RÜSVAİ/ 2012

 Sinema Günlüğü yazılarına 42. film ile devam ediyorum. Bu gün sevgili deeptone'nun tavsiyesiyle izlediğim bir İran filminden bahsedeceğim. Rüsvai, Scandal ve Rezalet isimleri ile çevrilmiş. Dram ve tasavvuf türünde başarılı bir film. 

Sahte dindarlığa karşı duran görsel yapıtta, Orta doğu insanının dedikoducu, yargısız infazcı, toptancı karalamacı tavrını izliyoruz. Eğitim sistemlerinin eseri olarak sorgulamadan uzak yetiştirilen kişilerin birey olma lüksüne erişemeden yaşayıp göçtüğü topraklar burası. Bu nedenle hemen gaza gelip kitlesel hareketlerle insanların damgalandığı, bazen fiziki bazen sosyal ölüye çıkarıldığı, kolay yönetilen, etrafına maddi ve manevi büyük zararlar verenlerin yanlışı toplumdaki diğer fertlerle beraber yaptıkları için vicdan sorgulamasına girmediği, insanın insana acı çektirdiği topraklar. Çoğu zaman da bu hareketlerin din kisvesi altında yapılarak kutsalların arkasına sığınıldığı da hepimizin malumu. Filmi izlerken zihnimde hep İsmet Özel'in Sebeb-i Telif şiirinden şu mısralar dolandı durdu:

"Başkalarının aşkıyla başlıyor hayatımız 
ve devam ediyor başkalarının hınçlarıyla 
düşmanı gösteriyorlar,ona saldırıyoruz 
siz gidin artık 
düşman dağıldı dedikleri bir anda 
anlaşılıyor 
baştan beri bütün yenik düşenlerle 
aynı kışlaktaymışız 
incecik yas dumanı herkese ulaşıyor 
sevinç günlerine hürya doluştuğumuzda 
tek başınayız."  

Şairin bahsettiği mevzu derin, umarım bir gün bu topraklarda da anlaşılır birilerinin hınçlarıyla sürekli yenik düşenlerle aynı kışlaklara itildiğimiz. 

Filmde de güzel ve fakir bir kadının ailesine bakmak için verdiği mücadelede girdiği yanlış yol ve sesini duymadığını düşündüğü Yaratıcı'ya küskünlüğü işlenmiş. Kedinin uzanamadığı ciğere pis demesi gibi onu elde edemeyen erkeklerin attığı iftiralarla linç girişimine kadar varan olayları izlerken "Vurun Kahpeye"  filmini de düşündüm. Neyse ki, bu film o noktada dümen kırdı ve sonu benzeşmedi. 

Güzel ve yalnız kadınların çilesi aslında her yerde aynıdır. Girit'te çekilen klasik filmlerden "Zorba"da da genç ve güzel kadın dul kaldığında başına gelmedik kalmamıştı. Tabi bu durum orta doğuya komşu olan adalarda yüzyıl önce yaşanmıştı. 

Bir nevi kadına şiddetin göstergesi olan bu tavırlar az gelişmiş toplumlarda hele de taşrada çok sıkıntılı durumlara sebebiyet veriyor. Kadın cinayetlerinin çıkış noktası da bu mantık. Sebebi de bahsettiğim gibi birey olmayı becerebilmiş insanların az olması. Topluluk psikolojisiyle hareket edenlerin durup düşünmeden, dinin emri oku ve aklet uyarısına ters düşerek din adı altında menfaatlerine göre hareket etmesi. 

Filmde sağlam bir alt metin, iyi senaryo, başarılı oyunculuklar var. Bu nedenle daha fazla filme dair ipucu vermeden şiddetle tavsiye ederek satırlarıma son vereyim. Filmin devamı da çekilmiş bakalım onda da aynı başarı sergilenmiş mi, yarın da onu seyredelim:)

   Filmden bazı alıntılar şöyle:

"Allah’ım! Beni imtihan etmek mi istiyorsun?
Et, canım sana feda. Razı olduğuna razıyım.”

"Alim olmak kolay, adam olabilmek ise zordur"

"Bela ve musibetler insanın kötü amellerinin yansıması olabilir"

"Güzelliğin bedeli yalnızlıktır."

"İnsanlar ‘ne der’ diye değil de Allah ‘ne der’ diye düşünerek yaşanmalı" 

"Allah insanların hazırladığı dosyayı kabul etmez."

“Sizin asıl sorununuz din ve imanı benden almanızdır, din ve imanı kuldan değil, kaynağından almak gerekir azizim.”
   

SOSYAL MEDYADAN BAKMAK


Önceki günkü yazıda yolumuz yol değil demiştik. Şimdi devam edelim.

Sosyal medyada geçen sürede aslında kafa dağıtmak isterken dikkatimizi dağıtıyor, yer yer sinirlenip kıskanıyoruz. Evde kapalı isek, dışarıda gezenler gözümüze batıyor, diyette isek, yiyip yiyip kilo almayanlar canımızı sıkıyor. 

İnsan özünde her şeyin iyisi kendisinde olsun isteyen bencil bir varlık. Zaten bu yönlerimizi fark edip yontmak, kendimizden kendimizi doğurmak için okuyup gelişmek zorunda değil miyiz? 

Ama öne çıkan insanlar öyle çukurlaştı, dikkatleri öyle dağıttı ki artık herkes kendini onlara bakıp ermiş falan sanıyor. Hangi çileyi çektin diye sorsan on saniye açılmayan siteyi bekledim diyecek insanlar var. Sabır da, sevgi de, emek de, başarı da başarısızlık da her şey ama her şey internetimiz kadar hızlı anlam değiştirdi.

Mesela sosyal medya hesaplarımda sürekli takipçi isteği alıyorum. Kimmiş, neymiş diye bakıyorum, ya bir ürünü satan insanlar oluyor ya da parodi hesaplarla takipçi kasanlar. Gezdiği yerleri anlatan, yediklerini paylaşanlar da çok revaçta. Doğal olmak adına nezaketsiz, inceliksiz odunluklarını sunanlar da beğeniliyor. 

Her şey görmek ve görünmek olunca çoluk çocuk herkes kamerayı açıp canlı yayın yapıyor, kendince bir şeyler söylüyor. İşin ilginç yanı dinleyici de buluyor. 

Kitap okumayı sevip o alanda var olmak isteyen çocuklar da, internetin hızına yetişmek için daha okumadan, özümsemeden o kitabı tanıtma sevdasıyla bu alemde kendine bir mecra açmaya çalışıyor. Ama sonra Sait Faik'in Abasıyanık kitabı diyerek yaptığı yanlışla acımasız, üretmeden tüketmenin peşinde bir linç ekibinin hazır beklediği sosyal medyanın diline düşüyor. 

Yaptığı hataya gülenler acaba kaç kitabını okudu yazarın bilinmez ama herkes sadece gülmeyi ve para kazanmayı düşündüğü, kendinden kötülerin varlığını görüp vicdanını rahatlattığı için toplum olarak her gün daha aşağı çekiliyoruz. 

Bir de toplum içinde, gözünün önünde yaşanan her hadisede susmayı seçip buradan farklı isimler altında her şeye itiraz edenler var ki, "Aman sende"ci bu toplumda ölmemiş vicdanlarını susturmanın yolunu bu şekilde buluyorlar. Bir nevi nefes almaya çalışıyorlar ama üretime kötülüğe dur demeye pek de faydaları olmuyor.  

Sonra, duyduğumuz haberler tüylerimizi ürpertiyor. Ama içi boş ağaçlar çabuk devrilir. Kurtların kemirdiği hangi bitki yeşil kalıp çiçek açmayı başarabilmiştir, düşünmüyoruz.      

Çoluk çocuğun suçu yok. Herkes bu hastalığa tutulunca, kültürü video çekmek, canlı yayın yapmak sanmaları çok doğal. Onlar bu hayatın içine doğdular. 

Yayınevleri de ticari düşünmekte haklı. Sosyal medya fenomenlerinin popülerliklerinden faydalanmakta gecikmiyorlar. 

Kapağını açmadıkları kitapları tanıtanlarla doldu ortalık. O takipçi sayılarına nasıl ulaştığını kestiremediğim, "-de" yi ayrı yazamayan ama her gün başka, hatta bir kaç kitap tanıtan insanlar var. Ne vakit okudun, özümsedin, üzerine düşündün ve kendine yeni cümleler edindin de, diğer kitaba geçtin. Madem o kadar çok okuyorsun neden bu kadar kötü konuşuyor ve yazıyorsun? diye sormak kimsenin aklına gelmiyor. 

Zaten popüler kitapların okuyucularına bir şey demiyorum. Uyandım, osurdum vs edebimin müsaade etmeyeceği şeyleri yazıp müthiş yazar diye kendini tanıtan insanları okuyarak nereye varabilir bir toplum bilmiyorum. Zaten topluca bir digital çılgınlık, tanımlanamaz bir bıkkınlık, boş bir yorgunluk yaşadığımız şu günler nasıl bitecek artık kestiremiyorum. Bunu düşünen insanlar da umutsuzlukları heybelerinde yavaş yavaş kendine çekiliyor.  

İnsanı insan yapan asli kurucu kitaplar vardır. Ancak böylesi nitelikli bir okuma çabası ile, suretinde yaratıldığı insana yürür. Doğmak, var olmak değildir. Ontolojik olarak kendinden kendine yol bulmadan hiç bir yolculuğu bitiremez insan. Bu yolculuk meşakkatlidir ve bu gün de eğlendik hadi uyuyalım mantığı ile yürünmez. İnsanlık, dediğimiz şey uzun bir yolculuk. Vaktini sosyal medyaya harcamak da ben yoldan gönüllü çıktım şarkısını söylemenin başka bir şekli. 

Tarımın bittiği, dolayısıyla, kanserin, unutkanlığın, adını yeni duyduğumuz bir çok hastalığın yaygınlaştığı günümüzde nasıl parası ve imkanı olanlar köylere dönüp organik tarımla ilgileniyorsa kendini her türlü medyanın beyni felç eden saldırısından korumak isteyenler de, en azından akşamdan akşama kendince belirleyeceği bir süre bu mecralardan uzak durarak arınmalı. Kendine dair bir şeyler yaparak, pasif izleyici koltuğundan kalkıp kendi yolunda yürümeli ki, hayatının amacına doğru yol alsın. 

İşte ben de, blogların devri kapanalı çok olsa da, hala burada yazma inancımı kaybetmedim ama biraz daha fazla kendime vakit ayırayım, zaten yazsam da okuyan kaç kişi var, kaç hayata dokunabiliyorum blogta diye düşünüp uzaklaştım. 

Yoksa yazmaya kalksam, her güne düşen dert sayısında rekor kırdığım bir dönemden geçiyorum. Buraya yazmak yerine dertlerimi sabır sosu ile içimde dinlendiriyorum. Eğer şansı yaver giderse, bu günler günü geldiğinde kelimelere bürünüp yeni kitaplardan başını uzatıp gülümser size. 

Şansı yaver giderse diyorum, çünkü dünya var olduğundan beri kim bilir kaç kişi, nitelikli yazmasına rağmen hak ettiği değere ulaşamadı, o gün tanınanlar kaç nesil okundu, nasıl yaşadı, nasıl öldü bilmiyoruz. Aslında sosyal medya fenomeni kadar da merak etmiyoruz. İşte bunun adına da yaşamak diyoruz.

Kendinize fırsat verin, elinizdeki telefonları bir kaç saat bari kenara bırakıp aileden, işten, evden, çocuklardan arta kalan zamanda ki bu çok çok kısıtlı bir vakit oluyor, kendiniz için bir şeyler yapın. 

Hayatımızı israf etmeyecek kadar dolu yaşayabilmek umuduyla...

Not : Bu yazı ilk kez 1 Mart 2018 tarihinde kaleme alındı. O günden bu güne gerek sosyal medya gerek hayatımdaki zorluklar itibariyle güncelliğini koruması çok acı olsa da üzerine çok düşünülmesi gereken bir konu olduğundan yayınlandı. 

KİMLER GELDİ KİMLER GEÇİYOR


Merhaba,

Bloglara uğrayamayalı epey olmuş sağ olsun deeptone nun aklına gelmişim. Birinin sizi hatırlaması ne güzel bir şey. Teşekkür ederim kendisine. İdeal blogcu kendisidir. Hiç bitip tükenmeyen enerjisi ile bir insandan ziyade bir ekip olarak çalıştığını düşündüğüm olmuştur. Bir insan bu kadar şeye yetişemez çünkü. Ya da ne bileyim zaman tanzimi çok iyi, eli hızlı falan herhalde. 

O sıkı bir blogcu olarak her gün gezer buralarda ve yorumlar yazar. Bense o kadar yetişemiyorum hayata. Ara ara kopuyorum dünyadan. 

Kimler geldi kimler geçti diye derinlere dalıyorum. Epey zamandır da önceden arşive yüklediğim film yazılarını yayınlıyor, yeni yazılar yazmaya fırsat bulamıyorum. 

Uzak kalmamın elbette çeşitli sebepleri var. Bu aralar zor günler geçirdim, neler yaşadım anlatarak kimsenin canını sıkmak istemem. Ama galiba gönül yorgunluğumdan biraz dem vurabilirim. 

Hayat bana, bazı şeylerin şans eseri gerçekleştiğini öğretti. İstediğiniz kadar emek verin elde edemeyeceğiniz şeyler var. Analar tahtını yaparmış, bahtını değil diye boşuna söylememişler. İnsanın bahtı güzel olsun. Şimdilerde çocuğum, yeğenlerim falan akademik bir başarı ile gelince onlar için kurabildiğim tek cümle bu. Elbette tebrik ve teşvik ediyorum ama artık insanın emekle hak ettiği yere geleceğine inanmıyorum. 

Her gün daha da değişen değerler zincirimiz farkında olmadan kırılıyor. Böyle giderse gün gelecek kendimizi tanıyamayacağız. 

Ben yazı ile başkaları için ilgilenen biri değilim. Modasının çoktan geçtiğini bilerek blog yazıyorum. Ama tabi psikoloji de önemli. İnsan, emeğine karşılık şahit istiyor. Hepimiz bu her konuda fark edilmek istemiyor muyuz? Bir yemek yaptığımızda eline sağlık denmesini, övgüleri beklemiyor muyuz? Amacımız sevdiklerimizin karnını doyurmaksa bunu zaten yiyerek yapıyorlar ama güzel yorumlar bize yorgunluğumuzu unutturuyor değil mi? 

Gönül verdiğim, kendimce okumalar ve çıkarımlar yaptığım edebiyat da meşakkatli bir yol. Bu yolda yürüyenlerin de görülmeye, alkışlanmaya ihtiyacı var elbette. 

Düşünsenize, koskoca evren bile, biz Yaratıcı'sını merak edelim, fark edip onu tanıyalım diye yaratılmamış mı? O nedenle "Yazmak için yazıyorum, sanat için sanat yapıyorum"lara pek itibar etmiyorum. En basitinden şöyle düşünelim: Bunu söyleyenler nerede ifade ediyor, röportajlarda değil mi? Eeee, röportajlar nerede yayınlanıyor. Boy boy resimleri görünmemek için mi veriyorsunuz. O gazeteciler nelerle ilgileniyor. Sorular arka arkaya böyle gider. Öyleyse herkes şahit peşinde ama nasibinde olan bunu buluyor, diğerleri kaderine küsüyor.  

Bu gün ortam iyice yozlaştı. Gerçek akademik başarılar mı daha çok gündeme geliyor yoksa "Hellööö" diye çıkıp videolar çeken vasıfsız insanlar mı daha fazla dikkate alınıyor, ortada. Kimi ne salak, kimi ne tatlı demek için bu videoları izliyor. Kimi eleştiriyor, kimi özeniyor. İzlenme sebepleri onları ilgilendirmiyor ama tıklanma sayıları sayesinde işi ticarete döküyorlar. Böylece kolay yoldan para kazanıyorlar. Tıpkı bir zamanın topçu, popçuları gibi. 

Elbette hepimiz, sık sık her şey para değil deriz ama para da sağlık gibi varlığının kıymeti yokluğunda belli oluyor. Kolay yoldan para kazanan bu insanlar istedikleri gibi dünyayı gezip farklı vizyonlar ediniyor. Dilediklerini yiyip güzel evlerde oturuyor. Sahip oldukları imkanlara kimse kolay kolay çalışarak sahip olamayacağından gençlerde özenti başlıyor. Zaten aileden gelen ekonomik refah seviyesinin % 2.5 olduğu bir ülkede yaşıyoruz. İş böyle olunca gençler de kolaya kaçıyor. 

Eskiden değerleri önceleyen, kalıcı olana, öze kıymet veren büyükler de rahmetli olup, onların yerine kalanlar, biz süründük bari onlar gün yüzü görsün diyerek çocuklara destek oluyor. Böylece herkes şöhretin, paranın peşine düşüyor. 

Kalem, dergi, üstat devri bitti. Herkes göstermenin peşinde. Belli bir takipçi sayısına ulaşınca tabi oradan buradan kopyalanıp yapıştırılarak oluşmuş kitapları da piyasaya çıkıyor. 

Beğeni sayısı düştüğünde intihar eden ya da öldü haberleri çıkartıp dikkat çekmeye çalışan çocuklar var. Bunları beğenelim ya da beğenmeyelim seyrederek, hem zaten zor olan hayatta kendimizle kalacağımız kısa vakti harcıyor, günü tüketiyoruz hem de gençlerin prim peşinde harcanan ömürlerini fark etmelerini engelliyoruz. 19 yaşında çocukların, bu uzun(!) hayatlarını film yapmalarını alkışlıyor, ömrünü hayırlı ve faydalı işlerde başarılar kazanarak geçiren insanlarımızı pas geçiyoruz. 

Ben ikisinden de değilim. Ama insanın bir yolcu olduğu bu alemde önce kendini sonra da bu evreni keşfetmek için var olduğunu düşünen bunun için kendine ve insanlara emek veren biriyim. Okuyan, düşünen, akletmeye çalışan, fark ettiklerini paylaşmaya gayret eden biriyim. 

Ama tabi artık kimsenin bu incelikli şeyleri düşünmeye, okumaya vakti olmadığını biliyorum. Lakin toplum olarak kendimize yazık ettiğimizi düşünüyorum. 

Yolumuz yol değil yani. Hatta kendimiz seçtiğimizi sandığımız bu yol bizi nerelere götürür bir düşünelim.

Yarın devam edelim. Herkes kara cumanın peşindeyken biz bunu düşünelim desem kaç kişi ses eder:))



KOR / 2016 / ZEKİ DEMİRKUBUZ









41. Film 

Bu gün hazır Ufak Tefek Cinayetler günü (sahi neler oluyor haftalardır seyredemedim) moroccom un blogunda da bu filmi görünce popüler dizinin Merve'si, Aslı Gürbüz'ü izleyeyim dedim. 

Yönetmen Zeki Demirkubuz'un ustalığı zaten tartışmasız ve oyuncu seçimleri karakterler için cuk oturmuş olunca yine iyi bir film ortaya çıkmış. Hem sosyolojik hem psikolojik açıdan güzel tahliller yapılmış. 

Merak edenler konusuna ve filme her yerden ulaşabilir. 

Filmin bana bıraktığı kadim sorulara gelecek olursak; kadınlar ne ister, aşk mı, güven mi, sevgi mi? Neye değer verir? Değerlerini nerede yıkar geçer? Kendi halinde yaşayan bir kadını ne baştan çıkarır? diye arka arkaya dizebilirim.

Ve tabi daha önce bir yazımda da bahsettiğim gibi kadınlar aşık mıdır yoksa maşuk mu? sorusu var.

Filmin cevabı son derece gerçekçi; kadınlar her ne kadar sevgiye, aileye, emeğe değer verse de asıl istedikleri aşkla sevilmek. Hani o kısa süren, herkesi ele geçirebilen büyülenme halinin içine düşmek. Bir erkeğin gözünde o ateşi yakabildiğini görmek. Böylece kendi varlığını anlamlandırmak... Yaşadığını hissetmek, sönen ışığının parlaması... 

Peki ya erkekler ne istiyor? Madem kadınlar için cevaplar acımasızca veriliyor, o zaman erkeklere de aynı acıtan dürüstlükle yaklaşalım. Zevkler ve renkler değişse de herkesin bir güzeli vardır ya hani işte erkekler de kendilerini çeken bir güzelliğin peşinden gidip elde etmek istiyorlar. Ve bunun için hiç bir masraftan kaçınmıyorlar. Hatta bazen aşıkmışcasına güzel sözler ederek kadınları kendilerine bağlıyorlar. 

Hedeflerine ulaştıktan sonra ise o kısa büyülü birliktelik zevkle yaşanıyor. Sonrası... Sonrası, herkes için hüsran... 

Aşk ne kadar güzel bir duygu olsa, içindeyken insanı bulutların üzerine çıkarsa da, sonrasında yere çakılış da o kadar sert oluyor. Ve birlikteliği ayakta tutacak başka dinamikler yoksa herkes bir yana savruluyor. Hatta bu savruluş bazen aynı evin içinde yaşanıyor.      

Çocuklar... Onlar arada derede büyüyor. Merkezde durduklarından haberleri olmadan savruluşun ipini tutup gönülleri nerede ve kimde olduğu belirsiz anne ve babaları uzun vadede birbirine hapsediyor. 

Alain De Botton haklı galiba: "Doğru insan diye bir şey yoktur, biraz yakından bakınca herkes biraz sorunludur." 

Zeki Demirkubuz filmleriyle can yakmaya devam ediyor.

YARATMA CESARETİ

Bu gün yazmak üzerine düşünenler için de önemli gördüğüm aslında sanatın her dalı ile ilgilenenler için mutlaka okunması gereken bir kitaptan bahsetmek istiyorum. 

Öncelikle kitap konusunda çevirmenin bir notunu aktarayım:
"Bu kitap topluma hitap etmez. Okurunu oldukça bireyleşmiş kişilerden seçmek zorundadır."

Bu nedenle ilgilisine zevkli gelecek bu eserin kolay akmadığını belirteyim. Çeviri metin olması hasebiyle iyi bir çevirmene denk gelinmiş olması, çevirmenin(ALPER OYSAL) uzun bir sunuş yaparak kitabı ve yazarını tanıtması ise bir şans.

Kitabı kısaca özetleyecek olursam şöyle diyor: 

İnsanlar, normal ve anormal (psikolojik hastalık sahibi) olarak ikiye ayrılıyormuş gözükse de bir grup daha vardır ki, yeniden meydana getirme yetisine sahip olan sanatçılardır. Bazen sanatçıların çılgınlıkları nevroz ya da şizoid görüntüsü verse de bu özel yeteneklerinin ortaya çıkmasıdır. Onları sevelim.

Sanatın hangi dalı ile olursa olsun ilgilenen herkese tavsiye edeceğim bu kitabın tanıtımı için biraz detaylı bilgi verecek olursak: 

Kitap 1975 yılında Amerikan varoluşçu psikoterapisinin önemli temsilcilerinden aynı zamanda kendisi de sanatçı olan Rollo May tarafından kaleme alınmıştır.

Varoluşçu psikoterapi insan üzerinde çalışırken onu parçalara bölmeyen ve insanlığını bozmayan bir bilimin olanaklılığı varsayımına dayanır. Teknik kullanmaktan hoşlanmayan varoluşçu psikoterapistler “hastadan hastaya ve tedavinin her safhasında değişebilecek” bir tavır izler.

Yazar bu kitabın adını bulurken esinlendiği eserin PAUL TİLLİCH’in THE COURAGE TO BE = OLMA CESARETİ olduğunu memnuniyetle belirtiyor.
Cesaret nedir sorusuna şu cevabı verebiliriz: umutsuzluğa rağmen ilerleyebilme yetisidir.

Cesaret Çeşitleri’ne gelirsek:
1-Fiziksel Cesaret
2-Moral Cesaret
3-Toplumsal Cesaret
4-Cesaretin Paradoksu
5-Yaratma Cesareti

Yaratma cesaretine sahip olanların dine karşı bir başkaldırı içinde oldukları sanılabilir. Bu bir paradokstur ama dinde en büyük değer kazananlar dalkavuklar ya da statükoya en sıkı sarılanlar değil başkaldıranlar olduğu, tarihte ermiş ile başkaldıran insanın ne kadar sık aynı kişide birleştiğinden anlaşılabilir. Sokrates, Hz.İsa gibi.

Psikanalitik çevrelerde yaratıcılığın sık kullanılan tanımı; egoya hizmet eden bir gerilemedir. Ancak yazar empatik yaklaşmayı benimsediğinden özde nevrozun bir dışavurumu olarak kabul etmiyor. Yaratıcılığın kendi özel kültürlerinde ciddi psikolojik sorunlarla bütünleştiği muhakkaktır diyerek Van Gogh çıldırıya kapıldı. Gaugin içe kapanık (=şizoid)ti, Poe alkolikti, Virgina Woolf ciddi bir çöküntü içindeydi örneklerini sunuyor. Bu durumların yaratıcılığın nevrozun ürünü olduğu anlamına gelmeyeceğini belirterek ikilemden bahsediyor. Yani bu yazarların nevrotik durumları tedavi edilse artık yaratma yetilerini kayıp mı edeceklerdir sorusu zihinleri tırmalıyor. Ve kendisinin de sanatçı olması hasebiyle empati kurarak yeteneğin hastalık, yaratıcılığın nevroz olduğu fikrine karşı durarak kitap boyunca sanatçıların özel insanlar olduklarını ispata çalışıyor.

YARATICI SÜREÇ

Bu bahse gelindiğinde şöyle bir sıralamaya gidiliyor:
-Karşılaşma. İradi ya da gayri iradi olabilir lakin yoğunlaşmanın sonucudur.
Kaçak yaratıcılık diye adlandırılabilecek bir durum vardır. Burada sanatçı muhteşem bir karşılaşma yaşamaz yeteneği vardır ve bir şeyler meydana getirir. Bir de tersi vardır, yani yetenek değil karşılaşma etkindir. Mesela Amerika’da yüksek düzeyde yaratıcı simalardan biri olan romancı THOMAS WOLFE’un YETENEKSİZ DAHİ olduğu söylenmiştir.Onu böylesine yaratıcı kılan, kendini malzemesinin içine tümüyle fırlatması ve bunu söylemek için gösterdiği mücadeleydi, yani büyüklüğü karşılaşmasının yoğunluğundan geliyordu.

Bu nedenle has yaratıcılığın yoğun bir farkındalık, bir bilinç artışı ile nitelendiğini belirtir. Önemli bir nokta da farkındalığın daha derin yanlarına ulaşmak için kişi kendini karşılaşmaya tam teslim etmelidir. Ancak bu hal sarhoşlukla ya da vitalite(=canlılık, dirilik, yaşam enerjisi) ile karıştırılmamalıdır. Bir nevi vecd halidir. Gerçekten de bir nesneyi ona duygulanımsal bir bağlanışımız olmadan göremeyiz. Bu gerekçe en iyi biçimde vecd durumunda geçerli olabilir.

Herhangi bir tarih döneminin psikolojik ve tinsel mizacını anlamak istiyorsanız bunu sanatın derinlerinde aramaktan daha iyisini yapamazsınız. Dolaysız biçimde eserlerine sembollerle yansır bunlar didaktik ifadelerle olmaz yoksa propaganda vb. hatalara düşülerek verilen eserlerde o ölçüde ifade gücü kırılır, kültürün bilinçdışı düzeyleriyle olan ilişkileri tahrip olur. Dönemsel özellikleri en iyi sanat eserlerinde bulmamızın sebebi de sanatın özünün sanatçıyla dünya arasında güçlü ve canlı bir karşılaşma olmasıdır.

BİLİNÇDIŞI: Bireyin gerçekleyemeyeceği veya gerçeklemeyeceği eylem ve farkındalık gizilgüçleri olarak tanımlıyor yazar.

BİLİNÇDIŞI VE YARATICILIK: Bu durumun aşamaları şöyle sıralanabilir:
1- Zihinde şimşek çakar.
2- Çevresindeki her şey aniden canlılık kazanır.
3- Kavrayış hiçbir zaman ıskalayan ya da denk gelen bir şey değil, kavrayışın belirişi asıl unsurlarından biri de kendimizi verişimiz, bağlayışımız olan bir model uyarınca gerçekleşir. Bu hamle sadece “oluruna bırakarak”, “işi bilinçdışının halletmesine bırakarak” çıkıp gelmez. Kendimizi en yoğun biçimde bağladığımız alanlardaki bilinçdışı düzeylerden doğar.
4- Kavrayışın çalışma ve gevşeme arasındaki bir geçiş anında gelmesi; iradi çabanın kesintiye uğradığı ara zamanlarda olması da dördüncü aşamadır.

Psikolog POİNCARE şu soruyu soruyor: Fikirler ileri fırladıktan sonra zihinde neler oluyor? Cevabı özetlersek bu deneyimin özniteliklerini şöyle sıralarız;
1- Aydınlanmanın birdenbireliği
2- Kavrayışın kişinin kuramlarında bilinçle sarıldığı şeye karşı çıkıp gelişi; bir bakıma da ona karşı gelmek durumunda oluşu
3- Olayın ve onu sarmalayan sahnenin capcanlı oluşu
4- Kavrayışın az ve özlükle ortaya çıkan dolaysız kesinliğinin yaşanması
5- Konu üzerinde bilinçdışı hamle öncesinde harcanan yoğun emek
6- “Bilinçdışı emeğe” kendi başına öne çıkma fırsatının verildiği ve ardından bilinçdışı hamlenin oluşabileceği bir istirahat (ki daha genel olan meselenin özel bir durumudur)
7- İstirahat ve çalışmayı değiştirip durma gerekliliği
İnsanın bu süreçte yapacağı hatalardan biri tek başınalığın kaygısını sürekli kışkırtılan oyalanma ile önlemek olur. Bilinçdışından gelecek kavrayışları yaşamımıza alabilmek için kendimize tek başına olabilme yetisini kazandırmak zorunda olduğumuz aşikardır.
Yaratıcı karşılaşmanın muhteşem örneği iki sanatçının yaptığı bir çalışmada verilmiştir. Yazar JAMES LORD ressam ALBERTO GİACOMETTİ’ye poz vermiş ve eserin çizimi esnasında ressamın yaşadıklarını açık açık anlatmıştır.

YARATICILIĞIN SINIRLARI:

Yazar, “insanın olanakları sınırsızdır” tezine katılmıyor ve bunun şevk kırıcı olduğunu söylüyor. Bu birini kayığa oturttuktan sonra “Hadi bakalım, tek sınır gökyüzü!” diyerek İngiltere’ye doğru okyanusa itmeye benzer diye ekliyor.
Oysa kayığın içindeki diğer kaçınılmaz sınırın okyanusun dibi olduğunun da pek tabi farkındadır. Bu da bize sınırların sadece önlenemez değil bir de değerli olduklarını gösterir. Yaratıcılığın kendisi sınırları gerektirir; çünkü yaratıcı edim insanı sınırlayan şeyle birlikte ve ona karşı ortaya çıkar. 

Hasıl-ı kelam; sanat eserinin özgün olabilmesi için karşılaşmadan doğması, yeterince demlenmiş duygu yoğunluğunun olması, bilinçdışını harekete geçirmesi ortaya çıkanın biçimle sınırlanması ama sınırların tutkuların denetiminde biçimlendirilmemesi gerekir.
Yaratıcı süreç biçim için duyulan bu tutkunun dışavurumudur. Parçalanmaya karşı bir mücadeledir yaratıcı süreç: Uyum ve bütünleşmeyi doğuracak olan yeni varlık türlerinin varoluşa getirilmesi mücadelesi.

Platon’un bize özet olacak çarpıcı bir öğüdü var:

Bir yolu hakkınca yürümek isteyen biri gençliğinde güzel biçimleri ziyaret ederek başlamalı; eğer ilk başta eğitmeni tarafından yolu ona bu güzel biçimlerden sadece birini sevecek şekilde doğru olarak gösterilirse, bu tek sevilenden doğru ve güzel düşünceler yaratacaktır; ve sonra o tek olanın biçiminin güzelliğinin bir diğerinin güzelliğine benzer olduğunu ve her biçimdeki güzelliğin tek ve aynı olduğunu kendi kendine algılayacaktır.

Kısa alıntılarla bahsettiğim kitap defalarca okunabilecek önemli bir eser. İlgililere tavsiye ediyorum.


İNSAN NE İLE YAŞAR/ MİM


Kahve telvesi beni bu soru ile mimlemiş. Bu ilk mimlenişim. İnsan ne ile yaşar deyince aklıma hep yukarıda paylaştığım Barış Özcan tarafından bir kısmı seslendirilmiş hikaye kitabı gelir. Tolstoy'un kitapta verdiği ve kalbime değen cevap ise insan ancak inançla, aşkla yaşar. 

Dünyada her şey gelip geçiyor. Değişim hayatın en değişmez kuralı der dururuz. Mevsimlerden yaşımıza, bakışımızdan tutkularımıza, hayallerimizden heveslerimize her gün her şey değişir. Hatta hayatımız adeta her gün sayfanın değiştiği, ilerlediği bir defter misali elimizdeki tek sermayemizdir. Sayfa sayısını bilmediğimiz her an elimizden alınabilecek bu varlığı güzelleştirmek, süslemek de bizim elimizdedir. 

İnsan bitmez tükenmez bir sevmek ve bağlanmak duygusu ile doludur. Bu sevmeler çok çeşitli olabilir. Herkes kendince o boşluğu doldurmanın peşindedir. Birini, bir şeyi sevmenin izini sürerken o aşk boşluğunu mutlaka bir şeyle dolduracaktır. 

Şanslı ise bir gün gerçek bir aşka düşecek ve nasıl derin bir duygu olduğunu, zihnini, bedenini nasıl sardığını, bu güne kadar sevdim sandıklarını nasıl da sıradan bir duygu ile hayatına aldığını anlayacaktır. İşte o noktada yani aşkın nasıl olması gerektiğini hissettiğinde ona bu duyguları vereni de nasıl seveceğini öğrenecektir. O zaman bu hediyenin, aşkın, acı değil ona uğramış en güzel konuk olduğunu anlayacak ve kalbini gerçek sevgiye açacaktır. 

Bazen ona bu duyguları yaşatanın bile karşısındakinin içinde yaptığı devrimden haberi olmayacak, o bir yerlerde kendi hayatını yaşarken diğeri sevdanın çetin yollarında yürüyecektir. 

Aşk tek kişilik midir, iki kişilik midir, hangisi daha zevklidir bilmiyorum ama önemli olanın insana yaşattığı ruh hali olduğunu, genelde aynı zamanda aynı dozda karşılıklı kesişme kümesinin nadiren gerçekleştiğini, o kesişim kümesinin çok kısa bir zaman dilimi olduğunu biliyorum. 

Bu nedenle insan sevgi ile yaşar, bir canlıyı severek insan olur, bir kişiyi severek insanlıkta aşk merdivenine tırmanır diyorum. Sonsuzluğa dayadığı merdivenin basamaklarında da hep aşk vardır. Aşk ile yaptığı her şeyde iyi bir sona ulaşır. İnsan aşkla yaşar ve aşık olduğunu nasıl severse ona bu hayatı hediye edeni de öyle seveceği bir yolculukla yaşamına devam ederse huzurlu olur. 

Huzur, bu gün sürekli pompalanan ve olmak zorundaymışız gibi lanse edilen mutluluk değildir. Çok daha derin bir duygudur. Yokluğa yerinmeden, varlığa sevinmeden, vicdan denen terazi ile her şeyi tartıp günün sonunda yastığına başını gönül rahatlığıyla koymaktır. 

Umarım bir gün hepimiz hayat dağının zirvesinde gerçek aşkın baş döndürücü lezzetiyle içimizdeki bütün boşluklar, açlıklar, eksiklikler dolmuş iken o huzuru yakalarız.    

Geceye Pink Martini'den bir aşk şarkısı bırakalım, mimi de her kim yapmak isterse buyursun diyelim...


Şarkının Türkçe Çevirisi şöyle...
https://lyricstranslate.com/tr/amado-mio-sevdice%C4%9Fim.html

Sevdiceğim

Sevdiceğim
Beni sonsuza dek sev
Ve sonsuzluğun bu gece başlamasına izin ver
 
Sevdiceğim
Biz birlikteyken
Bir hayal dünyasındayım
Tatlı bir sevincin olduğu
 
Çoğu kez fısıldadım
Sevdiceğim
Bu sadece bir cümleydi
Oyunlarda duyduğum
Ben sadece bu kısmı canlandırırdım
 
Fakat şimdi fısıldarken
Sevdiceğim
Umursamadığımı söyleme
Duygularım burada
Çünkü artık bu benim kalbimden geliyor
 
Seni hep istiyorum
Seni seviyorum sevgilim
Sana sarılmak istiyorum
Ve sıkıca sarmak
 
Sevdiceğim
Beni sonsuza dek sev
Ve sonsuzluğun bu gece başlamasına izin ver
 
Çoğu kez fısıldadım
Sevdiceğim
Bu sadece bir cümleydi
Oyunlarda duyduğum
Ben sadece bu kısmı canlandırırdım
 
Fakat şimdi fısıldarken
Sevdiceğim
Umursamadığımı söyleme
Duygularım burada
Çünkü artık bu benim kalbimden geliyor
 
Seni hep istiyorum
Seni seviyorum sevgilim
Sana sarılmak istiyorum
Ve sıkıca sarmak
 
Sevdiceğim
Beni sonsuza dek sev
Ve sonsuzluğun bu gece başlamasına izin ver
Ve sonsuzluğun bu gece başlamasına izin ver
Ve sonsuzluğun bu gece başlamasına izin ver

ÇOCUK KİTABI DEYİP GEÇME OKU



Hayatın temeli sevgidir. Herkes hayatı boyunca yüreğine eş bir yürek arar durur. Ancak asli ihtiyaçları zamanında ailesi tarafından karşılanmayan çocuklar, bedenen büyüseler bile hep açlığını çektikleri sevgi ve şefkatin izini sürerler. Çoğu zaman da, gerçeği ile sahtesini ayıramadıklarından bu arayış boşa çıkar. Böylece toplumun temel taşı birey mutsuz, güvensiz, empatiden uzak, nefreti kendine silah yapmış bir varlığa dönüşür

Günümüzde ebeveynler, maalesef ki, çalışma hayatının yoğunluğunu bahane ederek ne kendileri ne birbirleri ne de çocukları ile yeteri kadar ilgilenemiyor.
Dolayısıyla yalnız bireyler kadar “yalnız çocuk”lar da çoğalıyor. Bu durum ileride acısını fena halde yaşayacağımız, belki de bu gün dehşetle okuduğumuz haberlerden de anlaşılacağı üzere o kötü günlere erkenden vardığımız büyük sorunlara gebedir.

Bu gün uzmanlaşma ile birlikte doğal yeteneklerini geliştirmeyen ve her şeyi başkasından bekleyen insanlar, vaktinde vermedikleri zaman ve sevgiyi daha sonra bin bir zahmetle maddi-manevi yıpranmalar yaşanarak telafiye çalışmaktadır. Sorunlar kar topu gibi büyüyüp de anne babanın çözemeyeceği bir hal alınca da psikologların, diyetisyenlerin kapıları aşındırılmaktadır.

Bu sorunların farkına daha kolay varmak için yönümüzü çocuk edebiyatına çevirmekte fayda var. Gerçi Cemal Süreya çocukların da tıpkı büyükler gibi her şeyi anlayabileceğini söylemiş ve çocuk edebiyatı kavramına karşı çıkmışsa da bu gün bu konuda ciddi bir sektör olduğu inkar edilemez.

Böyle bakınca, yazarı “Yüreğinin Götürdüğü Yere Git” kitabını da kaleme alan, Susanna Tamaro olan Tombul Yürek mutlaka okunması gereken bir kitap

Kitabın arka kapak yazısı şöyle:


“Michele şişman bir çocuktur, ya da en azından onu ne olursa olsun zayıflatmaya karar vermiş olan annesi böyle düşünmektedir. Zavallı Michele'nin yaşamı bitip tükenmek bilmeyen cezalar ve diyetlerle geçmektedir. Onun en yakın arkadaşı olan evin buzdolabı Buzz, Michele'ye şövalyelik ünvanı verir ve onu Şövalye Tombul Yürek, Muhallebi ve Simit Markisi olarak adlandırır. Annesinin zoruyla Sıska Hamsiler Kliniği'nde kalmak zorunda olan ve buranın şişman çocuklar için bir hapishane olduğunu anlayan Michele, bu şövalyelik ünvanını kullanarak klinikten kaçar. Anneannesinin evine giden yolu ararken ormanda yolunu yitiren tombul çocuk, konuşan bir Sansarcık ve sahibi Bay Kakkolen ile karşılaşır. Başarısız bir mucit olan Bay Kakkolen Michele'nin bir kahraman olmasını ve şövalyelik ünvanını gerçekten hak etmesini sağlar.”

İşte konusu kısaca özetlenen bu kitapta önemli sorunlara parmak basılmakta, olaylara sekiz yaşındaki yalnız bir çocuğun gözünden bakılmaktadır.

Mesela kitabın bir yerinde şu ifadeler geçmektedir:


“Şu dünyada esrarlı mı esrarlı bir durum vardır da en önemlisi şudur: Çocuklar, büyüklerin ne istediklerini her zaman anlarlar; ama büyükler, çocukların ne istediklerini hemen hemen hiçbir zaman anlayamazlar. Daima çocukların şunu ya da bunu istediklerini düşünürler, oysa bu doğru değildir. Çocuklar sadece nazik davranmak için onlara boyun eğerler, ya da boyun eğmiş gibi yaparlar.”

Tekrar söylüyorum: Kitabın üzerindeki 7+(kız-erkek) uyarısına aldanıp bu kitabın sadece çocuklara yazıldığını zannetmeyin.


Hayallerini ve rüyalarını kaybeden insanları, yani anne ve babaları, daha sağlıklı çocuklar yetiştirmeleri için normalleşmeye davet eden kitabı mutlaka her anne baba okumalı. Hatta içindeki çocuğa sarılmak, insanı anlamak isteyen herkes talibi olmalı diye düşünüyorum.
Çünkü kitaptaki şu tespit çok yerinde: “Hiçbir ana baba çocuğundan hoşnut değil. Kimi çok yiyor, kimi çok aç, kimi çok konuşuyor, kimi suskun, kimi bulutları seyretmekten hoşlanıyor, kimi gözlerini bir kez bile yukarı çevirmiyor. Anlayacağın bugünün dünyasında yolunda giden hiçbir çocuk yok.”


Bu kitabı ilk kez okuyup bitirdiğim gün BAŞLANGIÇ adlı sinema filmini izlemiştim. Kitap ve film öyle güzel zihin yap-boz'umda yerini bulmuştu. Bu ayrıntıyı da vermek istedim. 

İzlemeyenler için iyi bir film olduğunu belirteyim ve konuya tekrar döneyim:


Sevgi, emek ister ya, kalbi dolduracak gerçek sevgiye giden yolda kendi sevgi depolarımızı dolu tutalım, hayallerimizin peşinden koşmayı ihmal etmeden, güzel rüyalardan güzel sabahlara uyanalım ki, sevgi dolu nesiller yetiştirebilelim.


Bu gün topluma hakim olan nefret dilini düşününce söylediklerim bir ütopya gibi gelebilir. Ama doğrular değişmez. Sevginin katına daha hızlı yükselebilmek için aklımızı başımıza almamız gerek. Belki de bu günkü gibi duvara toslamamıza az kalmış olması bir umuttur. Düşecek bir yer kalmayınca mecburen yönümüzü yukarı çevireceğiz. İşte o zaman bu kitaplar bize güç verecek.


Sevgi duygusunu yaşayan bir toplum için tek yol, başta kendimizi, içimizdeki çocuğu sevmek, sonra da kendi çocuklarımızdan başlayarak tüm çocukları bağrımıza basmaktır.


Keyifli okumalar, iyi seyirler.


SİNEMA GÜNLÜĞÜ 9

Bu gün sinema günlüğümüze Türk Sinemasından örneklerle devam edelim.  

38-ZOR YILLARIN KAYIP ÇOCUKLARI 


Bahçeşehir Üniversitesi İletişim Fakültesi tarafından yapımcılığı üstlenilen film belgesel drama türünde. Pek de bilinmediği için diyalogları güzel bu filme biraz yer ayırmak istiyorum.

Darbelerden darbe yemiş ailelerin çocukları kolay kolay kendi toplayamaz. İki farklı yol seçerler. Ya anne babaları gibi mücadele ruhunu yaşatırlar ya da bunlara değer miydi diyerek apolitik bir tutum geliştirirler. Bu kişilerin karakterleri ile ilgilidir. Filmde de bu iki karakterin geçmişle hesaplaşması var. Kayıp çocuklar ibaresi bilinçli ve yerinde bir seçim. Bu acılar kolay unutulan travmalar değil. Anne babası ölmüş, yıllarca hapsedilmiş, çıktığında sağlığını kaybetmiş ya da gördüğü işkenceler yüzünden akıl sağlığını kaybetmişse o çocuklar için hiç bir şeyin öneminin kalmadığı görülüyor. Sinematografik açıdan çok başarılı bulmayanlar olsa da, değindiği konularla yüreğe değiyor.

Bu konuyla ilgili okuduğum bir kitabı da herkese tavsiye ederim . Çünkü bu acılar bizim gibi ülkelerde sık tekrarlanıyor, geleceğimiz olan çocuklar kayboluyor. Fiziki kayıpların yanında ruhen kaybedilmiş her genç/insan toplum huzuru için bir tehdittir. Hem suçun ve cezaların şahsiliği vardır, kimse anne babasının hatası yüzünden sorumlu tutulamaz. Bu yaraları saracak yine toplumun bireyleridir. Ama bu ihmal edilirse onulmaz yaralar açılacaktır. 
"Bir öpüp koklasaydım"  adlı kitabı instagram hesabımda tanıtmıştım. Empati yeteneğinin geliştirilmesi için okunmalıdır diye düşünüyorum. 
Şimdi sıra notlarda:

-Uyku anne gibidir.
-Söylediğin her şeyi süslemeye mecbur musun?
-Marifet farkında olmaktır.
-Her zaman her yerde eğreti duruyorsun, yerini yadırgıyorsun.

-Üniversiteye neden gitmedin? İddialı bir yaşamım olsun istemedim. 
-Yazı, yalnızlığı silmez, besler. 

-Bunun bütün güzelliği, hissettiklerimizle bu yaşadığımız şey arasındaki çelişkide. (Kadın sarılmak istiyordur) 

-Bizden beklentiler çok fazla, biz bunun altında ezildik. Çabuk büyüdük. 

-Evde hiç masal kitabı olmadı. İlk masalımı ortaokulda okudum. 

-"Sev beni, bir insanlık ayıbını örter gibi". 

Amin Maolouf, Ortadoğu insanını şöyle tanımlamış. "Her şeye üzülen ama hiç bir şeyle ilgilenmeyen insanlar."       

Muassır medeniyet seviyesine ulaşmak istiyorsak, kutuplaşmadan karşımızdakinin insan olduğunu unutmadan, haklarına saygı duyarak yaşamalıyız. Yoksa coğrafya kaderdir diyerek göçüp gideceğiz. 

39-BU SON OLSUN 





Kara mizah olarak çekilen bir başka darbe filmi, 1980 darbesinin faillerinin yargılanmaya başladığı zamanlara denk gelen çıkışıyla dikkat çekmişti. Yalnız bu film bana epey uzun ve eğlenceli geldi. İnsanın darbe iyi ki yapılmış evsizler başını sokacak bir dam bulmuş, karınları doymuş, insanlar da tutuklanarak kardeşlik tesis edilmiş, epey kaynaşmışlar diyesi geliyor. Öyle ki, hapishanedekiler birlikte güzel vakit geçirmiş, maçlar yapmış bazıları bir iki kere tokat yiyerek hırpalanmış, darbe darbe dedikleri bu muymuş dedirtiyor izleyene. Hele en sonunda sokakta yaşayan bir adamın yaptığı planla müdürü katakulliye getirmesi ve tüm tutukluların elini kolunu sallaya sallaya hapishaneden kaçması var ya mutlu son bu olmalı diyor insan. Tabi senarist bu toplum mutlu sonları çabuk unutur, ajitasyonu da sever mantığı ile film içinde pek yer vermediği drama unsurunu son sahnede öne çıkarıyor. Hapishaneden çıkanlardan darbeden önce birlikte yaşayan ve evlilik hayali kuran sevgililerin ölüm haberini Cumhuriyet Gazetesinin manşetinden perdeye yansıtarak epey eğlendirdiği seyirciye bir darbe indirip devreye Cem Karaca’yı sokuyor ve o muhteşem ses “Bu gün sen çok gençsin yavrum” diyerek şarkıya giriyor. Parçanın yorum başarısıyla bu son olsun diye diye salondan çıkarken türü komedi olan filmden size boğazınızda bir yumru kalıyor.oyunculukların gayet iyi olduğu filmde, görselliğin de başarılı olduğunu belirtmek gerek. Üniforma üstünlüğünün kabullenildiği o günler de bir hapishane müdürü ve oraya atanan asker üzerinden iktidar mücadelesi, kraldan çok kralcı tavırların gardiyanlara kadar sirayeti perdeye güzel yansıtılmış. Ama eksik olan bir şeyler var filmde; mizah –drama dozunun ayarlanmamış olması belki de bu eksikliklerin en önemlilerinden.



Bu toplum niye kitap okumuyor veryansınlarında sözlü gelenekten gelen tarihi yapımızın yanında büyüklerin bu tavrının da etkili olduğunu düşünüyorum. Bu darbelerin insanlık dışı zulmüne bizzat maruz kalmamış ama ara ara topluma çekilen ayarlarla, post modern darbelerle postal korkusu diri tutulmuş günümüz nesillerinin, insanı aktive eden kitaptan çok pasif durumda tutan sinemaya ilgi göstermesi nedeniyle bu konuları işleyen filmleri faydalı buluyorum.

Ancak bu kadar ciddi bir konunun bahsi geçen filmdeki kadar karikatürize tipler üzerinden ele alınmasını konunun güncelliği üzerinden rant elde etme amacı şeklinde gördüğümü söylemeliyim. Bu film bir ilk film. Tabi ki bunun acemiliklerini barındırıyor; en basitinden amiyane tabirle ucuz solculuk yapıyor. Yakışıklı, bilgili, kültürlü, merhametli, insancıl karakterler solcu iken tipsiz, cahil, kimisi aptal, kimisi menfaatçi, uyanık, bir nevi çapulcu tipler sağcı daha doğru ifadesi ile ülkücü gösteriliyor. Oysa hepimiz biliyoruz ki, bu kötü niteliklere haiz, hatta darbelerden sonra davasını satıp plazalarda çalışan, zengin olan ve fakiri hiç de umursamayan bir sürü solcu olduğu gibi, yakışlı, bilgili, kültürlü, hala davasına sahip çıkan milli manevi değerlerine bağlılığının getirisi ile merhameti karakter edinmiş bir çok ülkücü genç-yetişkin var bu ülkede. Bir hiç uğruna oyuna getirilip birbirine kırdırılan, sağ kalanlarının da beslemektense asıldığı bir sürü genç var bu ülkede. 

Kutuplaşmamak, insan paydasında her olayı özel değerlendirmek gerek. 

40-KAYBEDENLER KULÜBÜ-2010

Bu filme dair söylenecek çok şey var. Kaybedeni çok bir ülkede hele de günümüzde daha ilkokul çocukları bile umutsuz, baştan kaybettiğini kabul etmişken. Ama herkes seyredip kendi çıkaracak dersini. Sorunların tespiti ile çok başarılı olan film çözüme dair bir şey sunmaması ile insanı boşlukta bırakıyor ve birey sonrasında kendi yolunu çizmek zorunda. Yoksa o boşluk insanı bu dünyadan koparır.Devam filmi de yolda diye çekildi ama onu seyretmedim. Bu filmden notum iki tane imiş:

-"Rutine dönüşmeyen hiç bir şey kalıcı olmaz ki hayatta"

-Şöhret fahişe gibidir ama bu onun bazen iyi şeyler yapmayacağı anlamına gelmez.(Hemingway)


Baby Reindeer Dizisi Üzerine Değerlendirmeler

  Afişiyle dikkatimi çeken bu diziyi, edebi zevklerine güvendiğim bir kaç arkadaşımın hikayesinde "çok etkileyici, bitince iki gün kend...