İlla Kırmızı


 "Gülçin bando takımına katıldı, ben de katılmak istiyorum baba"

 "Ne bandosu, masraf çıkarma şimdi. Her hafta bir şey istiyorsun bak çarşıya gittim o istediğin kalem kutularından aldım; hani basmalı seviyorum dedin ya şuradan silgi çıkıyor, buraya basıyorsun kalemtraş, süper değil mi hem rengi de pembe."

"Ben kırmızı seviyorum ki, neden pembe aldın? Baba çaldıkları trampet bile kırmızı, ceketleriyle takım, lütfen ben de bando takımına katılmak istiyorum."

 "Kaç paraymış?"

 "Yüz elli bin lira, bütün kıyafetler dahil. Bir de her gün stada çalışmaya gideceğimiz için  izin kağıdı istedi öğretmen."

"Parası neyse de bak derslerden kalacaksın. Habire prova var diye çağıracaklar dersten, yağmurda, çamurda, güneşin altında saatlerce bekletecekler. Ben bir sene katılmıştım, nefret ettim, dersleri kaçırdım diye de çok üzüldüm."

 "Ben üzülmem, ikisini de yaparım. Lütfen izin kağıdını imzala"

 "Al imzaladım"

 "Bir de para"

 "Tamam tamam al, git bando takımına gir bakalım da gör gününü, yoruldum, hasta oldum diye gelme sonra bana bozuşuruz bak. Sen istedin madem, bedellerini de sen ödeyeceksin"

"Tamam baba çok sağ ol, seni çok seviyorum" diyerek boynuna sarıldı Pelin.

 Fazıl,

"Ben de seni yavrum, ben de seni çok seviyorum" diyerek karşılık verdi.

Bir hafta sonraydı. Fazıl işten geldiğinde içeriden gelen ağlama sesini duyunca karısına sordu. Salatanın yeşilliklerini doğrayan kadın, "Telefon et, sor öğretmenine yarın, geldiğinden beri ağlıyor, beni de sokmadı odaya."

 "Ne telefonu yahu, anlatır kızım bana" diyerek odasına doğru gitti.

 "Pelin yatağa yüzüstü uzanmış hala ağlıyordu. Fazıl yanına oturup saçlarını okşayarak "Ne oldu benim yavruma" diye sordu.

Pelin burnunu çekerek babasına baktı ve daha fazla ağlamaya başladı.

 "Yavrum, korkutma beni, ne oldu diyorum, anlatır mısın" dedi.

 Pelin’in gözlerini elleriyle silip saçlarını okşadı.

 Pelin iri siyah gözlerini açıp "Beni bando takımından çıkardılar" deyiverdi.

 "Nedenmiş o?"

"Trampeti ritmine uygun çalamıyormuşum. Kortejin arkasında, dümdüz yürüyen gruba alacaklarmış beni. Bando takımı gibi üniformalarımız olmayacak, normal önlüğümüzü giyeceğiz."

"Aman Pelin, üzüldüğün şeye bak. Ne güzel işte bütün gün gürültü çekmeyeceksin, inan kafan şişerdi. Elini kolunu sallayıp yürüyeceksin, mis gibi işte, biliyor musun, ben de en önde yürürdüm, bayrakla hem de. Çünkü en az provayı yürüyüş için yapıyorlar, derslerini de kaçırmıyorsun. Çok iyi olmuş, sevin bence"

"Gülçin havasını atıyor ama. Yan sınıftan Şerif diye bir çocuk var, onu da çıkardı öğretmen. İkimiz bugün provadan beraberce sınıflarımıza döndük. O da çok üzgündü"

"İşte güzelce dersinizi dinlersiniz, bayramda da yürüdünüz mü mis gibi. Hatta sizi izlemeye geleceğiz ya, Şerif'le seni kafamızı şişirmediğiniz için ayrıca ödüllendireceğim. Hadi gel içeri, dondurma aldım, hem de kırmızı meyveli. Pelin yatağından hızlıca kalktı, babasına sarıldı: "Yaşasın, bana külaha koyacaksınız ama" diyerek elini tuttu. Babası pembe kalem kutuyu da kırmızı ile değiştirmişti. Ama asıl sürprizinin kırmızı rugan ayakkabılar olduğunu görünce havalara uçtu, Pelin, babasının kollarına konarak durdu. 

Handan Kılıç

23/Nisan/2021

İzmir

Sanatsa Sanat

 


“Meliha, ben kanun olmak istemiyorum seninkiyle değişelim mi?”

“Tamam Fikret benim için fark etmez, sanat senin olsun ama öğretmenimize soralım mı?”

“Sormayalım bence, her şeyi sormaya gerek yok. Hem hayır derse ne yapacağız? Bak şimdi onun defterindeki isimlerimizi teneffüste iken değiştirelim bitsin gitsin. İki sınıfın listesi var ya, aklında değildir kiminki neydi diye, anlamaz bile. Silgin vardı ya senin hani bir tarafı tükenmezi de silen, yanında mı?”

“Evet, kalem kutumda.”

“Tamam. Hadi koşup sınıfa gidelim. Fethiye Öğretmen üçlerin provasına gidecekti, uğramaz şimdi buraya ama sen yine de kapıda dur. Ben silgiyi alırım kalem kutundan. Birisi gelecek olursa hemen bana seslen bak.”

Fikret sınıfa girdi. Önce silgiyi sonra öğretmenin defterindeki listeyi buldu. Sekizinci sıradaki adını kanunun yanından sildi, Meliha diye yazdı. Sanat nerede diye ararken kapı açıldı. Meliha telaşla “Geliyor, geliyor” diyebildi.

Fikret yazısını öğretmeninkine benzetmeye uğraştı ama aceleden tam olarak beceremedi. Hızla sırasına doğru geçmeye çalışırken ayağı masanın kenarında duran kutuya çarptı. Dün sınıfın camları için getirilen gri boyanın kalan kısmı yere döküldü ama bozuntuya vermedi.

Meliha da sırasına geçmiş oturmuştu.

Fethiye Hoca, sınıfta onları görünce şaşırarak “Teneffüste ne yapıyorsunuz burada, çıkıp oynasanız ya bahçede” deyiverdi.

Meliha kekelerken Fikret araya girerek “Öğretmenim arkadaşım nöbetçiydi sınıfı havalandırması gerekiyordu ama karnı ağrıdığı için ona yardım ediyordum” derken Meliha karnını tutmaya başladı.

O sırada Fethiye Öğretmen dökülen boyayı fark etti: “Karın ağrısının sebebi belli, peki bu hanginizin eseri?” diye sordu. İkisi de susuyordu. “Şimdi hep beraber gidiyoruz müdürün yanına! Hesabınızı ona verin, cezanızı kessin. Ben de telefonla ikinizin babasını da arayacağım. Hem boyanın parasını isteyeceğim hem de kim yapmış öğrensinler bakalım, görürsünüz siz. Düşün önüme” diyerek sınıftan çıkardı. Meliha ağlarken Fikret “Bir şey yapmadık biz, çok azdı ki dökülen boya, en fazla iki günlük harçlığımızı keserler, söz ben sana bir haftalık harçlığımı veririm” diye fısıldadı. Hem sen “Kanun”sun artık ben “Sanat” derken gülümsüyordu.

23 Nisan 2021

Handan Kılıç

İzmir


Ana gibi yar


“Sus bakayım, yanar tabi gözün, kapat dedim mi açıyorsun, sus diyorum bağırıyorsun. Bak bugün bayram, tertemiz ol, okula öyle git.  Oğlum bak sus, hani çok istiyordun ya renkli kokulu silgilerden, almış amcan yarın gelirken getirecekmiş.”

“Önlüğüne ne yaptın böyle Serhat? Ne bu önündeki boyalar, yıkadım bak çıkmamış. Öğretmenine sor, nasıl çıkıyormuş. Göster önlüğünü bilir o nasıl çıkacak. Bayram falan ama mecbur böyle gideceksin, temiz önlük de ama lekeli, önemli olan senin temiz olman, mis gibi sabun kokuyorsun bak. Ama oğlum hala gözünde yaş. Ablanı duymuyor musun bir haftadır bağıra bağıra şiir ezberliyor, ne diyordu “Bugün 23 Nisan, neşe doluyor insan” Neşeli olman lazım Serhat, sil o burnunu. Hah şöyle hadi iyi bayramlar, selametle git gel. Kız ne önden önden gidiyorsun bekle kardeşini. Beraber gelin bak aklım sizde kalmasın.”

“Geldiniz mi kuzularım, nasıl geçti bayram. Güzel olur tabi. Şekerleriniz de pek güzelmiş, bayraklarınızı da şöyle yukarı bir yere koyun yere düşmesin. Sordun mu öğretmene Serhat, Nasıl çıkacakmış bu kalem izleri?” 

“Bilmiyor muymuş, koskoca öğretmen olmuş, bir kalem lekesini çıkaramıyor, bir şey öğretmiyorlar bu okullarda demek.” 

“Ne telefon mu etti? Ne demiş peki annesi. Neyse bulurum bir şeyler. Gör bak Serhat, öğretmen de olsa doktor da her evlat hep anaya muhtaç. Yanaş yanaş, gel bakayım, öp şu elimi, ben de size en sevdiğiniz çöreği yaptım, bayrama bayram kattım. Kurt gibi acıkmışsındır değil mi Serhat. Ellerini yıka güzelce, hemen oturun sofraya. Bak ablana önlüğünü bile asmış kapının arkasına. Şimdi çörekleri de güp güp götürür. Akıllı kızım benim, şiirini de okumuş, büyüyünce doktor olacak ama anasını atasını unutmayacak değil mi? Oğlum ne olacak acaba? Okumayı bir öğrensin bakalım. Ne olursanız olun ama  unutmayın ana gibi yar olmaz Bağdat gibi diyar.”

Handan Kılıç

23 Nisan 2021

İzmir

Yorgunum dostlarım yorgunum artık / Vefasız yıllara dargınım artık

 -Nasılsın? Neler yapıyorsun? 

-Hem hiç bir şey, hem her şey. Yorgunum ama, hem de nasıl; bir türlü dinlenemiyorum. Hayat yorgunluğu desem yaşın genç diyorlar. Kaç yaş hayat yaşadım ben? Kaç yüreğin yükünü çektim acaba, bilen yok! 

-Orası öyle, ben seni izlerken bile yoruluyorum bilesin.

-Bir yandan geriye dönüp bakıyorum; doğdum, doğurdum, hayattayım, başka hiçbir şey yok elimde. Hatta onlar bile elimde değil. Uzak her şey, herkes... Aradaki maceralar nerede bilmiyorum. Uyuyorum, uyanıyorum, yorgunum, Yürüyorum yorgunum, yaşıyorum yorgunum, yatıp dizi izliyorum yorgunum.

-Hepimiz öyleyiz inan. Bunaldık yasaklar, ölümler, tutsaklıklar, kalpsizlikler, insanlıktan çıkışlar, satılık tt'ler, kiralık insanlar.    

-Yorgunum hepsinden, yorgun, yorgun. Az önce izlediğim bir dizide kadın teknenin en yüksek direğine çıkıp okyanusa atladı, nasıl güzel bir sahneydi. Sarhoştu ve ayıldı, ferahladı, acısını dağıttı. Seçmek kolay değil dedi, diğer karakter ona. "Seçene kadar da nefessiz kalıyor insan" dedim içimden. Seçmediğim bir hayatı yaşıyorum, seçme imkanının olmadığı kırılmalardan geçerken sadece su üstünde kalmaya çalışmak belki yaptığım. 

-Zaten hepimiz böyle değil miyiz?

-Yorgunum, ne yaparsam yapayım dinlenemiyorum. "Dünyada dinlence yok" derdi ananem, hatırlasana, "Mezarda çok dinleneceğiz" diyerek koşardı, koşardı. Çok yıprattı kendini.

-Tabi yaşlılık zor. Astımı falan vardı yine de nefessiz kalana kadar iş yapardı. Ne oldu sonunda?

-Ne olacak, senin annen, benim annem, dayım oldu, hepsini yetiştirdi, büyüttü, bize de eli yetişti, ne oldusu var mı, işler güçler yürüdü.

-Gücü varmış da yapmış, benim kendime halim yok şimdiden, Yıpranmak bu olsa gerek yaşlanmaktan farklı.

-Farklı olur mu ayol, yaşlandığını göremedi, anasından babasından otuz sene erken gitti.

-Onu diyorum işte, misal ben yıprandım yolun yarısını geçerken tükenmeye mi başladım ?

-Ananeme çekmişsin işte. Onun gibi çok şeye yetişiyorsun, o okuyup yazmazdı, senin o taraklarda da bezin var, ki zihinsel faaliyet bedenle yapılandan çok yoruyor insanı, biraz dinlen, rölantiye al hayatı, ciddiyim.  

-Herkese, her şeye koşmamak lazımmış, geç anladım. Ama zihnimi meşgul etmezsem o daha çok yoruyor beni, çalışmak dinlenmenin şekli zihnim için. Ama korumak lazım kendini, sömürücü, enerji vampirlerinden. Geçen bir yazar diyordu: “Yıprandım, inanın bana yaşlanan kişi artık yıpranmaz, korur kendini, yıpranmak yaşlanmanın tersidir, sigara içiyor musun?” 

-Bıraktım çok şükür, maskeyle zor oluyor, mecbur mesafe koyduk araya. Bir sene olacak yarım paket kaldı paltonun cebinde öylece.

-Ver de biz içelim.

-Sen ne zaman başladın yahu?

-Başlamadım da, sende durmasın diye dedim.

-Yok dursun, yanımdayken kendimi hem güvende hem iradeli hissediyorum; istersem içebilecek kadar yakınımda ama istemiyorum, kendimin güçlü olduğunu anlıyorum.

-İyiymiş doğrusu, bu arada güçlüyüm diye de yıpratma kendini benim gibi. Bazı konularda güç denemesi yapmaya da kalkma. İrademiz dışında gelişen çok şey var hayatta, sana bir abla tavsiyesi.

-Ah be ablacığım, tavsiyeyle olsaydı, tabiat bunlar hep tabiat.

-Tabiatını imtihan etme. Ve gerçekten vaktinde biraz dinlen, yoksa benim gibi dinmeyen bir yorgunluk baş gösterir. "Yorgunum dostlarım yorgunum artık / Vefasız yıllara dargınım artık" diye yaşarsın.

-Haklısın, tavsiyene kulak vereceğim, yine buluşalım, korona falan ama insan özlüyor.

-Özlenmez mi, kocaman sarıldım varsay, bir de öptüm.

-Ah be, en yakınımızla sarılmaya hasret kaldık ne zaman bitecek bu illet!

-"Her şey bitermiş, herkes gidermiş" merak etme, o da gider. Sonra başkası gelir, dünya bu, derdi, tasası, sevinci, mutluluğu hepsi geçici... Günün vaazını da verdim, hadi ben gideyim. Ne demiş Heraklit "Adı hayattır ama gerçekte ölümdür"

Öptüm bye

Handan Kılıç
İzmir

Yedi


Yedi, kedi eti yedi.

Nasrettin hoca çıkıp geldi karısı bu cevabı verdi.

Uyanık adam yer mi, yediyse kedi, kediyse et nerede deyiverdi.

Karısı aman be hoca yedim işte hepsini diye cevabı yapıştırdı.

Hoca kediye baktı, "Sen de yeseydin biraz Köftehor" deyip karısını "Afiyet olsun hanım, ben de göle maya çalacaktım, ver biraz yoğurtan da yola çıkayım" dedi.

Kadın, yeşil başlı ördek olsam su içmem gölünüzden diye türkü çağırarak çömleği getirdi.

"Sana da ayran aşı edeyim akşama" dedi. Hoca "Cacık yap hıyarı benden olsun, çalkantısı senden hanım" diyerek göz kırptı.

#altıdakikayazıları
#handankilic

 

Yazıldığı gibi okunmaz her cümle!

Deforme ediyoruz zihnimizi, yüksünüyoruz bazen yaşamaya, unutmaya, unutulmaya.

Hayat bir oyun ve eğlenceden ibaret değil mi? Oyun içinde oyundayız aslında.

Sonra bir gün o yazı belirir karşımızda: Game over! Ve her cenazede o günü düşünüp kendimize ağlarız. Ölüm hepimizin hassas karnı. Ama besleniyoruz bu duygudan. Yine de üzülmemek elde değil. Dramı seviyoruz. 


Cenazesi olmuş, sonradan duydum.  Hastalık, ayrılık, uzaklık çok zor. "Arkadaşım eşek" şarkısını birkaç yıl önce duyduğumda öyle ağladım ki herkes şaşkına döndü. Çok özlediğim bir arkadaşımdı aklıma gelen. Eşek olan kimdi, o kendini bilir değil mi? 


Bunca zaman sonra bir kere sesini duydum, başsağlığı diledim. Her zamanki pozitifliğiyle beni teselli etti. Kaybeden ve teselli eden, hastalanan, imkansızlıklara sıkışan o iken ben gözyaşlarımı hissetmesin diye sessizce dinledim söylediklerini. 


Öyledir insan işte, tabi ki eşek olanlar! Ne yaparsa kendi yapar, ne ederse kendine eder. Bazıları, onun gibi insan olmayı becerenler yani, bu vasfı derisi gibi üzerine giyenler, kelimelerden soyunarak halleriyle konuşurlar. Yazıldığı gibi okunmaz ya her cümle, onlar kelimeler arasına kocaman paragraflar sığdırıp hissettirmeden ruhunuza bırakırlar. Hafif yaşar, bir tüy gibi temas etseler de hayatınıza, sizi bir dolu düşünce ile baş başa, kendinizle hesaplaşmanın kucağında bırakırlar. Böyle yüreklerin sayısı çok az, onlara rastlamak hem ödül hem ceza! Ödül, çünkü sizi değiştirirler. Ceza, çünkü artık kimse yerlerini dolduramaz. Gerçek bir insan tanıdıysanız, dublörler kesmez bir daha. Yenisine rastlayacak kadar şanslı olunur mu bu hayatta bilemem. 


Bu rastlaşmaya rağmen değişmediysek "Eşek benim" diyebiliriz sanırım.  Ya da kim bu eşek diye düşünüp dururuz. Sonra gülümseriz; kim değil ki! Herkeslerin arasına karışıp sıradanlıkta buluruz çareyi. Belki sadece öyle insanlar eşek değil, melek der kaçarız kendimizden, olmak için aşmamız gereken eşiklerden...


Vazgeçtim, sıpa değil eşek. Sıpadan korkmazdım sanırım. Anneannemin sokağında eşekli yaşlı bir adam vardı; evinin önünden geçen çocukların kulağını çekerdi, mani söylersen bırakırdı. Kırmızı başlıklı kızın ananesine varması için geçmesi gereken bir orman ve hain kurt varken benim yoluma siyah kıspetini urganla bağlamış, saçları her daim üç numara tıraşlı, ezberden mani okutan "Kulakçı amca" çıkardı. Ananemin evi sığınaktı. Ulaşmak için çok mani ezberledim. Bilmeceler ve manilerden oluşan kitaplarım vardı. Eskiden her şeyin kitabı vardı, okumayan cevaba ulaşamazdı. Kitaplar da sığınaktı, ananemin evi de.  Yıktılar, yerine kara bir mezar taşı diktiler. Balkonsuz, bahçesiz granit ve camla kaplı biçimsiz, ruhsuz bir şey. Ne zaman sığınak ihtiyacım olsa kendimi orada bulurum hala. Ve gerçekle yüzleşirim yeniden. Güzel insanlar yok artık, gittiler, saklanacak, sığınılacak bir yer kalmadı, konum bilgilerin yüklendi, görüntün alındı, her yanın kuşatıldı. Maniler yok artık. Masallar tükendi, kabuslar yüklendi.


Nerden geldi şimdi aklıma bunca karanlık, hah tamam, hiç eşek görmedim diyecektim oysa her yer eşek değil mi? Hiç insan görmedim diyemem, o kadar şanssız değildim. Gördüğünden geri kalmak ne acı. Ben kalbi, vicdanı, sevgisi gerçek insanlar arasında olmayı çok özledim. 


Yalanlar, riyalar, virüsler, maskeler, aşılar, aşılamayanlar, yılanlarla çevrili iken dünya hafif tüy gibi insanlar çekildi içine. Ağırlaştı rota, başkalaştı coğrafya. 


Bir kere bir yılanla göz göze gelmiştim tabi ki rüyamda. Beyazdı, beyaz bir tavandan süzülüp bana bakıyordu. Hiç korkmadım oysa televizyonda görsem bakamam. Bu rüyamı yorumlamıştı. Korkma tamam mı,  sana bir zarar vermeyecek demişti. Korktukça hatırlıyorum. Ama her zaman sakin kalamıyorum. Geçenlerde de rüyamda bir köpeğe sarıldım düşününce ürkütücü geliyor. Çünkü köpek kovucu ile dolaşıyorum. Bütün hayvanlardan korkuyorum derdim eskiden. Şimdi insanlardan da korkuyorum. Benle dalga geçeceksen malzemem budur. 


Vay Eşek diyeceğim çok insan var ama o güzel gözlü canlılara da hakaret etmek istemiyorum.


Kahkahaların örteceği hüzünler biriktirdim. Gizlenmek istiyorum demek ki dramlarımın arkasına. Benim en komik sırrımı bilmenizin zamanı geldi desem de aklıma bundan başka hiç bir şey gelmiyor. Korku işte, hayvandan, topraktan, ölümden, virüsten, insan görünümlü dublörlerden, uydulardan, konum bilgilerinden, aşılardan, aşılanmamaktan, aşamamaktan... 


Ama gerçek dramların tek faydası bu olmalı; üst üste gelince illa ki unutturuyor kişisel felaketlerimizi. Bizi üzenleri, yakıp yıkıp gidenleri, hatta herkesi, her şeyi; ömrün kaymış gitmiş, bir insana, bir olaya neden takılasın ki? 


Buraya tıklayarak dinleyebilirsiniz


Bu şarkı da hep korkutur beni. Anı denk gelir de tutarsa yanar insan, of ne büyük beddua; sevişirken, öpüşürken unutama beni diyor kadın hem de nasıl içten. “Bitmek bilmez karanlık geceler boyunca unutama beni, ayrılık acısını kalbinde duyunca unutama beni!”


Direniş diri tutar unutamazsın zaten. Hangisi dram acaba, unutamamak mı unutacağım diye direnmek mi? Önceleri "Unutacağım işte" diyoruz.  Esmeray unutama beni diyor ya, ona inat bizimki. Melodrama bağlıyoruz. Sonra ardarda ne dramlar yaşanıyor hayatta. Bunları düşününce halimize güldüm, tabi  acı acı. 


Herkesin hayatında illa ki var bu duygu. Yetti gari bu kadar dram. Değiştiremeyeceğin şeyleri kabullenme huzuru, değiştirebileceğimiz şeyleri değiştirme gücü ve ikisi arasındaki farkı anlayabilme yeteneği ver demeli, bunun için dua etmeli.  Sürekli drama yapıyorlar da kime ne faydası var? Olanı olduğu gibi kabul edip yaşa işte. Bir gün bitecek bu oyun, bil, fark et, sev, yaşa yine.


6 Nisan 2021

Handan Kılıç





Not: Bu çalışma sanal yazı evi derslerinde koyu renkli cümleler Yonca Tokbaş tarafından verilerek, Esmeray' sesi eşliğinde yazılıp tüm cümleler tersten sıralanarak bu hale getirilirken geliştirilmiştir. Bu nedenle adı, yazıldığı gibi okunmaz her cümledir:))

Sevda Kuşun Kanadında



Ülkü Tamer şiirinde “Çok canım sıkılıyor, kuş vuralım istersen” diyor ya, düşündüm de ben hiç kuş vurmadım, yuvasını bile bozmaya korkarım bir örümceğin. 

Sapanım olmadı hiç, canımın çok sıkıldığı zamanlar da bilmem. Yani ne yapacağım diye düşündüğüm pek olmaz, hangisini yapayım derim sadece. 

Ama her daim şiir okurum hele de sıkıldığım da. Ülkü Tamer canı sıkılınca şiir yazmış. 

Sanatın zirvesi bence şiirdir. Birkaç manzuma yakın denemem var lakin şiir demeye gerçek şairleri düşünerek dilim varmaz. Ama yine de melodisi var yazdıklarımın. Şiirde melodiyi yakalamak önemli. Müzik de şiirin içinde, söz de, sanat da. İşte bu sebeple şiir her türün üstünde. 

Bu arada bilinenin aksine şairler sadece ilhamla yazmazlar. Ama ilham bir esintidir, sadece şairlerin hissettiği. O esintiden yakalarlar kelimeleri. Bazen uykuda bazen uyanık, sonra onlarla çalışırlar. Gece gündüz zihinlerindedir ve aylarca içlerinde gezdirdikleri kelimeler vakti gelince akar gider kağıdın üzerine. 

Akan her şey güzeldir. Takılan, duran, biriken her şeyse ağırlaşır, ağlatır, aratır. 

Aramakla bulunmaz ama bulanlar arayanlardır. 

Bir kuş neyi arar, bir çocuk neden bir kuşun peşinden gider. Anne çocuğun peşinden koşarsa aslında kuşun izinde midir? Kuşun, kanadın, özgürlüğün ya da bile isteye seçtiği bu tutsaklığın, sevdanın... 

Sevda kuşun kanadında, ürkütürsen tutamazsın. 
Ökse ile sapanla vurursun da saramazsın” mı diyordu Cem Karaca. 

Sapanla kuş vurmadım hiç, vurmayacağım, kimseye zarar vermeden yaşadım öyle devam etmek muradım.

Sebahattin Ali "Ruhumun dalgaları" şiirinde nasıl da güzel anlatmış kalbi kuşlar gibi insanları:

Ruhumun dalgaları koşup kabarmayınız” diye seslenmiş içine, dışına, göğe, bize.

Hayat bazen bir vurgunla kıyıya atar insanı. Belayla, sevdayla, ölümle, ayrılıkla... 
O vakit yorulur insan ve der:

Bilmediğim yeni bir masala başlasanız

Çekilse kulağımdan hatıraların dili

Eski günler artık bana yaklaşmayınız


İnsanın bunları yazması için istiab haddinin dolması gerek. Oysa Sabahattin Ali kırk bir yaşında iken öldürüldü. Şair yüreği işte, ruhunun dalgaları koşup koşup kabardığında kendini hizaya çekmek istemiş olmalı.

Ey hayaller vurmayın kalbimin sert taşına

Bütün bir hayat bile değmez bir gözyaşına

Ruhumun dalgaları köpürüp taşmayınız


Taşarsa dökülür insan, dökülürse dilinden kelimeler bir kere, bağlar yüreğini. 
Ya susmak çare midir? 
Peki yürek susmayı bilir mi, dil gibi, dudak gibi? 

Bir yola girdiysen dönmek her zaman mümkündür. Yanlış kararlar verip bedelini ödesen de seçtiğim der katlanırsın ama bir de seçmediklerin var: Kuşun kanadında bir sevda, ürkütüp tutamadığın mesela.

Canım çok sıkılıyor diyerek kuş vurmak istetecek bir deli ruh hali uğradığında “Ruhumun dalgaları koşup kabarmayınız” demeli insan tıpkı şair gibi. 

Köpükler geçene kadar beklemeli. Geçmiyorsa köpük değildir, fark etmeli. 

Taşmıyorsa içte tortu bırakır, bilmeli. 

Ruhun dalgalarının sükuna ereceği vakitler de gelecek, üzülmemeli. 

"Bütün bir hayat bile değmez bir gözyaşına" diyen Sebahattin Ali’yi hatırlamalı. 

Çok da üzerine gitmemeli hayatın, kalbin, kuşların ve çocukların... 

Durup dinlenmeli... 

Nefeslenip devam etmeli. 

Hayat ırmağı sürekli akmakta.

Handan Kılıç
5 Nisan 2021




Melankolinin Dikitleri




Uzaktan görmüştüm

Ruhundaki gölgeyi

Sıcaktı hava

Özlemiştim serinliği

Elimde fener

Hevesle daldım

Mağarandan içeri

Karanlıktı her yer

Beraber dolaştık galerilerini

İlerledikçe fark ettik

Gizli kalmış obruk ve düdenleri

Sen, benimle tanıdın

Korktuğun labirentleri

İnsan,

İnsan da görür hallerini



Bir ışık tayfıdır aşk,

Yedi renkli

Ruhun ruhumdaki parıltıyı emdi

Oyuklarında nefeslenip

Yarıklarından yol bulmuştum

Dönemedim geri

Rüzgârın uğultusuna karışan

Damlaların sesi

Ürpertse de içimi

Kaya altı sığlıklarına ulaşmak

Nefes kesici

Biriken yağmur suları

Nasıl da lezzetli

İçtikçe susadık aşkla

Kayaçlar kaygan

Hava nemli

Tek isteğimiz biraz güneşti

O ki, ısıtır, ışıtır

Hayat bayrağını dikince

Kalp kalesi kolay düşerdi



Kırmızı ateşti

Yeşil, cennet bahçesi

Gök, deniz mavi

Karışınca hepsi

Beyazdı ismi

O ki, masumiyet rengi

Saklamaz içinde günahı kiri

Siyah gibi

Ama bir ışık tayfıdır aşk

Kırıp geçirir renkleri

Ateşle cennet

Denizle hasret

Nefretle sevgi

O tayfla yer değiştirirdi



Ruhun ruhumdaki güneşi emdi

Yine de denizim ışıltılı

Gönlüm çiçek çiçekti



Elim eline kenetlenseydi

Hiç kaybetmezdik bizi

Karanlık kuytularda

Topraksız mağaralarda

Güneşsiz ormanlarda

Boy veren mantarlar gibi



Sel oldu sonra,

Galerilerinde mahsur bıraktı seni

Toprak kaydı

Güneş çekildi

Ben karanlıktan korktum

sen ışıktan

Yağmurlar kesildi sonunda

Ormanlarsa alev alevdi

Değirmeni döndürmeyen taşıma sular

kesmeyince kimseyi

Susuzluk baş gösterdi

Denize koştu herkes

Umuttu suyun kaldırma kuvveti

Kıyıda rüzgar yaktı

Susuz tenleri

Şimdi duyulan

Aç martıların çığlık sesleri

Bir de kaçışan balıkların tek sortide

Can verişleri



Güvertesiz vapurların koyu renkli camlarında

Tanıdık bir adam silueti

Sahi kimdi bu fersiz gözlerin sahibi

Yüzünde acının çizgileri

Mağaradaki gölgeleri izler gibi



Rüzgâr çanının ince sedefleri

Notaları karışmış bir şarkı söylüyor sanki

Işık mağaradan çekildiğinden beri

Her gün içinde yükseliyor melankolinin dikitleri

Hiç kesilmeyecek mi bu karanlık rüzgârın nefesi

HANDAN KILIÇ



Baby Reindeer Dizisi Üzerine Değerlendirmeler

  Afişiyle dikkatimi çeken bu diziyi, edebi zevklerine güvendiğim bir kaç arkadaşımın hikayesinde "çok etkileyici, bitince iki gün kend...