Neresidir evin?


 “Ev, anımsamaktır.” demişler. Yıllardır evimi arıyorum #çamağacınıngölgesinde adlı kitabımda oturup uzun uzun yazdım bunu aslında.

Evim neresi, nereye aitim, çocukluğuma mı şimdiye mi?

Oradan oraya taşınırken takılıp kaldığım evler oldu mu? Rüyalarımın şimdi yıkılmış olan eski evimizde olması normal, hepimizin elinde çocukluktan başka neyimiz var?

Ev dört duvar değildir, nefes alır, dağılır, toplanır, temizlenir, yine kirlenir. Bizim, halden hale girişimizi seyretmekle kalmaz, uyum sağlar hayat dansımıza. Pencerelerinden dünya seyredilir, başının üstündeki çatı gökten inenlerden, duvarlar bayırdan kopup gelenlerden korumak içindir. Ev güvendir, güvenliktir, sığınmak, sarılmaktır.

Bazen de sıkışmak… Üzerinize duvarların geldiği zamanlar olmaz mı? Aslında o vakit insanı yoran nedir diye bakmalı, seçtiğimiz eşyalar mı seçemediğimiz insanlar mı? Evin duvarları hareket edip üzerimize gelmediğine göre bizi nefessiz bırakan ne diye düşünmeli. Bulduk diyelim, çaresi ne? Ev kavramının içini doldurmaya ne dersiniz?

Kendimizi dışarı atınca sıkıntımızın geçeceğini sandığımız zamanlar geçince, eve dönüp onunla dost olmayı öğreniriz.

Oraya geldiysek “Evim, evim güzel evim!” lafını ayrı kaldığımız kısa zamanlardan sonra bile söyleriz.

Ev bizimdir, bizle doludur, anılarla, onları somutlaştıran objelerle, okuduklarımızla, bizi biz yapan unsurlarla. Hem özgürlüktür, ötekinin sınırlarından kurtulmaktır. Kendinle anlaşmayı öğrendiysen kucaktır.

İnsanların türlü oyunlarıyla çevrili, zorlu koşullardan oluşmuş “dışarı”dan sonra nefes aldığın sevgilidir. Hatta gün gelir sevgilin bile canını yakar da ev hep orada kollarını açmış sakince bekler seni avutmak için.

Ondandır herkesteki ev sevdası, kaplumbağa kadar şanslı değiliz, başımızı sokacak bir kabuğu bulana kadar nerelerden geçer yolumuz. Bu yolculukta insan kendine hangi evleri durak yapar ve sonunda “işte evim!” dediği yeri nasıl bulur bilinmez.

Uzun uğraşlar sonunda benim vardığım yer belli. Defterimle kalemimin benimle olduğu yerleri evim kabul ettim. Masalar, odalar, adresler, şehirler değişir, hatta kalemler, defterler biter ama onlarla icra ettiğimiz eylem, yazmak hep bizimledir.

Yazıyı ev belleyince hayat değişir. Kelimeler bazen konfeti gibi başımın üzerinden dökülür eve gelince, sürprizler yapar. Bazen de aniden kesilen su gibi bekletir kendisini. Dağınıktır bazen ortalıkta, oradan buradan nanik yapan haylaz bir çocuk gibi peşinden koşturur beni, oyun ister.

Yazmak dilediğin gibi oynamaktır. Kelimeler kimsenin elimizden alamayacağı oyuncaklardır. Legoların parçaları gibidir, istersen bina yapabilirsin istersen kulübe. Sadece etrafını da çevirebilirsin bahçenin. Oradan oraya at koşturursun kime ne, kalem benim, kâğıt benim, kelimeler benim. İster renkli ışıklarla bezeli lunapark yaparım, istersem tünel ucundaki ışığın heyecanını yazarım. Yorulursam, dinlenmek için yatağa uzanırım.

Evimdir kelimeler, her harfini sevdiğim, iyi ki varlar dediğim. Evinin peşinde olanlara yazmayı öneririm.

Handan Kılıç

11 Ocak 2024

*Bu yazı ilk kez 11 Ocak 2024 tarihinde medıum.com adresinde yayınlanmıştır.

Biz ölmüş annemizin sütünü mü emdik?

 

  Bu gece konuğumuzdu Ercan Kesal. “Bilgiyi bilgelikle mücehhez edelim.” diyerek bitirdiği sohbetinde kaybettiğimiz hasletlerimizden bahsetti ve sezgi, içe doğma, gibi hallere dikkat kesilmemizi salık verdi. “Bilgiden vazgeçemem, doktorum ben ama dokunmayı okuma yazma bilmeyen annemden öğrendim,” diyerek bizi yazarken ve yaşarken iç sesimize güvenmeye davet etti.

Annesiyle halasının bir konuşmasına rast geldiğini, hayatı boyunca başına türlü belalar gelen halasının, annesine “Ben ölmüş anamın sütünü emdim Fadime, nasıl gün göreyim ki?” dediğini duyunca kulak kesildiği bir anekdotunu anlattı ve günümüze bağladı.

Saadet halam hem gülüyor hem de bunları söylüyordu. O daha emzikte iken annesi hastalanmış ve yatağa düşmüş. Sonra da ölmüş. Bebeği almışlar koynundan ve defin hazırlığına başlamışlar. İş uzayınca bebek ağlamaya başlamış. Anneyi mi gömecekler, bebeği mi doyuracaklar? Ölmüş annenin göğüslerinden hala süt sızdığını gören ihtiyarlardan biri, “acıkmış bu, annesinin sütünü istiyor” diyerek bebeği ölmüş annesinin göğsünden emzirmiş.”

Saadet halam başına gelen tüm felaketlerin sebebini buna yoruyordu: “Ölmüş annemin sütünü emdim ben abla, niye gün göreyim ki?”

“Biz ölmüş annemizin sütünü mü emdik? Anadolu’nun sütünü. Göç yollarında ölen komşularımızın, kovuklarda kıstırılıp kurşunlanan köylülerin, yanmış otellerin içinde kalan kardeşlerimizin Anadolu’su. Issız dağ yamaçlarının, serin çavlanların, bozkırın Anadolu’su.” nu diye sormuştu zaten yıllar önce gazeteye yazdığı bir yazısında. “İyiliğe inancınızı kaybetmeyin,” diye bitirmişti satırlarını.

O günlerin üzerinden çok acı günler daha geçti, geçiyor. Bu topraklarda acı aynı kaldı ama ezilenler sürekli değişti, mahalleler karşıdakilerin de ana evladı olduğunu unuttu. Kulaklarını ötekine tıkadı. Ölmüş anaların sütünü içmişçesine başı beladan kurtulmadı.

Bulandırılmış hakikat, bulandırılmış süttür…Şimdi, sonuna kadar hakikat ve sadece hakikat için… Korkmadan, utanmadan ve katlanarak… Sütümüzü berrak kılalım. Helal süt emmiş kardeşlerimizi hatırlayarak…” diyor Ercan Kesal.

Hasıl-ı kelam, en sevmediğiniz mahalledekilerin de insan olduğunu unutmayıp insanlık onuruna yakışır şekilde davranmayı becermezsek bu acılar artarak devam edecek. Aklımızı başımıza alalım artık, vesselam.

Yazısının tamamını, sitesinden buraya eklediğim bağlantıdan okuyabilirsiniz. 

DÖNGÜ

      


                                                                                                                                             Sevgili Öykü Tekşen’e

Toprak yağmura doyamıyor ben sana. 

Oysa kanmak istiyorum artık.

Su hayattır, Bengisu bir hayal. Geçen giden bir suret. 

Uzun kıvırcık saçlarını görüyorum arkadan, yüzünü saklıyor ama bekliyor beni, herkesin gideceği yerde. Sadece zamanımız başka. 

Üşüyor mu, hayır, sarıp sarmalamış kendini. Hem sahibi var üşütür mü hiç kendine döneni!

Döngü devam ediyor, bulutlar göğü karartıyor, hep gri, hep puslu derken yağmurlar yağıyor. 

Kanacağım bu sefer diyorum ağzım, yüzüm görünen ve görünmeyenlerimle kanacağım. 

Bu sefer sevgiye, berekete doyacağım, baraj kapaklarıyla da tutacağım suyun bir kısmını, kendimde. 

Geldiği gibi gitti her şey. Başladı ve bitti yaşananlar.

Ama döngü hep devam etti. Maskelerin boş sureti yok artık, dudağı yukarı kalkmış bir rahatlıkla gülümsüyor içinden bakan. Sen de güzel bak diyor.

Irmaklar coşkun, balık bol. 

Gözyaşlarına sahip ol. 

En iyisi bir çeşme yapmak önüne. 

Ama sürekli akandan değil, başı da olsun ki suyu aç kapa gerektiğinde.

Açık kalırsa çeşme, hatırla dünyayı, geleni ve gideni. 

Kaybedilen kadar kazanılanı. 

Ve hep biraz kendine yaşam suyu bırakman gerektiğini.

Sonra yine ver, verebildiğini.

Almayı da bil ki, devam etsin dünyanın dengesi.

3 Ocak 2024

Handan Kılıç

*Bu yazı ilk kez medium.com da yayınlanmıştır. 

Baby Reindeer Dizisi Üzerine Değerlendirmeler

  Afişiyle dikkatimi çeken bu diziyi, edebi zevklerine güvendiğim bir kaç arkadaşımın hikayesinde "çok etkileyici, bitince iki gün kend...