Üzümü, pekmezi iyi de, ahkam keseni yetti!

 Dolabı açtım, gözüme ilk turuncular, sarılar çarptı. “Meyveler dalından” demişti, manav; mandalinaları, limonları Gümüldür’den, kendi bahçemden getiriyorum, devamı yok.” Gerçekten lezzetliydi. 

Sahi dalından kopararak hangi meyveyi yedim en son diye düşündüm; büyük aşkım karaduttu tabi. Teyzemin bahçesinden taşan dallar asfaltı kırmızıya boyamıştı. Merdiven var orada çıkın toplayın deyip balkondan gözlerini ayırmadan bakınca boyumun yetiştiği yerlerden birkaç tane aldım bırak dedim şimdi midemize oturur çok da koparmayalım. Oysa ben karaduta hiç doymazdım. Kilolarca bulsam havalara uçardım. Olmadı dondurmasını alır yine de vazgeçmezdim, karamdan, dutumdan. Ama bazı insanlar tavırlarıyla doyuruyorlar insanı. Ne tat bırakıyorlar ağızda ne bir parça umut yürekte. 


 

Peki dalından ilk ne kopardım diye düşündüm. Tabii ki üzüm geldi aklıma. Şehrin içindeki evimiz bahçeliydi Dört beş tane meyve ağacı vardı ve elbette asma, üst katın balkonuna doğru tırmanırdı. Ama yeterince güneş görmediğinden olsa gerek tatlanmazdı erkenden toplar, bamya pişirirken kullanmak üzere koruk olarak saklardık. Hafta sonları dedemin Kemalpaşa’daki bağına gittiğimizde hem kirazlar hem üzümler, armutlar dalında bizi beklerdi. Kulağımıza küpe yaptığımız kirazların tadı başkaydı. Belki çocukluk belki geçmişe özlem, o lezzetler yok şimdi. Yine de Kemalpaşa kirazı gibi yoktur. İzmir Üzümü de eşsizdir. Çekirdeksiz, beyaz, tane tane lezzet baloncuğu. Yaprağı da ipek gibi olur. Annem balkonda otururken bile uzanır, asmanın yapraklarından toplardı. Bağa gitti isek işimiz iş. Saatlerce sar, iki dakikada bitirsinler. Ah kadınlar, ev işleri hiç bitmezken, bir de mutfakta ömür geçirsinler.   

 

Üzümü, pekmezi, sarmayı, dolmayı, kirazı, vişneyi, reçeli kompostoyu severim de, hepsinin mutfakta saatler süren işler başımıza açması, sonra bir de dünyadaki varlıklarını vücudumuza yerleşerek devam ettirme gayretleri var ki pişirme zahmetinden daha ağır ödetir bedelini. Sırf bu yüzden vazgeçtim çok şeyden, istemeye istemeye...

 

Bu kadar çok şekerli şeyi sevdiğimden mi, “Aman tadımız kaçmasın Ali Rıza Bey” modunda yaşıyorum acaba? Her gün şu ülkede neler oluyor bitiyor, hayatlarımızda neler değişiyor, büyük kırılmalar, küçük yoksunluklar, yer sarsıntıları, korkular, nefessiz kalışlar,  umursanmazlıklar, hepsi üstüste geliyor da, “Ben hala tatlı yiyelim, tatlı konuşalım” diyerek alttan alıyorum dünyayı. 

 

Galiba bu, ülkedeki eril dilin kadını, bahçeye, mutfağa, meyveye, sohbet muhabbete, medyanın buyurduğu vücut ölçülerine mahkum edip, sağlıklı kal ki, dünyayı sırtlan demesinin bir sonucu. 

 

Aslında gidip tatlı yiyorsak, tatlı konuşamadığımız, tatlı yaşayamadığımız için değil mi?

 

Bugünlerde tatlıyı bıraktım, meyveyi, eril tahakkümleri, gereksiz tahammülleri, sevgisiz taş kalpleri... Tatlısız kalınca dilim ekşidi, her an kavgaya hazır mıyım? Yok yok bunlar hep gökteki sıkışıklıktan. Yine bin tane gezegen dizilmiş yan yana boğazımızı sıkıyor, yeri göğü hoplatıyor, kalbimizi darlıyor. Hem ben kavga edemem zaten, kavgayı bırak intizar bile edemezdim de, artık edeceğim. Merhametsizlerin bir damla merhamete muhtaç kalmalarını dileyeceğim mesela. 

 

İnsanların açlıktan hayatından vazgeçtiği, soğuktan sokaklarda can verdiği, küçük çocuklu kadınların eften püften iddialarla tutuklanıp tecavüzcülerin tahliye edildiğinde davullarla karşılandığı bu yerde ben de ah edeceğim! Umarım etkin bir yoldur da hakkı zayi olmaz ezilenin. 

 

İnsan insanı severse kötü huyuna da tahammül eder. Başta kötü olduğunu fark etmez, anladığında gerçeği iş işten geçmiştir gidemez. Sabreder sonra... Ama bazıları hiç sabrı hak etmiyor. Çay kadar demlenmemiş halleriyle çiğ çiğ kokuyorlar konuştukça. 

 

Ahkam kesmeler, bilmem neler, hepimizin karnı tok artık lafa, söze, kana, katile, her şey güllük gülistanlık diyenlere. Neredeyse her mahallede pekmezini akıtmadıkları kadın kalmadı. Elini kolunu bağlayıp evini ateşe verdikleri kadınların sevgilisi olduklarını iddia ettiler. Öz çocuğunun, aynı yatağa girdiği kadının üzerine kaynar su dökerek, genç kızları plaza camlarından atıp kameraların bozulduğu yerde önüne geleni döverek mi Kaf Dağının ardında kalmış muassır medeniyet idealine koşacağız? Evinin önünden arabasına binerken kaybolan adamlar, çocuklar nerelerde? Yoğunluğundan takibi imkansız hale gelen şiddet, kan, ve acıdan haberdar bile olamazken, kaldırımda delik ayakkabısı ile yatan insanların üzerine gazete örtülürken, yanından çekip gidenler de mesul değil mi bunca çirkinlikten? 

 

Arkadaşım haklı, hiçbir şeyin değeri yok bu topraklarda hele de insanın. Çünkü en çok ondan var, her türlüsü, eğitimlisi, işsizi, akademisyeni, köylüsü, efendisi, doktoru, kölesi, işçisi hepsi eşitleniyor, değersizleştirilerek değersizleştirmeyi öğreniyor, öğretiyor ve çarkın dişlileri ezerken bir masumu, koca bir hayatı çaldığını düşünmüyor kimse. Bir çocuk ölürken, bir baba kaybolurken, bir kadın tecavüze uğrarken annesi, babası, kardeşinin de aynı acının taşıyıcısı olduğunu, mezara, yokluğa, onu seven herkesin mahkum edildiğini kimse düşünmüyor. Kendi başına gelmeden acıyı anlamıyor. İdraki açık olanlar da yorulup zihninin içine çekiliyor. 

 

Dünya adil bir yer değil ama bir gün herkes hakkını alır, davasını kazanır, tazminatına da acı acı bakar. Çünkü o güne kadar kaybettikleri ağzında tat, gönlünde murat bırakmamıştır. İşte tam da bu yüzden arkadaşım haklı, sadece insan olduğu için saygı gördüğüne şaşıracak kadar bu topraklardan... Hukukçu iken bile kendini ezilmiş bir üzüm gibi hissediyordu burada. Şimdi umudu var, dışına dışına konuşunca yürüyeceği yolları, gezeceği ormanları var. Ya biz, dilimiz ağzımızın içinde büyürken ne pekmez olduk ne reçel. Ya vaktinden evvel koparıldık, koruk kaldık, ya da ezilip bir köşeye atıldık, tatlanamadan sirke olup mayalandık.  Oysa mevsiminde tane tane dolacak ballı üzüm kalsaydık, toprağın bereketini, dallarımıza taşısaydık hem damakta hem gönüllerde çeşit çeşit hallerle taht kuracaktık. Yazık oldu, çok yazık... 


Dolabı açtım, gözüme ilk turuncular, sarılar çarptı. “Meyveler dalından” demişti, manav; mandalinaları, limonları Gümüldür’den, kendi bahçemden getiriyorum, devamı yok.” Gerçekten lezzetliydi. 

 

Sahi dalından kopararak hangi meyveyi yedim en son diye düşündüm; büyük aşkım karaduttu tabi. Teyzemin bahçesinden taşan dallar asfaltı kırmızıya boyamıştı. Merdiven var orada çıkın toplayın deyip balkondan gözlerini ayırmadan bakınca boyumun yetiştiği yerlerden birkaç tane aldım bırak dedim şimdi midemize oturur çok da koparmayalım. Oysa ben karaduta hiç doymazdım. Kilolarca bulsam havalara uçardım. Olmadı dondurmasını alır yine de vazgeçmezdim, karamdan, dutumdan. Ama bazı insanlar tavırlarıyla doyuruyorlar insanı. Ne tat bırakıyorlar ağızda ne bir parça umut yürekte. 

 

Peki dalından ilk ne kopardım diye düşündüm. Tabii ki üzüm geldi aklıma. Şehrin içindeki evimiz bahçeliydi Dört beş tane meyve ağacı vardı ve elbette asma, üst katın balkonuna doğru tırmanırdı. Ama yeterince güneş görmediğinden olsa gerek tatlanmazdı erkenden toplar, bamya pişirirken kullanmak üzere koruk olarak saklardık. Hafta sonları dedemin Kemalpaşa’daki bağına gittiğimizde hem kirazlar hem üzümler, armutlar dalında bizi beklerdi. Kulağımıza küpe yaptığımız kirazların tadı başkaydı. Belki çocukluk belki geçmişe özlem, o lezzetler yok şimdi. Yine de Kemalpaşa kirazı gibi yoktur. İzmir Üzümü de eşsizdir. Çekirdeksiz, beyaz, tane tane lezzet baloncuğu. Yaprağı da ipek gibi olur. Annem balkonda otururken bile uzanır, asmanın yapraklarından toplardı. Bağa gitti isek işimiz iş. Saatlerce sar, iki dakikada bitirsinler. Ah kadınlar, ev işleri hiç bitmezken, bir de mutfakta ömür geçirsinler.   

 

Üzümü, pekmezi, sarmayı, dolmayı, kirazı, vişneyi, reçeli kompostoyu severim de, hepsinin mutfakta saatler süren işler başımıza açması, sonra bir de dünyadaki varlıklarını vücudumuza yerleşerek devam ettirme gayretleri var ki pişirme zahmetinden daha ağır ödetir bedelini. Sırf bu yüzden vazgeçtim çok şeyden, istemeye istemeye...

 

Bu kadar çok şekerli şeyi sevdiğimden mi, “Aman tadımız kaçmasın Ali Rıza Bey” modunda yaşıyorum acaba? Her gün şu ülkede neler oluyor bitiyor, hayatlarımızda neler değişiyor, büyük kırılmalar, küçük yoksunluklar, yer sarsıntıları, korkular, nefessiz kalışlar,  umursanmazlıklar, hepsi üstüste geliyor da, “Ben hala tatlı yiyelim, tatlı konuşalım” diyerek alttan alıyorum dünyayı. 

 

Galiba bu, ülkedeki eril dilin kadını, bahçeye, mutfağa, meyveye, sohbet muhabbete, medyanın buyurduğu vücut ölçülerine mahkum edip, sağlıklı kal ki, dünyayı sırtlan demesinin bir sonucu. 

 

Aslında gidip tatlı yiyorsak, tatlı konuşamadığımız, tatlı yaşayamadığımız için değil mi?

 

Bugünlerde tatlıyı bıraktım, meyveyi, eril tahakkümleri, gereksiz tahammülleri, sevgisiz taş kalpleri... Tatlısız kalınca dilim ekşidi, her an kavgaya hazır mıyım? Yok yok bunlar hep gökteki sıkışıklıktan. Yine bin tane gezegen dizilmiş yan yana boğazımızı sıkıyor, yeri göğü hoplatıyor, kalbimizi darlıyor. Hem ben kavga edemem zaten, kavgayı bırak intizar bile edemezdim de, artık edeceğim. Merhametsizlerin bir damla merhamete muhtaç kalmalarını dileyeceğim mesela. 

 

İnsanların açlıktan hayatından vazgeçtiği, soğuktan sokaklarda can verdiği, küçük çocuklu kadınların eften püften iddialarla tutuklanıp tecavüzcülerin tahliye edildiğinde davullarla karşılandığı bu yerde ben de ah edeceğim! Umarım etkin bir yoldur da hakkı zayi olmaz ezilenin. 

 

İnsan insanı severse kötü huyuna da tahammül eder. Başta kötü olduğunu fark etmez, anladığında gerçeği iş işten geçmiştir gidemez. Sabreder sonra... Ama bazıları hiç sabrı hak etmiyor. Çay kadar demlenmemiş halleriyle çiğ çiğ kokuyorlar konuştukça. 

 

Ahkam kesmeler, bilmem neler, hepimizin karnı tok artık lafa, söze, kana, katile, her şey güllük gülistanlık diyenlere. Neredeyse her mahallede pekmezini akıtmadıkları kadın kalmadı. Elini kolunu bağlayıp evini ateşe verdikleri kadınların sevgilisi olduklarını iddia ettiler. Öz çocuğunun, aynı yatağa girdiği kadının üzerine kaynar su dökerek, genç kızları plaza camlarından atıp kameraların bozulduğu yerde önüne geleni döverek mi Kaf Dağının ardında kalmış muassır medeniyet idealine koşacağız? Evinin önünden arabasına binerken kaybolan adamlar, çocuklar nerelerde? Yoğunluğundan takibi imkansız hale gelen şiddet, kan, ve acıdan haberdar bile olamazken, kaldırımda delik ayakkabısı ile yatan insanların üzerine gazete örtülürken, yanından çekip gidenler de mesul değil mi bunca çirkinlikten? 

 

Arkadaşım haklı, hiçbir şeyin değeri yok bu topraklarda hele de insanın. Çünkü en çok ondan var, her türlüsü, eğitimlisi, işsizi, akademisyeni, köylüsü, efendisi, doktoru, kölesi, işçisi hepsi eşitleniyor, değersizleştirilerek değersizleştirmeyi öğreniyor, öğretiyor ve çarkın dişlileri ezerken bir masumu, koca bir hayatı çaldığını düşünmüyor kimse. Bir çocuk ölürken, bir baba kaybolurken, bir kadın tecavüze uğrarken annesi, babası, kardeşinin de aynı acının taşıyıcısı olduğunu, mezara, yokluğa, onu seven herkesin mahkum edildiğini kimse düşünmüyor. Kendi başına gelmeden acıyı anlamıyor. İdraki açık olanlar da yorulup zihninin içine çekiliyor. 

 

Dünya adil bir yer değil ama bir gün herkes hakkını alır, davasını kazanır, tazminatına da acı acı bakar. Çünkü o güne kadar kaybettikleri ağzında tat, gönlünde murat bırakmamıştır. İşte tam da bu yüzden arkadaşım haklı, sadece insan olduğu için saygı gördüğüne şaşıracak kadar bu topraklardan... Hukukçu iken bile kendini ezilmiş bir üzüm gibi hissediyordu burada. Şimdi umudu var, dışına dışına konuşunca yürüyeceği yolları, gezeceği ormanları var. Ya biz, dilimiz ağzımızın içinde büyürken ne pekmez olduk ne reçel. Ya vaktinden evvel koparıldık, koruk kaldık, ya da ezilip bir köşeye atıldık, tatlanamadan sirke olup mayalandık.  Oysa mevsiminde tane tane dolacak ballı üzüm kalsaydık, toprağın bereketini, dallarımıza taşısaydık hem damakta hem gönüllerde çeşit çeşit hallerle taht kuracaktık. Yazık oldu, çok yazık... 


Handan Kılıç

 

6 yorum:

  1. Meyve bahçesinde güzel bir seyahat oldu.Tekrar okumaktanda sıkılmayacağım bir yazı olmuş,teşekkürler Handan hanım.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. teşekkürler Türker Hocam, yoktunuz epeydir ne güzel oldu teşrifiniz

      Sil
  2. Nefis, düşündürücü, tatlı/acı, aydınlatıcı... Kalemine sağlık Handan, çok beğendim.

    YanıtlaSil
  3. hiçbi şeyin değeri yok, hiçbi şeye saygımız ve tahammülümüz yok.

    YanıtlaSil

Bırak Dağınık Kalsın sitesinde Çam Ağacının Gölgesinde vardı

  *Çam Ağanının Gölgesinde, Handan Kılıç’ın 2022 yılında çıkan romanı. Yazarın bu ilk roman fakat daha önce yayınlamış öyküleri var. Bir ilk...