SEVDALI BULUT MASALI




Çocuk kitapları okumayalı çok olmuştu. Küçük Prens yeni çekilen filmi ile beraber tekrar popüler olunca yıllar önce okuduğum esere yeniden dönmüştüm. Satırları arasında kaybolduğum kitap beni gözyaşlarına boğmuştu. İyi kitapların her yaşta yeri başka diyerek bir yazı da kaleme almıştım. Blog formatına uygun olmayan uzunlukta olduğundan henüz burada paylaşmadım ama belki bir sonraki kitap paylaşımında bu yazıdan parçalara yer verebilirim. Ama şimdi başka bir konudan bahsetmek istiyorum. 

Bu gün  hepimiz, sanal alem bataklığına saplandığımızdan okumaya yeterince vakit ayıramıyoruz. Ama çocuklarımızın okumasını istediğimizden mi yoksa kendimize dair vicdan azabından kurtulmak için mi bilinmez çocuk kitaplarına geniş bütçe ayırıyoruz. Yayıncıların rant kapısı olarak gördüğü bu alanda ise edebi nitelikte kitaplar çok az. 


Oysa hayat kısa, okunacak kitaplar sayısız. Dünya üzerinden geçerken düşünen herkes bir kaç kelam etmiş. Birçoğu kaybolup gitmiş. Bize ulaşanlar arasından da bilinçli seçimler yapmak gerekiyor. Son zamanlarda masalların bile pedagojik formasyondan yoksun kişilerin elinde zararlı hale geldiğini ispatlayan haberleri sık sık okur olduk. 



Bir süredir yeğenlerimle birlikteyim. İster istemez gözüm kitaplıklarında dolaşıyor. Büyük yeğenim henüz beşinci sınıfa gitse de hızına zor yetişilecek bir okur. Tıp doktoru olmakla birlikte iyi edebiyat okuru olan akademisyen bir ailenin çocuğu olması onun için büyük bir şans. Böylece iyi kitaplara kolay ulaşıyor, bilinçli seçimlerle zaman kaybetmeden okumalar yapabiliyor.



Ben de onun kitaplığından altı yaşındaki kardeşine masal okumak için Nazım Hikmet'in Sevdalı Bulut Masalı adlı kitabını seçtim. 47 sayfalık kitabın yarısında uykusu gelen ama nezaketinden uyumak üzereyken bile vazgeçmeyen ufaklık bana iyi geceler dilemeyi unutmadı. Kitaptaki olağan dışı olayları dinlerken de, galiba masallar bizi trollemek için yazılmış diye yorum yapmaktan geri durmadı. Yüzümde gülümseme ile yıllardır uzak olduğum o masumiyetin uykuya dalışını izledim. Sabah uyandığında merak ettiğinden kalan kısmını da okuduk. Kötülerin kazanıyor gibi göründüğü bu hayat oyununda eninde sonunda galip gelecek olanın iyiler olduğuna inancımızı tazeledik. 

   
Bu arada çocuk kitabı diye nitelendirilen bir çok kaliteli eserin büyüklere daha çok şey söylediğini de bir süre önce okuduğum bir yazıda Ertuğrul Uzun Hoca hatırlatmıştı. Mutlu Prens'e dair derin bir okuma yapmaktan bahsetmiş, bize yeni pencereler açmıştı. (Ayrıca Blog adresi de burada) 




Gündemin boğuculuğu ile hayattan çok masala kaçmak istediğimiz şu günlerde okuma yolculuğunuzu kaliteli yayınevlerinden çıkan kitaplara uğratın derim. 



Ben bir süre daha çocuk kitapları arasında olacağım.       



Geceye de iyi bir şarkı farklı bir yorumla merhaba diyelim. 




SİNEMA GÜNLÜĞÜ 8

 Dün ilkinden bahsettiğim üçlemenin ikinci ve üçüncü filmleri ile bugünkü seriyi tamamlıyorum: İşte seyretmenizi tavsiye ettiğim filmden kısa kısa notlar...
    
35-BEFORE SUNSET-GÜN BATMADAN -2004



-Romanınız otobiyografik mi?
-Hepimiz yaşamlarımızın, anlarını topluyoruz. Kendi penceremizden bakıyoruz. Kendi anahtar deliğimizden bakmıyor muyuz dünyaya?

-Karakterin sana dayandırıldığını bilmek hem gurur verici hem de kendini başkasının gözünden görmek rahatsız edici. 

-Hayat arzu ile yürüyor. Hiç bir şey istemeseydik yaşıyor olmazdık. 
-İnsanın kendi olması da çok yorucu, rollerinde gözükmesi de yorucu.

-O geceyi geçen yıllardan daha iyi hatırlıyorum. 
-Seninle buluşacağımız gün o öldü ve ben ağlıyordum, onu mu seni mi bir daha göremeyeceğimden miydi bilmiyordum. 

-Geçmişi yeniden yaşamak zorunda değilsen hafıza harika bir şey. Yaşadığın sürece anılar bitmiyor. 

-Çocuklukta hiç yaşamadığım bir anım var, annemin uyarıları sonucunda yaşamışım gibi geliyor. 83 teki günlüklerimi okudum, hiç değişmediğimi fark ettim. Olan şeyler doğuştan gelen mizacı değiştirmiyor.

-A.Einstein diyor ki, "Hiç bir büyü ya da gizeme inanmıyorsan sen bir ölüsündür."

-Küçük ayrıntıları görüyorum. Kimsenin yerine bir başkası yok. 

-Niye orada değildin?
-Genç ve aptaldık.
-Dünya sandığımızdan daha güzel olabilirdi.

-Son zamanlarda çiftlerin kafası karışık. Güçlü bir kadınım ama erkeklerin sevgisine ihtiyacım var. Erkeklerin de işe yaradığını hissetmeye ihtiyaçları var.

-Sevmek beni yıpratıyor.
-Yalnız olmak, kendini sevgilinin yanında yalnız hissetmekten daha iyi.

-Ben aşkı yalnız olmayı bilmeyen iki kişi için bir kaçış yolu olarak görüyorum. İnsanlar hep aşkın tamamen bencillikten uzak olduğunu söylüyorlar.Ama düşünürsen bundan daha bencilce bir şey olamaz. 

-Lanet olası kitabını okuyana kadar iyiydim. Eski halimi, romantizmimi görünce üzüldüm. Gerçeklik ve aşk benim için sanki bir çelişki. 

-İnsanlar sadece kendilerinin zor hayat yaşadığını sanırlar.   

Film Paris'te çekilmiş. Sen nehrinde tekne gezintisi ve cafeler de yıllar sonra birbirini tanımaya çalışan iki insanın diyaloğu eşliğinde güzel bir görsel şölen sunuyor. 

36-BEFORE MIDNIGHT-GECE YARISINDAN ÖNCE-2013



Bu film ise Yunanistan'da çekilmiş. Önceki filmlerdeki romantizm yerine hayatın gerçeklerinin acıtıcılığı, olgun bir yaştan hayata bakmak, çocuklarla beraber olmak var. Bir de konuk oldukları bir aile var.

-Apollu tapınağının girişinde "Kendini tanı" yazıyor.

Eşini kaybeden yaşlı kadın:

-Bir görünüp kayboluyoruz. Geçip gidiyoruz.
Onun en çok gece yanımda yatışını özlüyorum. Islık çalarak yürüyüşünü özlüyorum. Ne zaman bir şey yapsam onun ne diyeceğini düşünüyorum. Ama son zamanlarda küçük şeyleri unutuyorum. Bu bir şekilde solma. Onu tekrar kaybetmek gibi. Bunun için her gün yüzünün detaylarını hatırlamaya çalışıyorum. 

-Bazı insanlar için çok önemliyiz. Ama oradan geçip gidiyoruz. 
-Önemli olan aramak, bir tutkuyu canlı tutmak. 

-Gençken ben ve yazar arkadaşlarımı hatırlar mısın? Ne kadar önemli bir iş yaptığımızı sanırdık. 
-Motive olmak için biraz kendini kandırmış olmak gerekiyor bence. 

******KENDİMİZE AİT HAYATIMIZ AİLEMİZİN EVİNDEN ÇIKTIKTAN SONRA KENDİ ÇOCUKLARIMIZ OLANA KADARDIR.Galiba bir on yıl yaşadım, diyor adam. 

Kadın 18 yıl sonra:
-Trende şimdi karşılaşsak beni yine beğenir miydin? diye sorduğunda adam duraklıyor. 
Kadın:
-Testten kaldın. Orta yaşlı, çocuklu, saçları seyrek, koca popolu bir kadını fark etmezdin bile. 

-Kadınlar fedakarlığın büyük bahçesinde sonsuza kadar kalırlar, bakıcı olmak kaderleri.
-Sen kadına bakmakta çok iyisindir.
-Kavga
-Her şeye rağmen birlikte olma isteği.
-Kapanış :))

şeklinde özetleyebileceğimiz diyalogları ve görsel şöleni izlenesi bu film serisi yirmili yaşlardan kırklı yaşlara uzanan süreçte kadın ve erkeğin değişimini, ruh halini anlatması açısından önemli. 

İyi seyirler, iyi hafta sonları...

SİNEMA GÜNLÜĞÜ 7




Bugün en sevdiğim üçlemeden bahsedeceğim: Çoğu kişinin severek izlediği bu film serisini yoğun diyalogları ile beğenmiş, epey not almıştım. Bir kısmını paylaşıp gerisini filme havale edeyim. Bu filmler üzerine çok yazı yazılmış. İşte bunlardan bir kaçı: serinin muhteşemliğimodern klasikler3 farklı şehirde n bir kısım alıntılayayım. 


Bunu filmleri izledikten sonra öğrendim, siz baştan bilin: 



"Film hakkında az bilinen önemli ayrıntılardan biri de yönetmen Richard Linklater yaşadığı gerçek bir olaydan sonra bu filmleri çekmeye karar vermiş. Linklater’ın hikayesi 1989 yılında başlıyor. Kız kardeşinin yeni çocuğu olmuş ve Linklater kız kardeşini Philadelphia’ya ziyarete gitmiş. Oyuncakçıya uğrayıp, orada Amy Lehrhaupt isimli bir kadınla tanışıyor. Aynı ilk filmimizdeki gibi bütün geceyi beraber geçirip, bütün gece sokaklarda geziniyorlar. Tek fark birbirlerine telefon numaralarını veriyorlar. Bir süre telefonlaşıp iletişim halinde kalıyorlar daha sonra Linklater, Amy’e ulaşamıyor. Amy’i kaybettikten sonra Before Sunrise’ın hikayesini kafasında toparlayıp, filmin çekimlerine başlıyor ve filmi çekme amaçlarından biri de Amy’nin filmi görüp, galasına gelip orada tekrar buluşabilmeleri. Before Sunrise’ın çekimleri bitiyor fakat Linklater’ın beklediği gibi Amy filmin galasına gelmiyor. 9 sene sonra Before Sunset filminden sonra da Amy’den haber alınmıyor. Before Midnight filminin çekimlerine başlamadan önce Amy’nin arkadaşı, Linklater’ın bu arayışından haberdar oluyor ve Aslında Amy’nin 1994 yılında motosiklet kazasında öldüğünü söylüyor" 



34-BEFORE SUNRİSE- GÜN DOĞMADAN-1995



Tam bir romantizm şöleni, tabi uçuk, hayali. Seninle bir dakika tadında bir film. Üçüncü için de dediler zamanla hep azalırmış sevgiler diyebiliriz. Bu da hayatın en büyük gerçeği. Kavuşamamış aşıklar asla birbirini unutamaz. Zamanla yara kabuk bağlar, acısı azalır ama unutmak için kalbin kuruması ya da zihnin bir hastalıkla hasara uğraması gerekir. İşte burada da bir gece boyu konuşan iki genç insan ve yıllar içinde yaşadıkları değişimler yer alıyor. Şimdi biraz notlara geçelim: Bu film Viyana'da çekilmiş.



-Çiftlerin birbirlerini duymadan yaşlandıklarını biliyor muydun? Erkekler yüksek sesi duymuyor.



-Yazar genç, 

-Başka insanların hırsları hiç beni heyecanlandırmadı.   
Genç kız,
-Pasif agresiflik meselesi. Ailen senin için her şeyi planlamışsa ve iyi olman için uğraşmışsa... Bundan nefret ediyorum. 


-Medyanın akıllarımıza hükmetmesi faşizmdir. 



-Hepimizin ailesi hepimizin hayatını mahvetti. Çok ilgi ya da ilgisizlikle. 



-Son zamanlarda evlilik ilişkilerinde naturel çift var mı?

-Evet var
-Yalan söylüyorlar. Çok iyi bir evliliği olduğunu düşündüğüm büyük annem itiraf etti. Her zaman aşık olduğu adamın hayaliyle yaşamış.
-Sadece kaderini kabul etmiş.
-Daha iyi olmuştur. Adamı tanısaydı onu çok üzebilirdi.


-Sadece kendi içinde huzur bulduğunda mutluluğu yakalayacaksın.



-Falcıya kendini iyi hissettirecek şeyler duymak için para ödedin.



-Teknoloji hayatımızı kolaylaştırdı zaman kazandırdı diyorlar, kimse kullanmadıktan sonra zamanın artması daha çok çalışmak demektir.



-Aşk egoistçedir.

-Ayrılığın insanları ne kadar az düşündüğünü anlıyorsun.
-Feminizmi erkeklerin çıkardığını düşünüyorum.


-Biraz daha çok sevilmeyi istemek hayatta en çok istediğimiz şey değil midir?

-Gerçekten zarar verebileceğim tek kişi kendimim. 


-Hepimiz birbirimizin şeytanı ve meleğiyizdir derler ya, o kız tamamen melek. Çok akıllı, tutkulu, oldukça güzel. Biz erkekler kadınları gerçekten tanımıyoruz.



-Sanki benim rüyamdasın. En çok hoşuma giden biribirimize karşı çok sıcak oluşumuz. Sabah olacak ve balkabağına dönüşeceğiz:( 



-Kendimden sıkıldım. Seninleyken kendimi başka biri gibi biri hissediyorum. 

-Yıllar tavşanlar gibi geçer.
E: Bir çift yıllar sonra birbirinden nefret ediyorsa bu benim için ters.
K:Biri hakkında ne kadar çok şey bilirsen daha kolay aşık olursun.


İşte Cuma günü için keyifli bir film önerisi sundum. Yarın da 2. ve 3. filmler ile yazı devam edecek, tatil boyunca seriyi izleyebilirsiniz. 






ERMİŞ-HALİL CİBRAN



Hayat nedir ne değildir sorusu bu dünya üzerinden geçen herkesin zihninden geçmiş, yaşadığı zamana ve şartlara göre cevabı hep değişmiştir. 

Ben de hayata yüklediğim anlamların değiştiği bir dönemden geçtiğimden soruma yeni cevaplar arıyorum. 

Bu güne kadar yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var cümlesini rahatça kurabileceğim en önemli gerçekse hayatın döngüselliği.

Aslında her şeyin cevabı bir sonraki karede var. Yeter ki "Neden benim başıma geldi" diye hayıflanırken gelen cevabı kaçırmayalım. 

Geçen hafta bir yazımda, o gemi gelmeyecek demiştim. Oysa siz liman olup beklemeyi bilirsiniz elbet bir gemi gelir bulur sizi. 

Bu gerçeği bilsem de, bu cümleyi hayatına motto yapan bir arkadaşımın gemiyi beklemekten sıkılıp vazgeçişe teslim olduğunu öğrenince yaşadığım ciddi hayal kırıklığı sonrasında sarf etmiştim. 

Geciken geminin sarstığı inancın altında kalmak çok acı. Geminin geleceğine inanmak ise bizi hayata bağlayan kalın bir halat. Ona tutunmalı derken kardeşimin kitaplığından rastgele bir kitap seçtim. 
Ve hayatta tesadüfe yer olmadığı inancımı bir kez daha tazeledim. 

Elime Halil Cibran'ın Ermiş kitabı geldi. İlk sayfadaki başlığı görünce gülümsedim. "Geminin Gelişi" 12 yıl onu götürecek geminin gelişini bekleyen bir ermişin şiirsel söylevinin böyle başlaması, geminin geleceği konusuna takılan zihnime cevap olarak gelmiş, hayatın döngüselliği bu konuda da tamamlanmıştı. 

Şimdi geriye bu kısa kitabın derin satırları arasında dolaşmak, "ada"mın kıyılarına çarpıp duran dalgalarla ahengi yakalamak kaldı.

Etrafınıza dikkatli bakarsanız sorularınızın cevaplarını hiç beklemediğiniz bir anda hiç tahmin etmediğiniz bir şekilde alabilirsiniz. 

Biraz gayret... Verimli ve keyifli okumalar...

Kitabın arka kapak yazısı şöyle:

 “İnsan için tüm amaçlarını susuzluktan çatlamış dudaklara ve tüm yaşamı bir çeşmeye dönüştüren bir armağandan daha büyüğü yoktur kuşkusuz. Benim şerefim ve ödülüm işte bu armağanda yatıyor. Ne zaman içmek için çeşmeye gelsem, diri suyun kendisini susamış bulmamda…” Yıllar boyu kendisine yurt olan kentten ayrılırken, Ermiş’ten geride bıraktığı halka hitap etmesi istenir. Kent halkı ona aşk, evlilik, suç, ölüm, güzellik ve daha pek çok konuda sorular yöneltir. Aldıkları karşılık, hoşgörü ve sevginin biçimlendirdiği bir insan yaşamı üzerine hazine değerindeki öğütlerdir. Haklıyla haksızın, suçluyla suçsuzun, dimdik ayakta duranla düşmüşün aslında aynı insan olduğu bir yaşamdır bu… 


Ve bir alıntı:

"Size bir de denildi ki hayat karanlıktır diye ve sizler
bezginliğinizde tekrar edegeldiniz, bir bezgin tarafından ne söylenmişse.

Ve ben derim ki hayat, sahiden karanlık, insiyak olduğu zaman başka.

Ve her insiyak kördür, bilgi olduğu zaman başka.

Ve her bilgi beyhudedir, çalışma olduğu zaman başka.

Ve her çalışma nafiledir, aşk olduğu zaman başka.

Ve her ne zaman aşkla çalışırsanız kendinizi

kendinize raptedersiniz ve ötekine ve Allah'a."


NOT: Bu yazı ilk kez 30 Kasım 2017'de yayınlanmıştır.

SİNEMA GÜNLÜĞÜ 6


Günaydın, iyi pazarlar!

Ardında tatlı bir yorgunluk bırakan cumartesiden sonra hiç gereği yokken erkenden uyandım. Bir de böyle bütün benliğimi saran bir özlem duygusu vardı üzerimde. Uzaklardaki arkadaşlarımı özledim sanırım. 

"Her şey seninle güzel/Yolda yürümek bile" diye mırıldanarak uyanır mı insan, uyanırmış. Ama bütün bir günü melankolik geçirmemek adına bu konu üzerine yazmaktan vazgeçtim ve sinema günlüğü serisine devam edelim dedim. Kimisi çok tanıdık olsa da belki izlemediğiniz ya da yeniden izlemek isteyeceğiniz filmler vardır. 

Yine  "Edebiyat uyarlama"larından bir seçki huzurlarınızda.  İyi seyirler...

29-ŞEKER PORTAKALI- 2012

 

Küçükken dinlediğimiz cadılı, kurtlu masallar gibi bu kitap da travmatik etkisi olan çocuk kitaplarından uyarlama. Ama filmi beğendim. Oğluma küçükken aldığımda hemen arkasını çevirip bakar, dramatik konusu varsa okumaz macera tercih ederdi. Neyse ki yeni nesil bizden akıllı. Bu kitap ve (devamı serisi sonradan çıksa da) Çocuk Kalbi ilkokulda beni üzen eserlerdendi. 

Yazar da, kurgusunda böyle bir çocukluk geçiren bireyden tek çıkış yolu olarak yazarlığı görmüş. Yazmak ve Hemingway'in dediği gibi kanamak gerek. Yoksa insan iç kanamadan gider. Acılar sanata dönüştüğünde yazanı da iyileştirir. Yazabildiğiniz acı geçmiştir.

İçinde küçük bir kuş olduğunu düşünen çocuk onun şarkılar söylediğini duyuyor. Ağacı ile konuşuyor. Bir gün annesi fena halde dövdüğünde içindeki bu kuşu kardeşine devredip ben şeytanım diyerek yaramazlıkta sınır tanımıyor. 

-Su, ne kadar şanslı, uzaklara gidebiliyor. ( Dostları bırakıp gittikçe kim bunu demez. Kalanların hezeyanları bitmez. Vaktinde uzaklara da gittim. Çözüm değil, sen seninleysen sorunlarını içinde çözmezsen, her yer bir)

30-KÖRLÜK-2009

1998 Nobel Edebiyat Ödülü almış kitap uyarlaması filmini, kitabı okumadan izledim ve beğendim. Ama okuyanlar eksik buluyor, her zamanki gibi. Kitap, kitaplığımdan göz kırpıyor bir ara buluşacağız bakalım. Bu film üzerine aslında uzun bir değerlendirme yazısı yazmıştım ama bu gün onu değil filmden kısa alıntılar yapacağım. 

-Körlük, süt gölünde yüzmeye benziyor, her şey beyaz. 
(Allah göstermesin, ömrümüzün sonuna kadar tüm organ ve duyularımızdan tam olarak faydalanmayı nasip etsin)  

-Biri ışığı kapatmış gibi, hayır biri ışığı açmış gibi.

-Herkesin kör olduğu (Filmde gerçek körlük olsa da, bu acı görmezden gelmeyi adet haline getirmiş günümüz insanı için de geçerlidir bence) bir  bir toplumda gözleri, gönlü görenler ne kadar kanar, üzülürse o kadar üzülüyor filmin kahramanı. 

Hastaların koğuşları, adaletsiz dağıtımlar, pislik, zorbalık, insan cinsinin acımasız, karanlık yüzleri ile oldukça acıtıcı ve şahane bir filmdi.

-Kendimi uzun süredir görmedim!!!!
-Körlük çirkinler için bir nimettir.
-Kim bu körlük örtüsüne tutunacak kadar ürkek olabilirdi ki!
-Kim içtenliğin yok olabileceğinden korkacak kadar aptal olabilirdi ki!
Siz fırsatı bulup filmi izleyin, ben de kitabı okuyayım:))  

31-SİLK -İPEK- 2007

Detaylara başlıktaki linkten ulaşılabilir. Allessndro Baricco 'nun romanından uyarlanmış.  1 saat otuz sekiz dakika ama yavaş akıyor. 

-Nedenler hep unutulur. 

Güzel hikaye, görseller de şahane. Kadın iç güdüsünün ne kadar iyi olduğunu, bir başka kadını düşünen erkeği kolaylıkla çözeceğini, anne olamamanın ve artık bir erkek tarafından arzulanmıyor olmanın bir kadını sessizce öldüreceğini göstermesi açısından izlenebilir. 

32-KURU BEYAZ BİR MEVSİM -1989 

   

Yine kitabını okumadan izlediğim ve şahane bulduğum bir edebiyat uyarlaması. 1976 yılında Güney Afrika'da yaşanan 850 gün süren sıkı yönetimde adaletsizlikler ve bunu görmezden gelen halk. Detaylı bir yoruma buradan ulaşabilirsiniz. Çok tanıdık gelecek. 
Çünkü her ülkede, her dönemin zencileri vardır. İnsan çok zalim ve bencil bir varlık. Hep böyleymiş, hep böyle olacak. Bütün ömrümüz bu zalimden bir insan çıkarmak için bir mücadele aslında.

-Umut sizin kelimeniz, ihtiyacımız umut değil, adalet. (Zenci avukat, beyazlara karşı verdiği mücadelede söylüyor)  

-Herkes özgür olana kadar kimse özgür değildir. Mutlaka izlemeli. 

33-BİR AYRILIK- (Jodaeiye Nader az SiminİRAN-2011

 Şahane bir başyapıt.Yönetmen Asghar Farhadi 123 dk. Detaylar başlıkta.1 Oscar, 77 farklı ödül, 42 adaylık. 

Özgün bir hikaye, oyunculuklar müthiş. Ortadoğu'lu insan inadı, erkek gururu, bir boşanma sürecinin krizi. Bunu gerçek hayattan bir kesit şeklinde çekmiş, bırakmış yönetmen.  Seyredilmemesi büyük eksiklik. 


   

YOLLARINA BAKA BAKA, GODOT'YU BEKLEMEK

28.Fİlm Önerisi
Yine, yeni bir kapının önündeyiz. 2018 bizim için kim bilir heybesinde ne sürprizler saklıyor, diyerek girdiğimiz yıl da bitiyor. Hele bugünlerde merkür retrosundan mıdır nedir hayatımda üst üste terslikler yaşadığımdan 2018 i sevmedim. 

Oysa "Hay hay buyursun gelsin" diyerek bekleyişimize başlamıştık. 

Aslında hayat bir beklemeler manzumesi. Doğduğumuzdan beri hep bir şeyleri bekliyoruz hevesle. 

Ama beklediklerimizden başkası gelip buluyor bizi. Aniden kolumuza girip hiç tahmin etmediğimiz yerlere götürüyor. 

Artık yeni yıl, yeni umutlar yazıları yazmıyorum. Genel olarak çevrede gördüğüm de, yeni yılın kimseye heyecan getirmediği. Ancak geçen yıl Aralık ayının son haftasında okuduğum bir blog yazısında Vedat Ahsen Coşar'ın bir yıla sığdırdıklarını görünce kendi içimde bir muhasebeye giriştim. Bir kaç cümleyi de sesli söyleyince bu satırlar ortaya çıktı. 

Kaç senedir güzel ülkemizde kansız, gözyaşısız bir yıl yaşamadık. 2016'dan bir an önce kurtulup sevinçle girmeyi umduğumuz 2017 daha ilk saatlerinde 39 kişinin öldürüldüğü bir katliamla merhaba dedi. Ve daha 2017 bitmeden yakalanan firari sanıklardan biri tahliye edildi. 

Siyasi mevzuları konuşmayı sevmem. Ama hukuksuzluk bulaşıcı bir virüs gibi yayılınca bu dünyadan umudunuz da, adalet beklentiniz de kalmıyor. Dolayısıyla, "Allah düşürmesin" demek dışında adalet için bir şey yapamazken payımıza kendi içimizin labirentlerinde dolaşmak düşüyor.

2017 de neler neler yaşandı yazacak mecalim yok. Sadece kaç kadın öldürüldü diye düşününce, bu haberler yöntem öğretircesine tüm detaylarıyla verildi diye hatırlayınca bile nefesim kesiliyor. 

Kısacası 2016, bitmesini dört gözle beklediğimiz bir yılken 2017 onu aratmadı ve gündeme göz ucuyla bakınca dahi gidişat 2018'den de umut kırıntıları sunmuyor,demiştim negatif girdiğinden öyle gitti sanırım ama artık bahtıma kendi dilimle bağladığım tüm olumsuzlukları iptal ediyor 2019 a yöneliyorum.  

Godot'yu Beklerken formatında geçen hayatımızda dış dünyaya dair bir şey yapamadığımız aşikar. Öyleyse muhasebe yapma fırsatı sunan yıl dönümlerinde oturup kendi hayatımıza ilişkin neler yaptık, neleri eksik bıraktık diye düşünmeliyiz. 

Geleceğe dair büyük ve uzun vadeli planlar yapmak boşuna. Ama özel hayatımıza dair küçük planlar yapmak bizi bir yola sokar. 

Güzel niyetler, bilinçli yönelişlerdir. Yeterince içten yapılırsa da bizi istediğimiz kapının önüne getirir. Ama o kapının açılması sadece bizim tokmağına dokunmamıza bağlı değildir. 

O nedenle bizler hükmümüzün geçmediği hayata dair planlar yerine kendimizin üzerindeki pası kiri temizleyeceğimiz niyetlere girmeliyiz. Yola koyulup kapıları çalacak gayreti göstermeli, sonrası için akışına bırakmayı bilmeliyiz. 

Yumrukladığımız halde açılmayan kapıların önünde ne de kolay söyleriz bu cümleyi: Akışına Bırak. Bir çeşit zevahiri kurtarmak derdindeyizdir. Düşmüşüzdür, kan revan içindedir dizlerimiz ama ayağa kalkar acımadı ki deriz. Sonra ekleriz, ne olacaksa olsun, akışına bıraktım. Öyle mi değil mi, hayat sınar. Ve insanın gücü ve kalitesi istedikleri gerçekleştiğinde değil gerçekleşmediğinde ortaya çıkar.

İlk fırsatta bu kötü yılın son günlerinde kendim için okuduğum kitaplardan ve seyrettiğim filmlerden beni etkileyenlerle ruhuma değmeyenlerin listesini yapacağım,diyerek bu blogda arşiv niteliğinde sinema günlüğü serisine başladım.Paylaşmaya değer olanlardan da yeri geldikçe söz ediyor, katkılarınızı da bekliyorum. 

Ama şimdi hepinizi Godot'yu Beklerken adlı baş yapıtı seyretmeye ve üzerine düşünmeye davet ediyorum. İlgilenenlere kitaba ve sahnelenen esere dair gerekli bilgiyi Google sunacaktır. 

Önünde beklediğimiz kapılara gelince; arzularımızdan sıyrılınca beklenmedik bir zamanda açılacak ve belki de beklediklerimizden çok daha zengin hazineler sunacak. 

Yukarıdaki resim, arşivimden. Bir daha gitmeyi istediğim İspanya'nın Córdoba  şehrinden. Buraya koydum ki, bari bu bahar döviz düşer de yeniden yolum düşer. 

Güzel niyetlerle yola çıktığımız, yollarda kalmadan güzelliklere ulaştığımız bir yıla girmek temennisiyle.

SİNEMA GÜNLÜĞÜ 5

Bugün şahane önerilerim var. Bu arada 23.filme gelmişiz:)) 
23-Revolutionary Road- HAYALLERİN PEŞİNDE 2008

 Sinemanın sevilen çiftlerinin bir araya geldiği sarsıcı bir film daha. detaylar için tıklayabilirsiniz. İyi ya da kötü olduğuna seyrettikten sonra siz karar verecekseniz. Belli bir yaşın üzerinde, evli ve çocuklu iseniz daha çok dokunacak size.    

-Hissetmek istiyorum. 
-Sakın unutma çiçeğini, büyümesi için onu sulamalısın.
-Siz bu güne kadar tanıştığımız en ilginç kişisiniz.
-Siz herkesten özel görünüyordunuz. 

24- About Time-Zamanda Aşk-2013



Güzel, aile kavramını öne çıkaran, aileyi olumlayıcı bir film.Kısaca, alt metninde, ailenin kıymetini bil, yaşadığın hayat istediğin, hayal ettiğin hayattan daha iyi olabilir diyor. 

Zaten hepimiz biliriz: Keşke demek kötüdür, olanda hayır var diyerek kabul etmek mutluluğa, daha geniş ifadesiyle huzura giden yegane yoldur.   

25-My Beautiful Country -İbre Köprüsü 2012

 Çok çok güzel bir filmdi. Savaşın, aslında çatışmaların dışında kaldığı sanılan kadın ve çocuklara, hayata etkisi daha iyi anlatılamazdı. Gözyaşlarımı tutamadığım film Sırp, Hırvat, Alman yapımı. 1999 Kosova Savaşı zamanında bireysel bir hikaye üzerinden derin bir anlatım, evrensel acılar. Hala her yerde yaşanan, belki yanı başımızda olan yalnız ve çocuklu kadınların yaşam mücadelesi.

26-Mandariinid / Tangerines / Mandalinalar - 2013

Savaşın hasarı ile ilgili film dedik yukarıda ve hemen çok sevdiğim bir başka film geldi aklıma. Detayları başlığı tıklayıp okuyabilirsiniz. 
Bu filmden notlar:

-Eski hayatımız sona erdi.Hepsi buydu.(Kabul edilmesi ne zor bir gerçekliktir. Ama yiyecek ekmeğiniz bittiyse oradan götürür hayat sizi.)Mandalinaları sat ve Estonya'ya geri dön.
-Evin yandığı bir sahne var. Adam çömelip izliyor.İnsanın hayatının dağıldığı o anda anılarının, evinin, herşeyin yanışını izlemek, çok zor, atlatırsa ciddi tekamül ettirici bir imtihan.

-Burayı seviyorum ve nefret ediyorum.

-Bu kimsenin savaşı değil dedim, oğlum dinlemedi. 

Burada, İsmet Özel'in bir şiiri geldi aklıma, son noktayı koyan muhteşem bir şiir:

"Başkalarının aşkıyla başlıyor hayatımız 
ve devam ediyor başkalarının hınçlarıyla 
düşmanı gösteriyorlar,ona saldırıyoruz 
siz gidin artık 
düşman dağıldı dedikleri bir anda 
anlaşılıyor 
baştan beri bütün yenik düşenlerle 
aynı kışlaktaymışız 
incecik yas dumanı herkese ulaşıyor 
sevinç günlerine hürya doluştuğumuzda 
tek başınayız."  

Film şahane, bitiş müziği ile de golü atıyor. Öylece kalıyorsunuz oturduğunuz yerde ve yarını düşünmektense anda kalmak gerektiğini bir kez daha anlıyorsunuz.

27-OBLOMOV- 1980

 İşte Rus Edebiyatı'nın bence en iyi, en akıcı romanının film uyarlaması. Kitabı okumak koşuluyla izlenebilir. Rusça olan filmin linkini başlıkta ekledim. 700 sayfalık romanı filme çekerken epey yer atlanmış olduğundan kitabı okumadan bir şey anlaşılır mı bilmiyorum. Ama okuduysanız da hayal kırıklığı yaşarsınız. En iyisi mi "Suç ve Ceza" dan önce/sonra mutlaka okunmalı. Gonçarov'un dilimize çevrilmiş başka kitabı olmaması da büyük kayıp. Resmen bir dil şöleni var romanda, aldığım haz hala damağımda. Oblomovluk bir kavram olarak literatüre de yerleşmiş olduğundan bu konuya bir eğilin derim. İnce kitaplardan daha çabuk okunuyor. 
  

AHLAT AĞACI 2




Ne taşraya, ne şehre, ne entellektüel çevreye dahil olamayan filmin kahramanı, çeşitli dertlerle boğuşan ailesinin yanına dönse de yeryüzünde bir başınaymış hissinden kurtulamadı. Hiçbir yere ait olamamak hissinin kişiliğinde meydana getirdiği parçalanma ile kendini ahlat ağacı ile özdeşleştiren genç yazar aynı isimli kitabını evdeki değerli eşyaları satarak bastırdı. Tabi arkasında herhangi bir yayınevi, reklam ve medya desteği olmadığından kitap hiç satmadı. Sinan yine yalnızlığın karanlık sularında kulaç attı.

Sonra babası “Vaktinde firar, zaferdir” dediğinde mısraların arasında dolaşmaya devam eden zihnim, şiire sarıldı:

“Kaybolmak istemiştim bir zamanlar
Kapının arkasında yokum demiştim
Ve divanin altında da.
Bulamazsınız ki artık beni,
Hayatın ortasında.
Kaybolmak istemiştim bir zamanlar
Beni kimse bulamazdı
Tanrı’
nın arkasına saklansam.
O Kocamandı, en kocamandı o.
Bir kız çocuğunun hayalleri kadar.

Bir zamanlar kendimi
Bulunmaz Hint kumaşı sanmıştım.
Kaç metredir benim yokluğum?
Benden daha çok var sanmıştım.
Benim yokluğumdan dünyaya
Bir elbise çıkar sanmıştım.
Dünyanın çıplaklığına bakmaya utanmadan
Sonunda ben de alıştım.
Ah...dedim sonra,
Ah!

Güzin Ablası kitaplar olan bir kızdım,
İçim sıkılmasa o kadar
Tek bir satir bile okumazdım.”  diye devam edince çocukluğumun bahçelerinde dolaşıp şairle olan ruhdaşlığıma şaşırdım.

Yönetmenin bir röportajında  “Ahlat ağacı yalnız, garip, sahipsiz bir ağaçtır. Öksüz bir çocuk gibi öyle kendiliğinden biter bir yerlerde. Çorak yamaçlarda, taşlı tepelerde bile dünyaya gelse, tutunur hayata kene gibi, bırakmaz, kimsesiz bir sokak çocuğu gibi ekmeğini taştan çıkarmasını bilir... Ahlat gerçekten de yamuk yumuk, şekilsiz, her an kavgaya tutuşuverecek gibi sinirli bir hali olan kara kuru bir ağaçtır.” dediğini okuyunca filmdeki karakterlerin ortak noktası olan ağacın metafor olarak imgesel gücünü hissettim.

Film boyunca kahramanlar Ahlat Ağacı’nın yanına gittiğinde ben de uzaklara daldım. 
“İç ses, diye söylendim
Ve ah dedim sonra,
Böyle ah demeyi beli bükük bir ahlat ağacından öğrendim.

Dallarına salıncak kurardı çocuklar,
Hızlı yaşanan bir hayatin şarkılarıydı salıncaklar.
Meyveleri tatsızdı
Eski bir lanetten dolayı
Herkes dişlerdi acı meyvelerini,
Ve herkes söverdi ona.
İsmini yazardı herkes onun bağrına,
Ah derdi o. Ah!” dedim ben de, akşam boyunca. 

Tekrar filme dönecek olursak, bir şekilde bizim de dahil olduğumuz Ortadoğu toplumlarında sıkça karşılaşılan  babaların sevgisini evlatlarına gösterememesi sonucunda yalnız, saygısız, sevgisiz kişilerin arttığı, bu hatayı fark etse de her bireyin zamanla bu arızayı nesilden nesile aktardıkları da çok net bir şekilde ortaya konmuştu. 

Filmin sonunda, aynı eğitime sahip olduğu oğluyla bir türlü diyalog kurmayı başarmayan öğretmen babanın, emekli olduktan sonra, o sıralar askerden yeni gelen oğluna “İnsan biraz zaman içinde süzülmeli” diyerek zeytin dalı uzattığını görünce sevindim. 

Bu sahnenin, bize, yaşarken kayıp sandığımız vaktin aslında kalitemizi arttıran bir demlenme süreci olduğunu fark ettirebileceğini düşündüm. 
  
“Bıçağın ucundaydı insanların hafızası
İnsan unutandır
ve insan unutulmaya mahkum olandır.
’" diye bizi gerçeklerle yüzleştiren şairin dizlerinde her unutuşun aslında temiz bir sayfa açmak için umut da olabileceğini hissettim. 
Şiir,
“Ne çok dikeni vardı ahlat ağacının Tanrım,
Ulaşılamazdı,
Sen sarılmak istesen ona,
O sana sarılmazdı.
Ne çok dikenin vardı Tanrım!
Ne çok isterdim,
Sana sarılamazdım.
Ve şöyle derdim o zaman:
Ah!”  diye devam ederken taşranın boğucu havasında kalben idrak edemediği, hayatına hayat kılamadığı bir dini, meslek olarak icra eden ama elinden ve dilinden emin olunmayan insanların virüs gibi toplumu sardığını, farklı bir bakış açısı getirerek güncel sorunlara çözümler arayan din görevlilerine bile bu basmakalıp zihniyet tarafından fırsat verilmediğini, çok güzel bir şekilde perdeye aktaran Yönetmenin gözlem gücü, sezgiselliği, ve oyuncu yönetimine şapka çıkardım.

Vicdanın o berrak sesine kulak tıkayanların dini ritüelleri yerine getirirken bunu sadece taklit üzere yaptıklarından, evladından, uzak çevresine kadar kimsenin üzerinde etkili bir sonuç doğurmadığını da film izlerken fark ettim.

Nedenleri ve nasılları ile derinleştirilmemiş din ve ahlak anlayışının etkin sonuç doğurmadığını, görünüşte mensup olduğu dinin gereklerini yerine getiriyor gözüken kişilerin de  toplumun her kesiminde yaygınlaşan ahlaksızlıkla muzdarip olduklarını, böylece çürümenin başladığını düşündüm.

Hatta bu insanların ahlat ağacının dikenleri gibi olduğunu Yaradan’ını arayan ruhlara batarak canlarının acısı ile oradan uzaklaşmalarına sebep olduklarından zararlarının büyüklüğünü fark ettim.  

“Herkesin birbirine görünmez iplerle bağlı” olduğu gerçeğini haykıran filmin bu gün yaşadığımız bir çok sıkıntının kaynağında kötülerin, sahtekarlığı yaşam şekli belirlemiş her yaş ve her meslekten etik yoksunu insanın ipiyle dokunan kumaşın kalitesini nasıl bozduğunu anladım. Defolu kısımlar yüzünden metrelerce sağlam kumaşın yok pahasına pazarlarda satıldığını hatırladım.

Okulunu bitirip iş bulamadığı için ailesinin yanına, nefes alamadığı o taşradaki beldeye dönen gencin “Dar görüşlü, bezelye taneleri gibi birbirine benzeyen insanların yaşadığı bu yeri diktatör olsam haritadan silerim” dediği sahnede kahramana hak verdim.   

“İnsan neden en yakınında duran hayatı yaşamak zorunda ki!” diyen ve uzakların hayalini kuran genç kızın köyün çeşmesine kadar gelebildiği filmde gizli kapaklı işler çevirmekten geri kalmadığını görünce insanın dışarıdan gelen baskıya isyan edeceğini hatırladım. Her konuda etik değerlere sahip bireyler olmak için, iç kontrol mekanizmasının geliştirilmesi ve sık sık güncellenmesi gerektiğini düşündüm.

Şiire devam ederken zihnimden resmi geçit yapan düşünceleri hizaya sokmaya çalıştım:

“Ahlat ahların ağacıydı,
Yaşlanmaya başlayanların,
İtiraf edilememiş aşkların,
Evde kalmış kızların.
Ahlat ahların ağacıydı,
Cezayir nasıl cezaların ülkesiyse,
Öyleydi iste.”

İnsanın, yaşlandıkça tepkisizleşmesinin bir çeşit kaderine isyan olduğunu düşünürüm. Kalben kabul edemediği gidişata engel olamayınca diliyle “Akışına bıraktım” diyen insanoğlu aslında türlü yollara saparak, sevemediği kaderine bakıp hayallerinden uzağa düşüyor. Filmdeki babanın “Gene onlar kazandı” diyerek kendini toplumdan soyutluyor oluşu da bunun kanıtı.    

Belki de insanın geçmesi gereken en önemli sınav budur: Kaderini sevmek. 

İnsan hayatı, bazen ani gelişen olaylarla önemli kırılmalara sebep olan bir fay hattı gibi. Bazen de tekdüze devam eden,  insana nefes alma, kendisi olma imkanı vermeyen o boğucu taşra havası gibi.

Bu nedenle herkesin sınavı zor. Herkesin isyanı, “Oynamıyorum” diyerek küsüşü başka türlü. Ama sonuçta mecburi bir kabullenişle yola gelmiş görüntüsü vermek de adetten. 

Oysa önemli olan kalp, asıl mesele onun tatmin olması.

Didem Madak da şiirin devamında bu gerçeğin resmini çizmiş:

“Bir Arap şairi söyle demiş,
Savaşta yenilen halkına,
Ağlamayın, ağlamayın, acınız azalır


Uzun bir dize dayardı hayat her sabah karnıma
Şiir için düelloya gelmiş bir sevgili gibi,
Sorardı:
Daha yazacak mısın?
Hayır derdim,
Artık yazmayacağım.
Ama şöyle denir:
Kılıç çeken kılıçla ölür.
Ama şöyle denir:
Kaderden kaçılmaz.

Ama yazgısını yaldızlı çokomel kağıtları gibi,
Tırnaklarıyla düzeltemiyor insan.
Yıllarca biriktirdim
Rengarenk çokomel kağıtlarını kitap aralarında.
Aşık olduğumda,
Çikolata kokardı kırmızı yazgım.
Hayatıma hayat diyemem artık.
Sarı yazgım her sonbahar onu
biraz daha fazla, ömür yaptı
Maviye de, yeşile de dili dönmez ömrümün artık.”

Bir hususu daha eklemek istiyorum: Filmde usta oyuncularla beraber yola yeni çıkan gençlerin de, her karakterin hakkını verdiği ortada. Özellikle başrol oyuncusu Doğu Demirkol’un performansı izlenmeye değer.   

Bu toprakların çıkardığı deha yönetmenlerin en ustası! Daha nice güzel filmlerle, bizi hayata, kadere, insan denen meçhul üzerine düşündürmen dileğiyle. Ahlat ağacı için teşekkürler.    

Not: 5 Haziran 2018 tarihinde yayınlanmıştır. 

Baby Reindeer Dizisi Üzerine Değerlendirmeler

  Afişiyle dikkatimi çeken bu diziyi, edebi zevklerine güvendiğim bir kaç arkadaşımın hikayesinde "çok etkileyici, bitince iki gün kend...