EKSİK


Eksik diye üzülme. 
Ne gerekli ne değil düşünme.
Eksikken mutluluk veren insanlar var ya,
Kendinle mutluyken eksikliklerini unuttukların bir de...
Hayat o eksiklerle daha güzeldir belki de:))
Üzmek tehlikeli ve yasaktır, üzme
Kendi sınavında de geç, üzülme...
Değmiyor kimseye:))

Not: Blogda kullandığım tüm resimler bana aittir, bu hariç.
Dün Eymir Gölünde çektiği bu güzel ve anlamlı kareyi hikayesinde paylaşarak buraya not, yüzümüze bir gülümseme bırakan gezgin Hukukçumuz Mesut Çavdar'a teşekkürle. 

ZERKALO AYNA Andrei Tarkovsky


SİNEMA GÜNLÜĞÜ 88.FİLM 

-Spoiler içerir -

Şiir gibi bir filmi iki kez üst üste izledim. Hiç sıkılmadım. Defalarca izlenecek kadar güzeldi. Bunun üzerine film ile ilgili bir kaç yazıya baktım. Sözü uzmanlarına bırakayım kendime de arşiv olsun diyerek buraya linklerini bırakmak istediğim alıntıların ilk yazısı şöyle:

"Sinema, insanlığa hiçbir şey öğretemez,
çünkü insanlık, hiçbir şey öğrenemeyeceğini,
son dört bin yılda yeteri kadar ispatlamıştır…” Andrei Tarkovsky

İsveçli yönetmen Ingmar Bergman’a göre Andrei Tarkovsky, sinema yönetmenlerinin en büyüğüdür. Tüm hayatı boyunca yumrukladığı ve ancak birkaç kez süzülmeyi başarabildiği kapıları, Tarkovsky büyük bir tabiilikle dolaşmıştır. Çünkü onun için sinema –sanat- duadır. Filmleri, tanrıyla arasında kurduğu yegâne bağdır. Yapıtlarında ruhunu zincirlerinden kurtarır ve yaratıcının huzuruna çıkartır. Tanrısız bir sanata inanmıyorum, der Tarkovsky, sanatın anlamı yakarmadır. Bu benim yakarışım. Eğer bu dua, bu yakarış, benim filmlerim insanları Tanrı’ya yöneltebilirse ne mutlu bana…

Rus yönetmenin filmografisi on iki dizelik lirik şiir biçiminde ele alınırsa, Zerkalo (1975, Ayna) en kişisel mısrası olacaktır. Karanlık geçmişin, sessiz bir tablosudur Zerkalo. Savaş esnasında yitirilen çocukluğun olanca saflığına tutulmuş aynadır. Tarkovsky’nin ailesi uğruna yaktığı hüzünlü –ve bir o kadar özlü- ağıttır. Tam da bu sebepten; sanat eserlerini kalıplara sokmayı ve üzerinden kuramlar türetmeyi büyük bir meziyetmiş gibi gören entelektüel kesim tarafından, asla gerçekten anlaşılmamıştır. Entelektüel her türlü okumadan bağımsız olarak, Tarkovsky eserlerini insan ruhuna seslenme amacıyla çeker. Onun filmleri sadece hissedilmelidir. Zira ‘anlaşılma’ çabası içerisinde izlenen ve –doğal olarak- anlaşılamayan Ayna’yı karmaşık oluşuyla suçlamak; Van Gogh’un Yıldızlı Gece tablosunu yeterince parlak bir tepsi olmadığı veya Balzac’ın Vadideki Zambak romanını şöminede yeterince harlı yanmadığı gerekçesiyle suçlamaktan daha mantıklı değildir.

Ayna; ölüm döşeğindeki bir adamın anılarının bilinç akışı tekniğiyle anlatıldığı, düşlerin gerçeklikle iç içe geçtiği bir hikâyedir. Film süresince yüzünü göremediğimiz Aleksei’nin anıları ve pişmanlıkları, Tarkovsky’nin geçmişiyle büyük oranda örtüşür.

Taflan Deniz yazısının devamı için tıklayınız.








Ekşi sözlükte de şöyle geçmiş filmin bahsi:

'kitabın bir para kazanma yöntemi olmadığını,bir ifade biçimi olduğunu kavrayamıyor.'' 

 ''şiir, ruhu harekete geçirmek içindir, putperestleri beslemek için değil''



bu sözler doğrultusunda izlenmeli zerkalo. karmaşık bir zaman dizilimi içinde bir çocuk ve babasının anıları, bağlı bulunduğu büyüleyici kuzey atmosferinde, sinemasal tadında anlatılıyor. anılar... bizi biz yapan, fotoğraflarda olduğundan çok daha kanlı ve canlı olan anılar. belleğin sisli ülkesinde saklanan güneşvari, kendini gösterince tüm alacalığı dağıtan tutamaklar. filmde, bu anılar öylesine fotografik ve basitliğin mistik gücü eşliğinde anlatılır ki, tarkovski'nin neden büyük bir yönetmen olduğu asıl bu filminde anlaşılır. siyah-beyaz gerçek savaş ve yıkım görüntülerinin birer eleştiri olduğunu kabul edebiliriz ama asıl işlevi o anıların yer aldığı yıllığı içine alan katmanı seyirciye hissettirmek ve filmi sarmalamaktır. ülkesinde gösterimi hiç de kolay olmayan bu film sansüre takıldıysa sebebi, onu anlamayan sovyet yurtseverlerinin algılama özürüdür. 


insanın anılarından başka neyi vardır soyut dünyada? rüzgarın otları ve ağaçları dalgalandırması, bir horozun ölüm sahnesi ve anneyi tanıyor muyum? sorusu, sütün yere damlayışı, halka biçimli buğunun dünyanın en güzel tekniğiyle doğal yok oluşu, yağmurun yangınla beraber yanışı. yangın anıları sarmalayan bir başka çeper. kim ne derse desin, savaş bu anılarda önemli bir pay sahibi. anne ve baba ilişkisi, anıların paralel tekilliği ve aynı zamanda çoğulluğu bunlar yadsınamaz imgeler. 

tarkovski, sadece sezdiriyor bize, gerisi izleyiciye kalmış. ne hissediyorsan öyle yaklaş filme ya da sadece izle. 


ayna, dünya ve biz baktığımızda, gördüklerimizle yetindiğimizden çok daha fazlasını görürüz onda. anılar arkası sırlanmış bir camda bize gösterilendir ya da değildir kim bilir?

"ağaçlar hiçbirinin acelesi yok. oysa biz etrafta koşturup, yaygara koparıyoruz ve sıradanlığımızı haykırıyoruz. çünkü iç doğamıza güvenmiyoruz. sürekli şüphe içindeyiz ve telaşlıyız. durup düşünmeye zamanımız yok."

filmi izleyeli baya oluyor, ama baba tarkovsky şiirlerine olan aşkım trois couleurs bleu filmindeki finalle tavan yapmış durumda. sevgi benim şiirim. adı sevgi mi bilmiyorum aslında ama sevgi yani. 

"kelimeler bazen tüm duygularımızı ifade etmeye yetmiyor, çok sönük kalıyor.. 

rüyamda seni gördüm."

çok not almışım ama sadece yazmak istediğim "rüya". 

sevgili kalbime rüya.

(tek izlerken tek olmama üzüldüğüm filmler vol 2)


sanılanın aksine filmdeki şiirleri tarkovski'nin babası değil, ünlü sovyet tiyatro ve sinema oyuncusu olan inokenti smoktunovski okunmuştur. fakat şiirler arseni tarkovski 'ye aittir. arseni tarkovski ise andrey'in babasıdır.

matematiksel bir tutarlılıktan bağımsız bir andrey tarkovski filmi.

insanların küçük hayatlarda kendilerini görmeleri, daha önce hiç bulunulmamış yerlerde yaşanan dejavular, hayatlarımızın birer aynadan yansıyormuşçasına birbirleriyle ortak noktalar barındırdığını simgeliyor. yaşantılarımızın her ne kadar farklılarsa da, aslında bir o kadar ortak oldukları. babalarını taklit eden çocuklar, yaklaşık olarak aynı toplum düzeninden geçmiş, benzer travmaları yaşamış zihinlerimiz; birbirlerimizin aynalarıyız biz. bazen baba ve oğul arasında, bazen de dünyanın öteki yüzündeki insanlarla aynı fikirleri, benzer yaşamları paylaşıyoruz. bu döngüselliğin sonu biz olmayacağız. anneler, çocuklar, dedeler, babalar, torunlar her zaman var olmaya ve birbirlerini taklit etmeye, benzer arzular ve amaçlar barındırmaya devam edecekler. çocuğunun kendine, karısının annesine benzememesi için eski eşine evlenmesi önerisinde bulunan adamın, bunu yapma sebebi çocuğunda kendini görmesidir ve benzer bir yaşamdan kaçınmasını istemesidir. şiirde söylendiği gibi ''tek bir masa dedeler ve torunlar için''*

tarkovski'nin şiirsel bir anlatım kullandığı, gündelik işlerimizi duygularımızı törpülemeden sade bir anlatımla gösterdiği filmde, herkes kendinden bir şeyler bulabiliyor. anlatılan toplumun parçası olmak bu işi kuşkusuz kolaylaştıracaktır. 

film aynı zamanda sadece arseni tarkovski şiirleri ve bach dinlemek için de izlenebilir durumda. kendinizi müziklerin ve seslerin akışına bırakıp filmi anlamlandırmaya çalışmamak daha anlamlı olabilir. ben anlamlandırmaya çalıştım ama çok yanlış gelmiş olabilirim. filmin konusunun, amacının çok dışında algılar oluşturabilirim. tarkovski'nin belirttiği üzere film üzerine yazılmış hiçbir yazılı kaynak yokmuş. anlamak istediklerimizi anlamamızı ve bunlarla yetinmemizi istemiş olsa gerek.

tarkovski'nin filmin bir sahnesine dair anlatım tekniğini açıkladığı bir yazıyı da beğendim. paylaşayım.

''ayna'daki kadın kahramanımızla anatoli solonizin tarafından canlandırılan meçhul adamın karşılaştığı sahnede, görünürde tesadüfen karşılaşan bu iki insan arasındaki bağı, adam görüntüden çıktıktan sonra da sürdürüp işlemek bizim açımızdan çok önemliydi. bu adam giderken kadın kahramanımıza dönüp 'anlamlı' bir bakış fırlatsa her şey fazlasıyla belirgin, tek boyutlu olur, yanlı bir anlam kazanırdı. aklımıza tarladaki rüzgar sahnesi böyle geldi. rüzgar o kadar ani çıkar ki meçhul adamın dikkatini çeker, onu o yöne bakmaya zorlar... böyle durumlarda kimse yaratıcının elindeki kozları göremez, somut bir maksat peşinde olduğunu kimse kanıtlayamaz.''

tarkovski anlatılmak istenenin basit bir ifadeyle, seyircinin gözüne sokarcasına ifade edilmesinin, seyirciyi perdeye yansıtılan olaydan duygusal olarak koparacağını söyler. olaydan duygusal açıdan kopan seyirci, tasarıyı ve bunun nasıl gerçekleştirildiğini değerlendirmeye başlar. filmin akışından bağımsızdır artık. tarkovski'nin şiirsel sinema anlayışı bu gibi durumlara yer vermemek adınadır.

ek: tarkovski'den bir açıklama.

''insanlar ayna'yı gördükten sonra bu filmin ardında, şifrelenmiş gizli ve farklı herhangi başka bir gaye yatmadığına onları ikna etmek çok güç oldu. filmin gerçeği söylemekten başka bir amacı olmadığını açıklamaya çalıştığımda hep kuşkuyla karşılandım, insanlar hayal kırıklığına uğradı.

bazı seyirciler için bu açıklamalarım gerçekten de pek tatmin edici olmazdı. gizler, simgeleri gayeler peşinde koştular durdular. çünkü onlar filmsel, görüntüsel şiire alışık değillerdi, ki bu da beni büyük hayal kırıklığına uğrattı.''23.06.2014 20:31 freddie mercury nin disleri

film tarkovskinin hayatından, anılarından süzülmüştür. filmde bütünsellik aramadım, film kurgusallıktan arınmıştı çünkü. sanki tarkovskinin bilinçaltında geziyordum izlerken. 

herkes kendini bir şekilde ifade eder kimi sözler kimi şiirler kimi bakış.. tarkovskinin kendini kendine dahi en iyi ifade ettiği yer şüphesiz ki film. 

o zaman, hep bu dokunaklı şiirlerin, filmlerin failleri ifade gücü yüksek insanlar mıdır yoksa derin, içsel, naif, samimi, eşsiz benlikleri mi dir onları fail kılan? tarkovski bu iki cevabı üstünde taşıyan bir insan. 

ayrıca bilinç ne de bütündür öyle ne geçmişe uzaktır ne şimdiden kopuk. tarkovski gösterir ki bilinç zaman boyutundan münezzehtir.


ayna'nın adı dahi ne güzel... aynaya ne için bakarız? anlamak için mi görmek için mi? görmeyi ne için yaparız? anlamak için mi? anlamak için göreyim der miyiz? bazan. görürüz ve anlarız, arada bir bağıntı var mı? görmeden anlayamaz mıyız? anlayabiliriz. gördüğümüzü anlamadığımız olur 


Üçüncü alıntı yazı için tıklayınız: 

Ayna’nın en gizemli yanı, arka plandaki anlatıcının varlığıdır. Anlatıcı, sanatçının bizzat kendisidir aslında. Gerçekte, öyküyü eni konu anlatan bir anlatıcıdan söz etmiyoruz burada. Varlığını hissettiğimiz, derinliklerine kendi gözleriyle şahit tutulduğumuz, bazen şiir okuyan, bazen annesiyle garip ve hüzünlü telefon konuşmaları yapan, bazen de anılara dalan, öykünün asıl kahramanı, içine ayna tutulan sanatçıdır bu.
Tarkovsky’nin Ayna’da yaptığı şeyi “değerli olan anların şiirsel renklerle süslenmesi” olarak özetleyebiliriz. “Anlara bu derinlemesine dalış” bir taraftan filme, genel anlamda bir şiir kıvamı verirken diğer yandan anların “somut kaynağıyla yeniden karşılaşma” sonucunda onların “şiirsel niteliğinin zedelenmesi” sonucunu da doğurur. Bu karmaşık yapı Ayna’nın “en orjinal ilke”sidir bir bakıma. Bu İlkeyi şu şekilde ortaya koyar yönetmen: “Olayların mantığı, kahramanın eylem ve davranış tarzı görünürde bozulur; sonra da bundan kahramanın düşünceleri, anıları ve düşleriyle ilgili bir öykü çıkartılır. Kahramanın hiç, daha doğrusu geleneksel dramatürjiden alışıldığı şekliyle ortaya çıkmadığı durumlarda bile bu, olağanüstü bir etki yaratmamıza, oldukça özgün bir karakter geliştirmemize, bu kahramanın iç dünyasını gözler önüne sermemize yarayabilir. Kahramanın kendisi hiç ortalıkta görünmez. Ancak onun neyi nasıl düşündüğü konusunda çok açık, sınırları belli bir fikir edinmemizi sağlar.”[4]
Tarkovsky, “rüyanın öyküsü”nü, hayatın görünür ve doğal biçimlerine sadık kalarak perdeye yansıtma çabasında olan bir yönetmen olarak farklı teknikler kullanır. Ayna’daki yapı, bildik tekniklerin ötesinde bir yapıya ve kurguya sahiptir. Salt kurguyu önemseyen bir sinema anlayışından farklı olarak yönetmen, izleyicinin sunulan öyküden yola çıkarak gördükleri ile kendi tecrübelerini bağdaştırmasını ister gibidir. Böylece yönetmen, izleyicinin, sınırlarını aşmasına yardım etmiş ve filmini, sadece bulmacalardan kurulu bir öyküden ziyade insanın duygu yoğunluğuna seslenen ve eline alıp kendi yüzüne bakabileceği bir “ayna” haline getirmiş olur. Ayna, insanın sadece entelektüel yanına hitap eden ya da benzetme ve imgelerden kurulu bir sinema filmi değildir. Dolayısıyla Ayna’ya bakan izleyici, klasik bir kurgudan ve takip edebileceği bir senaryodan yoksundur. Tarkovsky, öyküyü ortaya koyarken diğer filmlerinde olduğu gibi özel yöntemler kullanır: Şiirsel anlatım, ani geçişler, geriye dönüşler, anların ağır çekim rüya görüntüleriyle zenginleştirilmesi ve böylece zaman/mekan kavramlarının silikleştirilmesi, etkileyici müzikler, kendisini sürekli hissettiren dramatik hava, kameranın lirik gücü, düşlerde yapılan yolculuklar, siyah-beyaz ve renkli görüntülerin ahengi. Olayların ard arda akışından ziyade kamera görüntüleri ön plandadır Ayna’da. Kamera teknikleri ve geçişler kusursuzdur. Bir rüyada olduğunu ya da bir bambaşka bir gerçeklikle yüzleşmek durumunda kaldığını hisseder izleyici.
Ayna’da, üzerinde durulması gereken en önemli mesele, filmdeki “zamansızlık” ya da “tüm-zamanlılık”tır. İzleyici zaman kavramından yoksun bırakılmıştır. (Bir aynaya uzun süre baktığınızda söz edilen duyguya kapılır insan). Bunun, “anların zamansız oluşu” ile yakın ilgisi vardır, zira “anlara dalışta” zamanın ve hareketin kurallarından bağımsızlaşır insan zihni. Örneğin, annenin saçlarını yıkarken saçlarından suyun süzülmeye başlamasıyla birlikte yukarıdan, evin tavanından ve duvarlarından sular akmaya başlar; böylece zaman, mekan ve hareket ortadan kaldırılmış olur ya da masadaki kahve fincanının buğusunun buharlaşmasıyla akıp giden ve buharlaşan zaman gösterilir bize veya uzaktaki çayırlarda ve yapraklarda esen rüzgarla kalbimizde hükmünü icra eden aşkın sonrasızlığına şahit tutuluruz. Bunu yaparken kullanılan mekanlar, anlara dalıştaki zamansızlığı ve mekansızlığı daha da güçlendirir. Filmin lirik akışına, pastoral bir anlatım katılmış olur böylece. Tarkovsky’nin yaptığı “özgün, bireysel bir zaman akışı yaratmak” ve kendi içinde “varolan dalgın, hayallere kapılmışlık ritminden taşan, coşan, hareket ritmlerine kadar uzanan tüm özgün zaman duygusunu yansıtmaktır.”[5]
Böylece Ayna’da Tarkovsky, aynanın yüzeyinde zamansızlık ve mekansızlıktan ötürü oluşmuş olan buğuyu silerek orada karşılaşılan görüntüler aracılığıyla izleyicinin kendi gerçekliği ile yüzleşmesine imkan vermiş ve onu “gerçek hayatın kesintisizliği ve beklenmedikliği” üzerinde düşünmeye yöneltmiş olur. Sanatçı, Ayna’ya bakan izleyiciyi “filmin ardında başka hiçbir gizli, şifrelenmiş bir gaye yatmadığına ikna etme”nin güç olduğunun farkındadır. Ona göre Ayna’nın, “gerçeği söylemekten” başka bir amacı yoktur; dolayısıyla “gizler, simgeler, gayeler, peşinde koşmak” Ayna’daki gerçeklikten uzaklaşmak anlamına gelecektir. İlk bakışta zor gibi görünen bir durumdur bu fakat “görüntüsel şiire alışık” olanlar ve Tarkovsky bakışını, Tarkovsky dilini bilenler, gerçeklikle ve kendileriyle ilgili bu örtüyü nasıl kaldıracaklarını ve örtü kalktığında neyle karşılaşacaklarını bilirler."







DAĞ KADINI WOMAN AT WAR 2018




SİNEMA GÜNLÜĞÜ 87.FİLM


-Spoiler içerir -




Dağ Kadını olarak dilimize çevrilen ve dün gece TRT2' de gösterilen harika bir filmden bahsetmek istiyorum. Cannes Film Festivalinden ödüllü yapım 2018 İzlanda-Fransa-Ukrayna ortak çalışması. Yönetmeni, Atlar ve İnsanlar’la tanınan Benedikt Erlingsson.


Bir gizli kadın kahramanın, bir eko-savaşçının hikayesini hicivli bir dilde anlatan senaryo annelik kavramı ile zenginleştirilmiş. Toprağını ana kabul eden, bu kadın, ülkesinin küresel sermayeye yenilmemesi için tek başına bir mücadele veriyor. Aslında bir koroyu çalıştıran, hayatının merkezinde müzik olan bu kadın yıllar önce evlat edinmek için başvuruda bulunmuş ancak olumlu bir cevap çıkmayınca yine çevreci aktivist mücadelesine dönmüş. Tam bu hayalinden vazgeçmiş ve eylemlerine devam ederken Ukrayna'da savaşta anne babasını yitiren kimsesiz bir kız çocuğunu evlat edinebileceği haberi geliyor. 


Kan bağı olmadan savaş mağduru bir çocuğa annelik yapmak ile milletini doyuran topraklara, dünyaya sahip çıkması arasında bir bağ kurulurken birini tercih etmemek zorunda kalmaması ve ortaya çıkan kardeşi ile beraber hareketi seyretmeye değer eğlenceli ama aksiyon sahneleri ile söylemek istediklerini göstermeyi, daha doğru ifade ile hissettirmeyi başaran bir film oluyor. 


Yaptığı protestolarla terörist muamelesi gören kadın yerine turist olarak gezen bir başkasının defalarca gözaltına alındığını gösteren yönetmen ülkedeki yabancı düşmanlığına, özellikle de İslamafobiye vurgu yapmış. Eylemlere Twitter üzerinden destek bulan bu gizli kahramana karşı hükümet üyeleri bazı taktiklerle baş edebiliriz diyor. Hemen algı operasyonları ile tabiatı korumak ve topraklarının küresel sermayenin kurbanı olmamasını isteyen kadını ülkenin geleceğini tehdit eden, yazdığı manifestoda kanunlar üstündeki kanunlara dikkat çektiğinden işaretle konuyu çarpıtarak tüm televizyon kanallarıyla ortak hareket edip onu terörle özdeşleştiriyorlar. Böylece halkın destek vermesini engelliyorlar. Film bu açılardan da oynanan oyunları göstermesi açısından son derece başarılı. 


Bu çok katmanlı ve meselesi olan değerli filmi, (buraya linklerini bıraktığım) iki uzman görüşü eşliğinde izlerseniz çok daha zenginleşmiş olarak bitirirsiniz günü. TRT2' nin Film Önü ve Film Arkası programlarını filme katkıları nedeniyle çok seviyorum. 


Şimdi biraz da bu programlardan aldığım notlar ve filmin düşündürdükleri ile devam edeyim:


Öncelikle filmin müzikleri şahaneydi. Hele de her duruma uygun şekilde müzik yapan bir grup ile Ukraynalı üç kadının belirip söylediği şarkılar çok güzeldi. Bu teknikler başka filmlerde de kullanılmış ama burada kadının kafasında çalan bu ayrıntıların çekimler esnasında oyunculara, izlerken de bizlere dinletilmesi ve seyrettirilmesi çok eğlenceli bir film ortaya çıkarmış.


Bunu sevme sebebim sanırım benim de her duruma göre zihnimin sekmelerinde açılan şiirler, müzikler, hikayeler olması. Bunun somutlaştırılarak verilmesi insanı gülümsetiyor. 


Tragedyalarda Yunan Korosunun ortaya çıkışı gibi filmde müziğin kullanılması özel bir durum diyor Alin Taşçıyan ve hiç bilmediğim sadece festivallerde gösterilmiş yukarıda afişi olan bir Türk filmden bahsediyor. Bunu da bulmalı, izlemeli. 


Sonra kocaman elektrik direklerine ok atmasında mitolojik bağlantılar kuruyor Alin Usta. Amazonun savaşçı kadınları ile Davut ve Golyat'ın hikayesine atıf olduğunu söylüyor. Bir de Mandela ve Gandhi posterlerinin evinin duvarlarında olması ile mesaj veriyor. Eli kolu bağlı evde oturmayıp dünya için bir şeyler yapmayı, aktivist olmayı, sıradan insanların da yapacağı şeylerin çok olduğunu söylüyor. 


Daha az tüketmek, karbon salınımı azaltmak, doğanın katline dur demek gibi bireysel tercihlerle bize emanet edilen dünyaya sahip çıkmamız gerektiğini hatırlamalıyız. Umutsuz olmamalıyız ama gidişat bu umursamazlıkla pek parlak değil. 

Küresel ısınma dünyayı kasıp kavururken, Avusturalya kıtası içimizle beraber yanarken aktivist kadının da ülkesinin yakın olduğu kuzey denizinde buzullar eriyor. Dünya hem içindeki insanların çürümüş kalpleri, umutsuz halleri ile bir çöküşe doğru giderken mevsimsel dengelerin değişimi, iklim krizinin patlak vermesi ile komplo teorilerinin işlendiği, yıllarca önce çekilen kıyamet senaryolarındaki sahnelere ev sahipliği yapıyor. Tek tek herkes üzerine düşeni yapmaz ise yakında açlık oyunları, tokluk savaşları başlayacak. 

Bu nedenle meselesi olan bu filmi ve linklerini bıraktığım programları izlemenizi şiddetle tavsiye ediyorum. Bu sefer az spoiler veriyorum. Çünkü şaşırtıcı bir final var. 

Bu dünyayı atalarımızdan emanet aldık. Torunlarımıza teslim edeceğiz. Unutmayalım ki, emanet önemlidir, hele ki böyle kitleleri ilgilendiren konularda. Ve hıyanetin cezasını herkes çeker. 












KAR YAĞMIŞ YOLLARA, ÖRTÜLMÜŞ İZLER... CEM ADRİAN



Her şey yılbaşında erken doğum günü kutlaması isteyen yeğenim Mesut Emir'in kardan adamlı pastayı seçmesiyle başladı. Dün yani 5 Ocak onun doğum günü idi. 5 yaşını doldurdu. 

Yıllar ne çabuk geçiyor. Doğumu beklediğimiz o gece hala aklımda... Onu karşılamaya İzmir'e gidişim ama geç kalışı... Bütün geceyi uyanık ama neşeli geçirip tam benim duruşma için Ankara'ya dönmem gerektiği sabah hava alanına giderken kardeşimin alelacele hastaneye yatırılışı, Ankara'ya o gece ilk yoğun karın yağması, yıllar önce İzmir'e bir gün yağan karda babamın içinde bulunduğu servisin devrilip elinin parçalanması, aylarca geçirdiği ameliyatlar, bunun içimize saldığı korkularla Ankara'da nasıl araba kullanacaksın diye endişelenmesi, arabanın hava alanı otoparkında olması sebebiyle toplu taşım kullanamayacak olmam, Esenboğa'nın adının boş yere böyle zorlu olmayışı, Atakule'ye yakın evimin bütün yokuşlarının karla kaplanması, yine de yavaş ve seyirlik manzaralar eşliğinde keyifli bir yolculukla eve varıp duruşmaya kadar kestirecek vakit bulmam, bu arada yeğenimin son anda sorun çıkarıp bu dünyaya gelmeme konusunda inatlaşması sonucu doğum şeklinin değişmesi derken 5 Ocak hatıraları ve heyecanları ile hep içimde kalacak bir tarih:)) 

İşte yine Mesut Emir, yine o meşhur inadı, illa ki kardan adam diye tutturuşu ve Avusturalya yanarken Ankara'nın ilk yoğun kar yağışının başlaması. 

Yine de çok özlemişim beyazı, karı, yeğenlerimi... Bir İzmirli olarak ayrı sevinç dolsa da içime, ne zaman çıkıp yürürüm bilmiyorum. Yıllardır kar görmemiş biri olarak şimdilik camın arkasından bakıyorum sabah sürprizine:)) 

Umarım sokaklarda yaşayan insanlar için Büyükşehir Belediyesinin çalışmaları yeterli gelmiştir. Üniversite öğrencilerinin (iki günde biri tıp fakültesi öğrencisi dört genç) gelecek görmeyerek, yaşamak için sebebim yok, işsizim, cebimde bir TL var diyerek intihar ettiği şu günlerde karın gerçekleri örten bir örtü olmaması dileğiyle... 

Muhteşem sesi ve yorumu ile Cem Adrian huzurlarınızda...   



Sen Gel Diyorsun (Öf Öf)

Cem Adrian
Aramıza girmiş dağlar, denizler
Gelemem diyorum öf öf, sen gel diyorsun
Kar yağmış yollara, örtülmüş izler
Örtülmüş izler
Bulamam diyorum öf öf...
Sen bul diyorsun
Sen bul diyorsun
Kar yağmış yollara, örtülmüş izler
Örtülmüş izler
Bulamam diyorum öf öf...
Sen bul diyorsun
Sen bul diyorsun
Sanma bu sevgimiz sence yaygara
Ne dertler bıraktın öf öf, hep sıra sıra
Sen yoksun ya böyle ıssız Ankara
Sensiz Ankara
Duramam diyorum öf öf...
Sen dur diyorsun
Sen dur diyorsun
Sen yoksun ya böyle ıssız Ankara
Sensiz Ankara
Duramam diyorum öf öf...
Sen dur diyorsun
Sen dur diyorsun
Kızıltuğ'um baharı…

Söz: Ali Kızıltuğ

Müzik: Aşık Emrah (Hamza Başyurt)


Düzenleme: Cem Adrian











The End of The F***ing World Dizisi Üzerine


SİNEMA GÜNLÜĞÜ 86 

-Spoiler içerir -

Sevgi hayatı yaşanır kılan vazgeçilmezimizdir. Şanslı isek sevgiyi bize verebilecek evlerde doğarız. Kültürümüzde yeni doğan bebekler için yapılan en önemli temennilerden biri "Allah analı babalı büyütsün"dür. Bu diziyi izleyince bunun ne denli değerli bir dua olduğuna bir daha inandım. 

The End of the F***ing World, Charles Forsman'ın aynı adlı bir grafik romanına dayanan, İngilizlerin karanlık komedi-drama türünde çektiği bir dizi. Süresi yirmi dakikadan oluşan sekiz bölümlük dizinin iki sezonu var. 17 yaşında iki gencin yaşadıkları talihsizlikler üzerine çekilen dizi, kısa süresi ile tam da süreçlerden sıkılan sabırsız ve robotlaşmış günümüz gençlerince severek izlenen bir yapım olmayı başarmış. Sürekli küfürlü konuşan ve bunu normal gören gençler de isminden ve alışık oldukları İngiliz aksanından farklı diziye ayrı bir sempati duymuş olmalı. 

İMBD 8.4, Netflix'te de tam not alan bu diziyi bana ergenlik çağında olan oğlum tavsiye etti. Ben de onu ve günümüz gençlerini daha iyi anlamak için seyrettim. Ama doğrusunu söylemek gerekirse, duygusal yönü güçlü biri olarak bu kadar duygusuz, sevgisiz gençlerin olduğu bir yapımdan irkildim. Çok sevilen bir dizi olması, şiddetin bu kadar sıradanlaştığı şu günlerde beni iyice düşündürdü.

Dünyanın nereye gittiğini sürekli sorguladığımız günlerdeyiz. Her yeni acı olayla bir öncekini unutuyor, zamanla da duyarsızlaşıyoruz. Akıl sağlığımızı korumak için normalde bir insanın dengesini yitirmesine sebep olacak bunca acıyı, haksızlığı görmezden geliyoruz. Ama bu üç maymunu oynama, susma halleri de ayrı veballer yüklüyor omuzlarımıza. Sustukça toplum olarak, belki de dünya olarak bir lanete maruz kalıyoruz. 

Her yerden cinnet haberleri geliyor. Özellikle de bizim coğrafyamızda. Bu nedenle insanların umudunu yitirip topraklarını terk ettiğini ve gittiği yerde "Dünyada cennet varmış" derken ülkesini hiç özlemediğini biliyoruz. En fazla akıllarına gelenin kokoreç olduğunu, kimisinin de kalan dostlarını ara sıra anımsayıp hey gidi derken keyifli içeceklerini yudumladığını sosyal medya hesaplarından görüyoruz. 

Ama biz ne kadar haber izlemesek de TT olan isimleri tıkladığımızda her gün başka bir fenalığın tanığı daha oluyoruz. Özellikle intiharlar, cinayetler, çocukların gözü önünde yaşanan travmatik boşanma süreçleri, şiddetin normalleşmesi sonucunu doğuruyor. 

Kimse artık analı babalı büyürken mutluluk dolu yuvalarda yaşamıyor. Sevginin bittiği, herkesin buna aç halde yaşadığı evler sadece bir çatı. Dışarının kaosundan kurtulup sığınılan mekanlar da, sevgi ile yuvasında yenilenen kadınlar ve erkekler de yok. Herkes kendi derdinde ve çocuklar ellerindeki tabletlerle şiddetin sıradan, kanın oluk gibi aktığı filmlerle, dizilerle, oyunlarla oyalanıyor. Sanırım o nedenle giderek duygusuzlaşıyorlar.

Aslında bu globalleşen dünyada yaygın bir tehdit. Zaten dizi de 2017 yılında İngiltere'de çekilmiş.  

Yazar- Akademisyen Nihan Kaya'nın "İyi Aile Yoktur- İyi Toplum Yoktur-  Bütün Çocuklar İyidir" isimlerindeki kitap serisini okumanın tam vakti. Aslında psikoloji doktorası yapmış olan yazarın kitaplarda bahsettiği aileler bizim huzurlu sandığımız, taciz, ensest yaşamamış normal ailelerdeki çocukların yaşadıkları içsel kırgınlıklar, yoğunluktan ve yorgunluktan çocuklara vakit ayrılmaması, tercihlerinin sorulmaması, birey değil de aman çocuk işte diye geçiştirilmiş olmanın ruhlarda bıraktığı yaralar, travmalar. Toplum baskıları, okullardaki tek tip insan yetiştirme politikalarının yarattığı emme basma tulumba gibi başını sallayan, tepkisiz insanlar anlatılmış kitaplarda. Yani bu dizideki gibi ciddi psikolojik rahatsızlıkları olan bireyler değil konu. Ama çocuklar öyle hassas varlıklar ki, okuyunca görüyor, kendi hayatlarınızdan pay biçip hak veriyorsunuz. Bu durumda ciddi travmalar yaşayanları da algılayabiliyorsunuz. 

Nihan Kaya, kendini her türlü kavgadan, huzursuzluktan sorumlu hisseden insanlara, maruz kaldığı hareketler yüzünden bu duyguları yaşadığını anlatan, bir nevi yüreklerine su serpip kendi çocuklarına daha dikkatli davranma farkındalığı kazandırmak isteyen bir kitap serisi yazmış diyebiliriz. Ama şu notu düşmeli, akıcı ve okuması kolay gibi duran kitap kendinizle yüzleşmenizi gerektirdiğinden epey efor sarf ettiriyor. Yine de farkındalık için okunmalı.  ( Ayrıca kitaplarda bahsettiği konuları anlattığı bir youtube kanalı ve ciddi paylaşımlar yaptığı sosyal medya hesapları var. Okumaya fırsat bulamayanlar da izleyerek/ dinleyerek mevzudan haberdar olabilirler. ) 

Tekrar konumuza dönersek Charles Forsman'ın çizgi romanından uyarlanan The End of The F***ing World, karanlık ve karmaşık zihinlere sahip iki gencin hikayesini konu ediniyor. 

İlk sezonda 17 yaşında bir genç olan James, beş yaşlarında iken annesi gözleri önünde intihar etmiş, babasının tüm ilgisine rağmen anne sevgisinden mahrum ve kaybı travmatik olması sonucunda sosyopat bir genç olup çıkmış. Hayvanları keserek başladığı canilik kariyerine insanlarla devam etmek istiyor. Bu sebeple seçtiği Alyassa ise çok sevdiği babasının terk edip gittiği, genç annesinin bir başka adamla evlendiği, ondan ikiz kardeşleri olan, üvey babanın tacizi ve annesinin ilgisizliğinin travmalarını yaşayan bir kız. 

İki karakter de buz gibi soğuk. Sanki yaşamıyorlar gibi. Sevginin nasıl sıcak ve kuşatıcı olduğunu, insanın içinden gelen o gücü harekete geçirdiğini anlıyorsunuz. Bu çocuklar yaşadıklarından kaçıyorlar ve başlarına yol boyu daha da kötü olaylar geliyor. 

İkinci sezonda bir karakter daha katılıyor. Aşırı mükemmelliyetçi bir annenin sürekli cezalandırarak büyüttüğü, cezanın sebebinin sevgisi olduğuna inandırdığı, babasız büyürken kendinden çok büyük bir adama aşık olan zenci genç bir kadın. Aslında adam Hocası olduğu üniversitenin kız öğrencilerine şiddet uygulayıp onlarla beraberliklerini kayda alan, bu nedenle yargılansa da güçlünün kendini kurtardığı bu dünyada paçayı mahkeme önünde sıyıran yazar. Ama hayatında sevgi görmemiş bu kadını bir kaç sözüyle kendine bağlıyor ve kadın tam bir büyülenme ile intikam meleği oluyor. 

Sevgi yoksunluğu çeken insanların sorununun sevginin ne olduğunu bilmemeleri ve çabuk kandırıldıkları bazen de bunun farkında olsalar da sahte bile olsa sevgi ile temas etmek için kendilerine yalan söylediklerini ifade eden anlatıcı gençlerin iç konuşmalarını da veriyor ki, bazı duygu kıpırtılarını böylelikle görüyoruz. Ama daha fazlasına müsaade etmiyorlar. Bir nevi tekrar terk edilme acısı yaşamamak için gardlarını alıyorlar. 

İnsanın travmatik olaylara takılı kaldığı, bu konuda yardım almazsa kendine yarattığı parmaklıklar arkasından hayata dahil olmadan yaşadığı gerçeğini güzel anlatan dizi gençlerden ziyade büyüklerce izlenmeli derim. 

Bu dünyaya çocuk getirmek kararı, girdiğin sorumluluğun farkına vardığında insanın tüm özgürlüklerini elinden alan ağır bir durum. Bu nedenle iyi düşünülmesi gerek. 

Zaten dizide de genç kız, annesinin ilgisizliği, üvey babanın tacizlerinden bıkıp öz babasını bulmak için umutla yola çıkıyor. Babası ile karşılaştığında hayal kırıklığına uğruyor. Bunu "Birini yıllarca görmeyince vereceği cevapları kafanızda büyütüyorsunuz" diye ifade ediyor. Sorumsuz babasına da, "Eğer onu terk edeceksen gidip çocuk yapmamalısın. Çünkü ömürleri boyunca o çocuklar ne yaptıklarını düşünürler" diyerek isyan ediyor.

Babası ise son derece duygusuz bir şekilde, başka bir kadından olan oğlunu da terk ettiğine şahit olan kızına "Bu kurban numaralarını bırak, beni de sevmediler. Ne anne kucağı gördüm, ne emzirildim, herkesin bir sebebi var." diyebiliyor. 

Evet, herkesin bir sebebi, ihmal edilmişliği, yalnızlığı var. Bunlara takılı kaldığında ya da sevgi ipi koptuğunda bir baş dönmesi ile denize düşen insan yılana sarılacak kadar ciddi hatalar yapıyor. En iyi ihtimalle ise kendisi gibi bir yaralı bulup el ele kıyıya çıkacakları zannını yaşıyor ama psikolojide iki yarım bir tam etmiyor.   

Madem bir insanın ruh ve beden dünyası anne ve babasının ellerinde, onların tavrına göre dünyayı kurtaracak güzel işler yapan insanlar ya da dünyanın sonunu getirecek kötülüğü büyüten canavarlar yetiştirmek şansları var, o zaman ebeveynler tercihlerini bu sorumlukla beraber yapmalılar. 

Dizide, "Olacakları engelleyemezsiniz, ancak olduğunda baş etmeye çalışırsınız" diyor kahraman. İşte insanın hayatın getirdikleri ile mücadele yerine dans ederek akışına bırakması için psikolojik olarak sağlam, tek başına bir bütün olması gerekiyor. Huzurlu, sağlıklı bir toplum için bu gerekli. 

Kötünün seyredilerek ibret alınması mümkün oluyor mu yoksa dizilerde açıkça gösterilen bu kötülükler içlerinde bu yönde dürtüler olan insanlara bir cinnet anında fırlayacak şekilde bilinçaltına depolanıyor mu bilmiyorum ama bu dizilerin çok seyredildiği, şiddetin de giderek yaygınlaştığı ortada.   

Ruhun yitirildiği, maddi ihtiyaçları karşılansa da sevgisizlik ve ilgisizlik bahtsızlığının her eve bulaştığı bu çağda insanın iyi olarak kalabilmesi için, farkındalığını geliştirmesi, kendine bir ideal, uğruna yaşanacak bir uğraş bulup içindeki sevgi ırmağının debisini arttırması gerek. Yoksa kendisi de susuz kalır. 

Sevin, sevginizi sunun. Kendinizle bütünleşin, evlatlarınızın ve sevdiklerinizin de kendilerini bulmaları, tam olma çabalarını destekleyin. Yoksa kötülük bir yerde yolunuzu keser.    

Baby Reindeer Dizisi Üzerine Değerlendirmeler

  Afişiyle dikkatimi çeken bu diziyi, edebi zevklerine güvendiğim bir kaç arkadaşımın hikayesinde "çok etkileyici, bitince iki gün kend...