında konuşurken 2018 desem de, yazarken defterlere 2014- 2016 falan diye tarihler attığımı da hatırladım. En son güzel şeyler yaşadığımda yıl 2015 idi. Ocak ayında bir yeğenim doğmuştu ve uğurlu gelmişti bana. Ağustos ayında da bir başka yeğenim doğdu ve o gün hayatımın en güzel başka bir gününe denk geldi. Sonrası kısa da olsa bir zaman güzel geçmişti. Ama ardından ilk golü yedim ve arkası geldi. Yeğenlerim okullara başladı, İngilizce konuşur oldu. Bende ise değişen bir şey yok:(( Yıl olmuş 2020 ben zamana karşı 5-0 yenik durumdayım.

Ama hadi kabul edelim, zamana yenilmeyen kim var ki? Hangimiz elimizden kayıp giden vakitlerin özleminde değiliz? Yaş alıyoruz elbette, bu bir açıdan korkutucu bir açıdan da özgürleştirici. Umarım bu yaşlar, bizi ruhen de büyütür. Yaşadıklarımız, deneyimlerimiz sadece kalbimizi sızlatan anılar olarak kalmaz da, yeni bir bene kapı aralar. Kalbimize esenlik, vücudumuza sıhhat bırakır yıllar derken "Memleket mi, yıldızlar mı, gençliğim mi daha uzak" diye mırıldanmaya başladım. 



Bir kaç ajanda aldım yine. Metis ajandaları 2017, ki anısı büyük, o zamandan beri vazgeçilmezim. İçinde neler var neler. 

Allah'ım, her yer, raflar, kutular, kitaplıklar dolusu defter... Kimi yarım kalmış aşklar gibi buruk ama söylenmeyenleri ile boş yaprakları gibi yeri doldurulmaz, kimi dolu dolu ama dönüp okunmayacak kadar bunaltıcı. Bazısı ruhen uzak düştüğüm anıların ev sahibi, kimi dert, kimi sevinçlerimin ortağı. Dost bildiklerimden en güveniliri, en yakını. 

Defter iyidir, hele ajandalar, insanı daha planlı yapar. Hep yanındadır. Desteğindir. Sen bırakmazsan o seni bırakıp gitmez. Dönüp ah etmez, susup kahretmez. Özlediğinde elinin altındadır. Uzandığında sayfalarca sarılır. Kitaplara taşar, kimi zaman da kitaplardan, rüyalardan, filmlerden taşar gecene ışık, gündüzüne rehber olacak sözleri yaz diye açar bağrını. Sana kendini feda eder, sen olur yazdıkça. Zamanın kaydını tutar. Vakti gelince seni seninle yüzleştirir. 

Bloglar da bir nevi herkese açık defterlerdir. Onun için kıymetli, bu nedenle vazgeçilmez. Buraya yazıp niyetimi güçlendireyim dedim. Niyet ettim, niyet eyledim 2020'de düzenli olarak ajandalarımı yazmaya, blogumu geliştirip uzak kalmadan yeniliklerle küllerimden yeniden doğmaya...

Geçen yılbaşında tam 00:00' da herkes geri sayım yaparken ben açıp film izlemiştim. "Çavdar Tarlasındaki Asi" Harikaydı. Hatta sabah kalkıp tekrar hem de on üç sayfa not alarak yeniden izlemiştim. Hala bloga yazamasam da bu yıl 85 tane filmi buraya aktarabildim. (Defterlerimde ise bu sayı 330'larda. Neymiş, defter blogtan büyükmüş, neymiş yeni yıla nasıl girersen öyle geçermiş:))  

Umarım bu yıl da her yönden verimli, huzurlu, aşk dolu, özgür geçer. Daha iyisi nasıl mümkün? Yediğim golleri silecek güzelliklerin beni bulması, son iki ayda yaşadığım sıkıntılarla sürekli tekrarladığım "Çok yorgunum" repliğimden "Çok huzurluyum, mutluyum, pozitif enerji ile doluyum" sözlerine geçmem için hangi bilinç, enerji ve alan olabilirim?  Ve hayatın bana hediyelerini alıp kabul etmeye gönüllüyüm diyerek mottomuzu söyleyelim hayatın tümü bana kolaylık, neşe ve ihtişamla gelir, inşallah. Dinimiz Amin.

O zaman Sertab'ın 2002'de dediğini 2020 için tekrar edelim:




GÜNESÜRGÜN DEEPTONE 'NUN KALEMİNDEN



Bu gün size, bir seneye yakındır tedarik edilemediği için sepette bekleyen, bir kaç ay önce elime geçen bir kitaptan bahsedeceğim. 

Yukarıda görselini paylaştığım eser sevgili Deeptone ait. Sade ve Derin adlı blogu ile tanıdığım, yıllardır istikrarlı bir şekilde blogculuğu sürdüren, bu alemdekilerin mutlaka tanıdığı, bu işi hakkıyla yaptığı için buraların kraliçesi olmuş bir güzel insandır Deeptone.

Yazmanın zorluklarının farkındayım. Hele de hızın ve görselliğin hakim olduğu zamanda, yazıya verilen emeğin çoğu zaman karşılıksız kaldığının bilinciyle bu yazıya başladım. Ama burada daha farklı bir durum var: 

Her yazı ile insanın kendini kurarken geçtiği yollara çakıl taşı bıraktığını düşünürüm. Yazar ve onu blog ya da bir kitabın satırları arasına güvenle bırakırsanız her zaman dönüp geldiğinizde sığınacak bir eviniz olur. Çok ileri gittiğinizde bile özlediğiniz yerlere ancak yazdıklarınızın hatırlattığı pencerelerden havalanırsınız. Bu yüzden söz uçar yazı kalır derler. 

Yine aynı sebeple de bloga emek veren, öykülerini, denemelerini paylaşan insanların bunları bastırmasının da önemli olduğunu düşünürüm. En azından kendi izleğini seyredebilmesi ya da buralardan gittiğinde onu merak eden, özleyen yakınlarının ellerinde bir harita kalması açısından yazıları derlemek gerekir. 

Şimdi artık digital yayıncılık dönemi olduğundan istenen adette kitabı bastırmak, dağıtmak, bunun için profesyonel yardımlar almak çok kolay. Hatta belli sayıda sırf hatıra için bile bastırılmalı diye düşünüyorum. Çünkü blogta olsa da akıp gidiyor her şey. Akış kaçtığında da güzel bir öyküden mahrum kalınabiliyor. İndirip okuyayım dediğim bir sürü yazının bilgisayarımda beklediğini biliyorum ama kitap olunca insanın elinin altında oluyor.    

Ancak aşkla yapılan bir işi, yazı yazmayı, disiplinle birleştirip iş ciddiyetinde düzenli olarak bloga taşıyan arkadaşımız da yıllardır verdiği emeği somut bir hale de getirmiş. Tıpkı blog yazıları gibi kolay okunan, akıcı, kısa kısa hikayelerden oluşan kitabı elime aldım ve akşama kadar bırakamadım. Bittiğinde tıpkı yazılarını okuduğumda yüzümde beliren o gülümseme ile bir zaman düşündüm. 

Önceki bloglarımda da kendisinin takipçisiydim. Herkese olan sıcak yaklaşımını iyi bilirim. Sanki blogları yaşatma, büyütme yazma derneği kurmuş da canla başla demokrasinin önemli bir aracı olan STK'lar için koşmak onun misyonu gibi yaşıyor. 

Sanırım Deeptone manevi tatmini yazıda bulmuş, samimi bir insan. Beklentisiz, canlı, sevgi dolu bir kalp. 

Hemşehrim olduğu, ailesinin İzmir'de yaşadığını yine yazılarından biliyorum. Ama hakkında daha fazla bir şey bilmediğim bu insanı sanırım bu yüzden, samimiyeti nedeniyle seviyorum. 

Söz insanın neresinden çıkarsa muhatabının orasına dokunur derler. Bu sözün canlı kanıtı Deeptone olmalı. Herkesin takibe takip merakında olduğu, sosyal medyanın güçlenip blogların can çekiştiği şu zamanda, 2019 yılında bu gün itibariyle 288 yazı yazmış, 2419 takipçisi olan ama hiç birini takip etmeden hepsini izleyen, okuyan üstelik yorum yazan, çeşitli etkinliklerle blogları tanıştırıp ayakta kalmaları için çaba gösteren kaç kişi var ki! 

Çoğu zaman bu kadar işi beraber yapan, bu kadar ayrı tarz blogu izleyip yorum yazıp birbirinin farkında olmayanları tanıştıran hesabın bir topluluk olduğunu düşünüyorum ama biraz okuyunca tek kişilik dev kadronun planlı ve eli hızlı bir genç olduğunu fark ediyorum. Genç ama güzellikleri görmüş, iyi zamanların sonlarına da olsa yetişmiş, içindeki çocuğun yaşamasına izin vermiş bir kadın. 

Hele de yazdıkları, instagram hesabı dahil paylaştığı görsellerle tam bir nostalgi tutukunu, eski günleri özleyen ama bu günü de yaşayan, aktif, çalışkan, her konuda bilgisi olup bunu paylaşmaktan imtina etmeyen, insanları organize etmeyi seven, güzel günlere ancak birlikte yürüneceğini düşünen bir melek olmalı Deeptone.  

Tıpkı blogta olduğu gibi kitapta da resmini ve adını paylaşmamanın özgürlüğünü taşıyan arkadaşımızın satış, reklam ve benzeri bir kaygısı da yok. Bu nedenle üretkenliğini sadece yazarak herkesle paylaşıyor. 

Blogta kendisinin rüya/gerçek/öykü/anı arasında giden anlatıları keyifle okunuyor. İşte elimdeki bu kitap da Nisan 2016 ile Ekim 2016 arasında yazdığı şimdilerde küçürek öykü dedikleri bir türe girebilecek yazılar var. 

Hatta Amerika'da artık tek ekrana sığan, 100 kelimeyi geçmeyen, gerçek, konulu öykülere öncelik veriliyormuş ya tam da oraların havasını suyunu aldığı belli olan Deeptone'nun kitaplarında bu ölçülere dikkat ediliyor. Bu  güzel insanın beş kitabı olduğunu biliyorum. Ulaşabildiğim sadece Günesürgün'ü öncelikle diğerlerini de blogundan referansla gönül rahatlığıyla tavsiye ederim.

Bu arada benim için samimiyet ev demektir. Büyüdüğüm evde Pazar günleri mutlaka kabak tatlısı olurdu. Adı ile aynı günde kurulan semt pazarından babamın aldığı bal kabakları önce şeker sonra fırınla buluşurdu. Bu lezzeti ne zaman alsam kendimi evdeymiş gibi güvende hissediyorum. Deeptonu da ne zaman okusam o evde, biz bize olma samimiyetini hissediyorum. Onun için bu akşam yaptığım kabak tatlısı görseli eşliğinde kitabını paylaşıyorum. 

Tatlı yiyelim, tatlı okuyalım.

İyi ki varsın Deeptone. Seni seviyoruz.

Nice güzel kitaplarda buluşmak dileğiyle.   

Bir de şarkı hediye edeyim sana, tevellüdün yeter mi bilmem ama içimden bu geldi:)) Tıklayınız.

Resimler de 2020'nin eşiğinden gelsin, Ankara'da tek rengimiz AVM'lerimizden senin kadar olmasa da renkli görüntüler.   













Baby Reindeer Dizisi Üzerine Değerlendirmeler

  Afişiyle dikkatimi çeken bu diziyi, edebi zevklerine güvendiğim bir kaç arkadaşımın hikayesinde "çok etkileyici, bitince iki gün kend...